Ağrı / Paın / Hodepine


TÜRKÇE (Orijinal)

İnsanların özlerini siluetlerinden ayırmaya başladığım bambaşka bir gündü. Şakaklarımda türeyen bir ağrıyla kendimi sokağa attım. Ne ağrı ama! Gittikçe yükselen bir taşkın gibi her şeyi önüne katıp götürüyor, zihnimi ötelenmiş boşluğuyla baş başa bırakıyordu. Etrafa bakıyordum, hayallerini ideallerinin altına gömerek yaşamlarını sürdüren soluk bakışlı kalabalıklar beni ilk kez ürkütmüştü. Arkamda beliren iş makinesinin gürültüsüyle sıçradım. Yine bir yol çalışması olmalıydı, yollar tüm boşluklarımızı doldurana dek genişlemeye devam ediyordu. Öğrenciler çantalarında gerçekliliklerine dokunmayan hayalleri taşıyor, varlıklarının çınlamadığı bir ruhla sokakları dolduruyordu. Bir an devinim halindeki tüm ögeleri olduğunun ötesinde gören, onları kendi ağırlığında kavrayan bir bilince sahip olduğumu düşündüm. Bir sanrı mıydı bu? Hastaneye gitmeliyim dedim, hemen. Ağrı katlanılamaz hale geldiğinde en yakın hastanenin nerede olduğunu sormak için yoldan geçen birisine yöneldim. Ne kadar az tanıyorum bu kenti! Bir zamanlar yaşanılan kenti bilmemeyi bir meziyet görürdüm, bir rütbe gibi taşırdım onu; mekanlara, alanlara, fiziki sınırlara alışmayı reddeden bir ruhun rütbesi; fakat nedendir bilmiyorum şimdilerde ahmaklık sayıyorum bunu. Nazik kadının söylediği adresi not etmek için kalemimle not defterimi çıkardım. Henüz ilk kelimeyi yazmıştım ki ağrı birdenbire azaldı. Ölümcül bir depremin ardından hissedilen bu cılız artçı ağrılar için hastaneye gitmenin gereksiz olduğu hükmüne kapılarak kalemi büyük bir rahatlamayla elimden bıraktım. Aynı anda şakaklarımdaki deprem en şiddetli haliyle geri geldi. Kahretsin! Adresi yazmaya devam ettim. Ağrı tekrar azaldı. Bu tuhaf durumu neye yorabilirdim? Adresi yazdıktan sonra belirsiz bir tedirginlikle kalemi bıraktım. Ağrının dev dalgalar halinde şakaklarımı yeniden doldurduğunu hissettiğim an kalemi yeniden elime aldım. Şimdi teftiş hazırlığındaki memurlar gibi etrafta gördüğüm kelimeleri not defterine geçiriyor, ancak böylelikle bu sancılı ağrıdan kurtulabiliyordum. Deftere bir şeyler karalayınca geçen bir ağrı fikri her ne kadar gerçek dışı gibi görünse de hissettiğim bu ağrı duyduğum her şeyden daha gerçekti.

 

Otobüse bindim, hastaneye gitmekte yarar vardı, zira sonsuza dek kalem oynatamazdım. Otobüsün camından dışarıyı izliyor, akan yolda gözüme çarpan her şeyi deftere geçiyordum. Ağrı sıvılaşıyor ve kalemin ucundan bir mürekkep halinde dışarıya akıyor, harflere, kelimelere bürünüyordu. Ancak bir süre sonra işler ters gitmeye başladı, ağrı yavaş yavaş geri geliyordu. Etrafı kopya etmeyi bırakıp ciddiyetle kendimden bir şeyler karalamaya başladığımda ağrının daha büyük adımlarla şakaklarımı terk ettiğini keşfettim. Ne tuhaf bir his! Yazdıklarımın niteliği arttıkça daha çok çözülen bir ağrı… Aklıma büyük şairlerden bir şeyler karalamak geldi, belki bu şekilde ağrıyı sonsuza dek silip atabilirdim fakat işe yaramadı bu, ağrı buna kanmadı. Benden, kendimden bir şeyler istiyor gibiydi. “Daha özgün ol! Kendini bul!” diyen edebiyat öğretmenimin coşku dolu sesi karışıyordu ağrıya. Ağrı dilleniyordu. Bana inanıyor, güveniyor gibiydi. Yazmaya devam ettim.

 

Otobüs bir durakta durdu, hangisi bilmiyordum. Zihnimde yükselen bu yeni sezinleyişin etkisiyle otobüsten bir çırpıda atladığımda artık kendi gövdem üzerinde kontrolümü yitirdiğimi anlamıştım. Neler oluyordu? Ağrıdan kaçmak için bir yandan yazmaya devam ediyor, bir diğer yandan nerede olduğuma ilişkin tahminler yürütüyordum. Her ne kadar idrakımı yitirdiğimi hissetsem de bana öyle geliyor ki bu karmaşıklıkta hayatımdaki en kararlı adımları atıyordum. Görkemli bir yapının önüne geldiğimi fark etmem uzun sürmedi. İçimde çoğalan gizil bir varlık beni adeta kumanda ediyordu. Bu yapının ahşap, davetkar kapısına baktım. İşlemeleri bir öykü anlatıyor gibiydi fakat herkesin anlattığı öykülerden değil. İçeri girmemi sağlayacak adımı attım, benden olmayan ancak bana değen, şeklime bürünen bir güçle yaptım bunu. İçeride uzun bir koridor karşıladı beni. Bu loş koridorun ucunda şık giyimli bir adam bekliyordu. Koridorun sonuna vardığımda adam iyice yaklaştı ve sorularımı beklemeksizin yumuşak bir sesle konuşmaya başladı:

 

“İlk Kalemler Müzesi’ne hoş geldin. Ziyaretin boyunca sana eşlik etmek için buradayım.”

 

“Bir müze mi? Diğer ziyaretçiler nerede?”

 

“Bugünün tek gerçek ziyaretçisi sensin.”

 

Başımı işaret ederek konuşmaya devam etti:

 

“Ağrın nasıl?”

 

“Onu nasıl bilebiliyorsun?”

 

“Ağrın bir hediye, özel bir hediye… Ağrın seni yazmaya itecektir ancak onun doyumsuz bir boşluktan ibaret olduğunu unutma. Sen ne denli nitelikli yazarsan o daha fazlasını isteyecektir. Ağrıyı geçirmek için her seferinde daha derin şeyler karalamak seni yorabilir ancak bu senin yolun. Unutma sızısı olmayanlar yazamaz. Şimdi lütfen beni izle, müzeyi gezelim.”

 

Muhakememi tümüyle yitirmeden bu sis perdesini aralamak istiyordum.

 

“Bu müzede tam olarak ne sergileniyor?”

 

“Burada sergilenen şey aslında ziyaretçilerin kendisidir. Birazdan göreceksiniz.”

 

Objelerin değil ziyaretçilerin sergilendiği bir müze fikri beni şaşırtmıştı. Buna karşın bugün bende beliren ve taşıdığı rüzgarla beni buraya sürükleyen ikinci benliğim bunu hiç de tuhaf karşılamadı. Adamı takip etmeye başladım. Birçok ziyaretçinin toplandığı birinci sergi salonuna vardık. Ziyaretçiler büyük bir keyifle duvara asılı tuvalleri izliyordu. Tüm salonda tuvallere değin övgü dolu sözler yükseliyordu: Olağanüstü! Tutku dolu! Bunlar canlı olmalı! Ne tablo ama! Ya şu dinamik renkler! Harika! Harika!

 

Bununla birlikte övgüler yağdırılan bu tuvaller şaşırtıcı derecede boştu; tuvaller üzerinde tek bir desen dahi yoktu. Bu kalabalığın kutladığı şey çiğ bir beyazlıktan daha öte bir şey değildi. Adama döndüm:

 

“Tuvallere baktığında ne görüyorlar?”

 

“Senin gördüğün şeyi…”

 

“Hiçbir şey mi?”

 

“Hiçbir şey… Çünkü bu insanlar kendi gözleriyle görmüyor, ödünç alınmış bakışlarla etrafı izliyorlar. Kaynağını başkalarından alan bir perspektifle fikir edinir, fikir üretirler. Unutma! Dünyayı kendinden olmayan gözlerle seyretmekten daha tehlikeli bir şey yoktur. Bu, başkasının ruhunu taşıyan bir gövdeyi sürüklemekten farksızdır. Çok yazık ki onlar tüm bu illüzyonu kendi gözlerinin sunduğu görüntüler zannediyorlar, oysa derecesini gittikçe arttıran bir körlük hali bu.”

 

Hiçbir şey yazmamama rağmen ağrımın azaldığını hissediyordum. Sönük bakışların arasından geçerek, sadece bir erkek ve bir kadın ziyaretçinin bulunduğu ikinci sergi salonuna girdik. Erkek ziyaretçi hiç durmaksızın konuşuyor, kadın ziyaretçi ise kısa sözcüklerle onu onaylıyordu. Erkek ilginç bulduğu parçaları göstermek için diğerinin kolundan çekiyor; diğeriyse, öylesine sessiz, silikti ki üzerinde kolayca hakimiyet kurulmasına izin veriyor, hatta bunu ondan diler gibi davranıyordu. Adam söz aldı ve şöyle dedi:

 

“Kaç kişi görüyorsun burada?”

 

Tedirgin bir tonda yanıtladım:

 

“İki…”

 

“Hayır. Burada sadece bir kişi var. Kendi sesi olmayan diğeriyse başkasının sesiyle konuşarak varlığına ihanet ediyor. Erdemi olmayan bir sessizlik acı getirir genç, unutma. Sessizlikle geçen bir ömrün sonunda geriye baktığında tüm yaşamını birçok sözcünün gölgesinde geçirdiğini acıyla fark edersin. Doğaya bak! Mevsimler birbirine izin verir. Gökkuşağı yağmuru, yağmur güneşi bekler. Çok yazık ki insan kendi özüne nasıl davranacağını bilmeyen tek varlıktır!”

 

Ziyaret ettiğimiz her salonda dışarıda zihnimi allak bullak eden bu yabani ağrı yatışıyor ve evcilleşiyordu. Üçüncü sergi salonuna doğru yürümeye devam ettik. Salonda ziyaretçiler ve sergilenen heykeller vardı. Ancak tam ortada ziyaretçilerle heykelleri birbirinden ayıran buzlu camı fark etmemem mümkün değildi. Yılmış bir şekilde adama döndüm:

 

“İşte bir delilik daha!”

 

“Katılıyorum, bu tamamen delilik!”

 

“Fakat neden heykelleri buzlu bir camın arkasından seyrediyorlar? Hiçbir şey görünmüyor.”

 

“Bu onların seçimi. Gördüğün bu insanlar hayatı tamamen dogmatik fikirlere göre anlamlandırmaya çalışırlar. Kişisel ayrımların ve iradenin yok oluşu da böyle başlar. Günün değerleri onların takıntılarına dönüşür. Bizi yaşadığımız çevreye ve kendi doğamıza bağlayan günlük eylemlerimizi reddederler. İçimizde yetişen çiçek onlarla solar; bir heykel, bir resim, bir fotoğraf, bir film, bir kitap veya herhangi bir sanat eseri hoşgörüden yoksun düşüncelerini bir kılıç gibi yanında taşıyan birileri için flu bir siluetten farksızdır. Bu insanlar yumruğunda gizli bu katılaşmış değerlerin eleştirisine ihtiyaç duymadığı sürece onların bakışları ile gerçekliğin sahnesi arasında aşılmaz bir duvar olacaktır.”

 

Ağrıyı artık dizginleyebiliyordum. Burnumuza gelen boya kokusunu takip ederek dördüncü sergi salonuna vardık. Odada gerçekten bir boya kokusu vardı. Kokunun ziyaretçilerin ellerinde tuttuğu fırça ve paletlerden yayıldığını fark eder etmez büyük bir kızgınlıkla ileriye atıldım:

 

“Bu insanlar ne yaptığını zannediyor? Eserlere zarar vermelerine müsaade mi edeceksin?”

 

“Sakin ol! Onları durdurmanın bir yolu yok.”

 

“Ama neden?”

 

“İyi dinle beni. Bu insanlar etrafında gördükleri her şeyi değiştirmeye, kendi perspektiflerine göre şekillendirmeye çalışanlardır. Bitmek bilmez bir doyumsuzluktur bu. Bu yüzden tabloları mükemmelleştirmek için onları yeniden boyuyorlar. Fakat mükemmeli ararken kendilerini sonunda hiçbir şey üretmiş olmayacakları sınırlandırılmış bir iç dünyada bulurlar. Bu onların gerçeği. Oysa Cohen’in de dediği gibi, ‘İnsan çatlaklarla doludur, bu ışığın ruhumuza giriş yolunu oluşturur’. Hatalarımız bizi yaşamın akışına sızdıran yırtıkları var eder.”

 

Cümlesini tamamladı. Gezdiğimiz her sergi salonunda ağrı benimle bütünleşiyor, bana dahil oluyordu. Bunu tam anlamıyla hisseder hissetmez yolculuğun tamamlandığını anlamıştım. Koridoru geçmiş, kapıya dek gelmiştik. Bana gülümseyerek ağrımı sahiplenmemi istedi. Gülümsedim. Ruhumdaki kalemi hareket ettiren bu keskin sızıyla birlikte sokağın gürültüsüne katıldım.

ENGLISH

It was a strange day when I had started to distinguish the essence of people from their silhouettes. I hurled myself on the street with a temporal ache. What an ache it was! Chasing away everything on its path like high water leaving me alone with the iterated emptiness of my mind. I was gazing around and for the first time, the sullen looking crowds who were carrying on their lives as they buried their dreams under their ideals had me scared. The rumble of a heavy machine startled me. It must’ve been another road construction, roads continued to widen until they filled all our gaps. Students carried their fantasies out of touch with their reality in their bags, filling up the streets with a spirit in which their existence failed to resonate. For a second I thought I possessed a consciousness that could see all elements in motion beyond what they seem and could grasp them within their own weight. Was this a delusion? I need to go to the hospital I thought, right away. As the pain got more unbearable I walked up to someone crossing the road to ask for directions. How little I know this city! Once I considered it a virtue not to know the city one lives in, I carried it like a rank; a rank for the soul that refuses to get used to places, areas, and physical boundaries; for whatever reason nowadays I consider this a foolishness. I took out my notebook and pen to note down the address the polite woman told me. Just as I wrote the first word the pain decreased all of a sudden. I let go of the pen with a big relief that going to the hospital was unnecessary for these weakening, aftershock pains following a deathly earthquake. The temporal quake returned in full force instantaneously. Damn it! I continued to write down the address. The pain decreased again. How could I interpret this strange situation? I dropped the pen once again after writing the address with an ambiguous unease. When I felt the pain rushing back to my temples in massive waves I picked it right back up again. Now I was noting down the words I saw around me like a civil servant ready for inspection in order to get rid of this painful ache. However unreal the idea of an ache that calms when you scribble on a notebook was, the pain was more real than anything I had felt.

I got on the bus. It would be good to go to the hospital since I couldn’t keep writing forever. I was watching outside the windows of the bus and jotting down everything I saw on my notebook. The pain liquefied and seeped through the point of my pen as ink, taking shape in letters and words. However something started going wrong. The pain was slowly returning. I discovered that when I stopped copying what was around and turned my scrawl inwards the pain departed from my temples more hurriedly. What a strange feeling!

 

An ache that settled ever more as the quality of my writing increased. I thought about writing down some lines from great poets, perhaps this way I could root out the pain for good, however this didn’t work. The pain wasn’t fooled. It seemed to need something from my very self. The impassioned voice of my literature teacher had joined the pain in my head: “Be more authentic! Find yourself!” The pain had found its tongue. It seemed to believe, to trust in me. I carried on writing.

The bus came to a halt at a stop. Which, I didn’t know. When I jumped off the bus in a flash with the effect of this new perception building in my mind, I understood that I had lost control above the waist. What was happening? I kept writing to elude the pain while making predictions about where I was. Although I felt as if I had lost my comprehension, it seemed to me that I was taking the most decisive steps amidst this complexity. It didn’t last long before I noticed I was in front of a grandiose structure. It was almost as if a secret entity accumulating within was commanding me. I gazed at the wooden, welcoming door of this structure. The engravings seemed to tell a story, unlike the stories most people tell. I took a step inside not with my own strength but with one that touches me, taking my shape. A well-dressed man waited at the end of this dim corridor. When I got there, he got up close and skipping my questions, started to speak in a gentle voice:

“Welcome to the Museum of Primary Pens. I’m here to accompany you during your visit.”

“A museum? Where are all the visitors?”

“You are the sole real visitor of the day.”

Indicating my head he continued to talk:

“How’s your pain?”

“How do you know about that?”

“Your pain is a gift, a special gift…Your pain will push you to write but don’t forget that it is made up of an insatiable emptiness. No matter how good you write, it will ask for more. It might exhaust you to jot down deeper at every turn however this is your path. Remember those that don’t have an ache can’t write. Now please follow me, let’s tour the museum.”

 

I wanted to unravel this smoke screen before I lost my sanity for good.

“What exactly is exhibited in this museum?”

“What is really exhibited here is the visitors themselves. You will see shortly.”

The idea of a museum where not objects but visitors are displayed surprised me. Despite this, my second self that appeared today and dragged me here with the wind it carried didn’t appear to find it strange. I started following the man. We got to the first showroom. The visitors were delightfully watching the canvases hanging on the wall. The hall reverberated with the sounds of praise about them: Magnificent! Full of passion! These must be alive! What a painting! What of these dynamic colours! Amazing! Amazing!

The canvases that were so highly praised were strikingly empty; not a single pattern on them. What this crowded celebrated was no more than a raw whiteness. I turned to the man:

“What do they see in the canvases when they look?”

“Whatever you see…”

“Nothing?”

“Nothing… Because these people don’t see with their own eyes, they look around with a borrowed gaze. They make up their minds and ideas with perspectives sourced by others. Remember! There is nothing more dangerous than watching the world with eyes that are not your own. This is no different than dragging a torso that carries someone else’s soul. It’s such a pity that they think all this illusion is presented by their own eyes, yet this is a state of blindness that gradually worsens.”

I was feeling my pain decreasing despite the fact that I wasn’t writing anything. Passing through faint gazes we entered the second showroom where there was a male and female visitor. The man spoke tirelessly while the woman approved with brief words. The man pulled her along to show her the pieces he found interest; whilst she was so quiet that she quickly allowed him to assume authority, acting as if she begged him for it. My tour guide spoke up and said:

“How many people do you see here?”

I replied in an anxious tone of voice:

“Two…”

“No. There is only one person here. The one that doesn’t have her own voice is betraying her existence by speaking with the voice of another. Don’t forget, a silence that lacks virtue brings suffering young one. When you look back at the end of a life spent in silence, you realize in angst that you have spent all your life in the shadow of many words. Look at nature! The seasons permit each other. A rainbow awaits the rain and the rain awaits the sun. It’s such a pity that men is the only creature that does not know how to treat his own essence!”

The wild pain that perplexed my mind outside subsided and became tame with each hall we visited. We carried on walking to the third showroom. There were visitors and statues being displayed. It was impossible not to notice the frosted glass that separated the visitors from the statues. Frustrated I turned towards the man:

“Yet another insanity!”

“I agree, this is total insanity!”

“But why are they watching the statues behind frosted glass? You can’t see anything.”

“This is their choice. These people you see try to make meaning of life entirely through dogmatic ideas. This is how the erosion of personal differences and free will starts to erode. The values of the day become their obsessions. They refuse our daily actions that connect us to the environment we live in and our own nature. The flowers that stem within us wanes with them; a statue, a portrait, a picture, a movie, a book is no different than a blurred silhouette to one who carries his adamant views like a sword. As long as such people carry on eluding a need for the criticism of these rigid values that are sealed in their fists, there will always be an impenetrable wall between their glance and the stage of reality.”

I could now restrain the pain. Following the scent of paint reaching our noses we ended up in the fourth showroom. There really was a paint box in the middle of the room. When I realized the smell was coming from the brushes and palettes that the visitors held I leaped forward in fury:

“What do these people think they are doing? Are you going to let them damage the pieces?”

“Calm down! There is no way to stop them.”

“But why?”

“Listen to me closely. The people here are the ones that attempt to shape everything they see according to their perspective. This is a never-ending dissatisfaction. This is why they are repainting the canvases to make them perfect. However in the end of their search for perfection they find themselves in a narrowed inner world where they haven’t produced anything. This is their truth. In fact, men is full of cracks, in Cohen’s words, ‘there’s a crack in everything, that’s how the light gets in’. Our mistakes make up the ruptures that let us seep into the flow of life.”

He finished his sentence. In each showroom we toured the pain coalesced with me. When I felt this completely, I knew the journey was complete. We had just passed the corridor and were at the door. He smiled and asked me to own up to my pain. I smiled and with the sharp ache that stirred the pen in my soul, I joined the commotion in the street.

Translated with the author’s approval by: Ege Dündar

NORSK

Det var en veldig annerledes dag da jeg lærte å skjelne mellom menneskers kjerne og omriss. På vei ut døra kjente jeg det sprengte i tinningene, ei dundrende hodepine! Den dro alt med seg som ei flomstor elv, og etterlot meg med et hode fullt av en fremmedgjørende tomhet. Jeg så meg omkring, og for første gang ble jeg skremt av menneskemengdene, som seig gjennom livet med visne blikk mens drømmene deres ble begravd i idealer. Jeg hørte plutselig maskindur bak meg, og skvatt til. Det måtte være et nytt veiarbeid, veiene skulle visst bare fortsette å bre seg ut til de fylte alt som var av åpne plasser mellom menneskene. Noen studenter gikk forbi med vesker fylt av drømmer løsrevet fra virkeligheten, de fylte gatene med en ånd som ikke ga gjenklang i deres egne liv engang. Et øyeblikk forestilte jeg meg at jeg hadde en bevissthet som kunne se forbi alle elementene slik de inngikk i en bevegelse, og heller oppfatte dem i sin egen tyngde. Hallusinerte jeg? Jeg må straks komme meg til et sykehus, tenkte jeg. Da hodepina ble uutholdelig, stanset jeg en forbipasserende og spurte om veien til nærmeste sykehus. Så dårlig kjenner jeg denne byen! En gang i tida regnet jeg det som en dyd å ikke kjenne byen jeg bor i, det var noe jeg bar som en utmerkelse. Utmerkelsen til en sjel som nekter å tilpasse seg steder, plasser og fysiske grenser; men nå ser jeg på denne uvitenheten, uvisst hvorfor, bare som dumskap. Jeg fant fram en penn og ei notatblokk for å skrive ned adressen som den hyggelige dama ga meg. Men jeg hadde ikke skrevet mer enn det første ordet da hodepina brått minsket i styrke. Jeg ble overbevist om at jeg ikke trengte å dra til sykehuset på grunn av disse svake etterdønningene av et dødelig jordskjelv av smerte, og var svært fornøyd da jeg la fra meg pennen. Men i samme øyeblikk som jeg gjorde det, meldte jordskjelvet seg igjen med voldsom styrke i tinningene. Faen heller! Jeg skreiv ned resten av adressen, og igjen minsket hodepina mens jeg skreiv. Hva kunne denne merkelige tilstanden bero på? Da jeg hadde skrevet ned adressen, nølte jeg litt før jeg la fra meg pennen. Igjen kjente jeg bølger av smerte dundre mot tinningene, og jeg greip raskt til pennen igjen. Nå noterte jeg inspektørmessig ned alle orda jeg så rundt meg. Det var den eneste muligheten jeg hadde til å slippe unna smerteriene. Uansett hvor usannsynlig det høres ut med ei hodepine som går over så fort en rabler ned noe på blokka, så var smertene virkeligere enn alt annet.

Jeg gikk på en buss, det var best å komme seg til sykehuset, for jeg kunne jo ikke holde på med pennen i evigheter. Jeg ble sittende og se ut av vinduet og noterte alt av interesse som for forbi. Hodepina rant ut av pennen min i form av ei væske, blekk som kledde seg i bokstaver og ord. Etter ei stund begynte det likevel å gå på tverke, og hodepina listet seg innpå igjen. Da jeg sluttet å kopiere omgivelsene og

heller begynte å tegne noe av det som foregikk inni meg, merket jeg at hodepina forsvant enda fortere fra tinningene. Det var en merkelig følelse!

Ei hodepine som glei raskere unna jo bedre jeg skreiv … Jeg kom på at jeg burde skrive noe av de store dikterne, og kanskje på den måten kvitte meg med hodepina en gang for alle, men det hjalp ikke; for hodepina var ikke dette nok. Det virket som om den ønsket seg noe av meg, av det som var mitt. Stemmen til den engasjerte litteraturlæreren min blandet seg inn: «Vær original! Finn fram deg sjøl!» Det var hodepinen som kom til orde. Det virket som den trodde på meg, stolte på meg. Jeg fortsatte å skrive.

Bussen stanset opp et sted, jeg vet ikke hvilken holdeplass det var. Påvirket av en ny og framvoksende følsomhet hoppet jeg av bussen i et sprang, og det gikk opp for meg at jeg ikke lenger hadde kontroll over min egen kropp. Hva var det som foregikk? På den ene sida fortsatte jeg å skrive for å kvitte meg med hodepina, på den andre sida prøvde jeg å finne ut av hvor jeg kunne være. Sjøl om jeg følte at jeg holdt på å miste dømmekraften, oppfattet jeg det samtidig som at jeg midt i kaoset tok de mest resolutte skritta jeg noen gang hadde tatt. Det varte ikke lenge før jeg merket at jeg sto foran en storslått bygning. Det var som om en latent skapning vokste fram inni meg og tok over styringa. Jeg kikket på den praktfulle tredøra til bygningen. Utskjæringene så ut til å fortelle en historie, men ikke av det vanlige slaget. Da jeg tok et skritt fram for å gå inn i bygningen, var det ikke med min egen kraft, det var en kraft som oppsøkte meg og inntok kroppen min. Innenfor ble jeg møtt av en lang korridor. I enden av denne dunkle korridoren satt en velkledd mann og ventet. Da jeg hadde kommet til enden av korridoren, stilte mannen seg veldig nær meg og begynte å snakke med mild stemme:

«Først av alt, velkommen til Pennemuseet. Jeg er her for å vise deg rundt.»

«Så det er et museum? Hvor er de andre besøkende?»

«Du er den eneste ordentlige besøkende her i dag.» Han pekte på hodet mitt og spurte: «Hvordan går det med hodepina?»

«Hvordan kjenner du til den?»

«Den er en gave, en spesiell gave … Hodepina skal anspore deg til å skrive, men glem ikke at den i seg sjøl er et umettelig tomrom. Uansett hvor godt du skriver, vil den ønske seg noe bedre. Det kan hende du blir sliten av å måtte skrive noe dypere for hver gang, men det er veien du må gå for å lindre smertene. De som ikke er plaget av glemsel, kan umulig skrive. Nå, hvis du vil være så vennlig å følge meg, skal vi se oss om i museet.»

For ikke å miste dømmekraften totalt, vill jeg dra tåkesløret til side: «Nøyaktig hva er det som blir stilt ut på museet?»

«Det som stilles ut her, er i grunnen de besøkende sjøl. Du skal snart få se det.»

Konseptet med et museum der de besøkende ble stilt ut istedenfor gjenstander, overrasket meg. Likevel var det en annen del av meg, som hadde

dukket opp i løpet av dagen og ført meg hit, som ikke stusset over dette i det hele tatt. Jeg fulgte etter mannen. Vi kom til det første utstillingsrommet, der det var en god del besøkende. De betraktet lerretene med stor munterhet. Hele rommet ble fylt av rosende ord om lerretene: Ekstraordinært! Lidenskapelig! Disse må jo være levende! For noen bilder! Og for noen dynamiske farger! Enestående! Fantastisk!

Samtidig var lerretene som lovorda falt over, merkelig nok helt tomme; de hadde ikke så mye som en enhetlig design. Det folkemengden feiret, var ingenting annet enn grelle hvite flater. Jeg vendte meg mot mannen og spurte:

«Hva ser de i lerretene?»

«Det du ser …»

«Altså ingenting?»

«Ingenting … For disse menneskene ser ikke med egne øyne, de ser omgivelsene med lånte blikk. De gjør seg opp meninger eller produserer nye tanker ut fra perspektiv de har lånt av andre. Glem ikke det jeg sier! Det finnes ikke noe farligere enn å betrakte verden med et blikk som ikke er ens eget. Det blir som å dra på en kropp som inneholder sjelen til et annet menneske. Dessverre tror de at hele denne illusjonen bygger på forestillinger som er framkommet gjennom deres egne blikk, men det dreier seg i virkeligheten om en form for eskalerende blindhet.»

Selv om jeg ikke skreiv noe, kjente jeg at hodepinen ble svakere. Vi gikk gjennom folkemengden under blasse blikk og kom ut i et annet utstillingsrom der det bare var en mannlig og en kvinnelig besøkende. Mannen snakket uten stans, mens kvinna bekreftet det han sa med korte replikker. Når han ville vise henne noe interessant, dro han henne i armen; hun, derimot, var så stille og grå at hun tillot han å bedømme henne. Ja, hun oppførte seg nesten som om hun ba han om det. Mannen tok ordet og spurte:

«Hvor mange personer ser du her?»

Jeg svarte i en usikker tone:

«To …»

«Nei. Her er det bare en. Den andre, derimot, hun som ikke har en egen stemme, fornekter sin egen eksistens ved å la en annen person snakke for seg. Stillhet uten dyd skaper smerte, unge mann, husk det. Etter et langt liv i stillhet, ser du med tungt hjerte tilbake på livet som er tilbrakt i skyggen av andre talsmenn. Se på naturen! Den ene årstida slipper fram den neste. Regnbuen slipper fram regnet, og regnet trer til side for sola. Dessverre er mennesket den eneste skapningen som ikke vet hvordan den skal oppføre seg i møte med seg sjøl!»

For hvert rom vi besøkte, minsket den ville smerten som hadde gjort meg så forvirret utenfor. Vi fortsatte mot det tredje utstillingsrommet. Her var det både

besøkende og utstilte statuer. Men i midt i rommet var det et frostet glass det var umulig å ikke legge merke til. Det skilte de besøkende fra statuene. Forskrekket vendte jeg meg til mannen:

«Enda flere tåpeligheter!»

«Enig, det er helt håpløst!»

«Men hvorfor ser de på statuene gjennom frostet glass? Da ser de jo ingenting.»

«Det er deres valg. De menneskene du ser her, prøver å gi livet mening utelukkende basert på dogmer. Slik blir individuelle forskjeller og egen vilje utradert. De fornekter de dagligdagse gjøremålene som binder oss til miljøet vårt og naturen vi lever i. Blomsten inni oss visner på grunn av dem; statuer, malerier, fotografier, filmer, bøker og hvilke som helst andre kunstverk er ikke annet enn uklare silhuetter for dem som går med fullstendig intolerante tanker som et sverd i beltet. Så lenge disse menneskene ikke kjenner behov for kritikk, vil de forstokka verdiene de knuger på, utgjøre en uoverstigelig mur mellom synspunktene deres og scenen der virkeligheten utspiller seg.»

Nå klarte jeg å holde hodepina i sjakk. Det luktet maling, og vi fulgte lukta til det fjerde rommet. Det luktet virkelig maling. Jeg la straks merke til hvor lukta kom fra, de besøkende gikk rundt med pensler og paletter i hendene, og jeg reagerte sterkt:

«Hva tror disse folka at de driver med? Skal du tillate dem å skade kunstverkene?»

«Ta det med ro! Det er ikke mulig å stanse dem.»

«Hvorfor ikke?»

«Hør her. Dette er de menneskene som prøver å forandre alt de ser rundt seg, og forme alt ut fra sine egne perspektiv. Det er et uendelig sug. Derfor maler de bildene om igjen for å gjøre dem perfekte. Men mens de søker det perfekte, ender de til slutt opp i en begrenset indre verden der de ikke har skapt noe som helst. Det er deres virkelighet. Men mennesket er fullt av sprekker som åpner opp for at lyset slipper inn i vårt indre. Feila våre blir til revner, og vi presses ut i livets strøm.»

Han snakket ikke ferdig. I hvert utstillingsrom vi var i, ble hodepina en del av meg, og den gjorde meg hel. Da jeg kjente dette fullt ut, forsto jeg at reisen var over. Vi var kommet til enden av korridoren og sto foran ei dør. Han smilte mot meg og sa jeg måtte vedkjenne meg smerten. Jeg smilte. Mens den skarpe hodepinen holdt pennen i mitt indre gikk jeg ut i den bråkete gata utenfor.

Oversatt fra tyrkisk av Gunvald Axner Ims, medlem i Norsk oversetterforening.

 

Bunları da Sevebilirsiniz

John Berger Kimdir? İngilizce yazan çağının en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olan, senaryo yazarı, belgesel yazarı ve romancı. John Berger, Kasım 1926‘da Londra‘da doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Annesi işçi sınıfından, babası, Stanley Berger ise, I.Dünya Savaşı sırasında askeri birlikte görevliydi. John da 1944 ve 1946 yılları arasında İngiliz ordusunda görev yaptı. Ancak askeri hayata daha fazla dayanamayan Berger, subay olmayı reddettiği …

Share

İlkyaz ile her ay öncelikli olarak üç genç yazarı tanıtıyoruz sizlere. Bir öykü veya birkaç şiirden oluşacak bu eserleri İlkyaz gönüllüleri olarak İngilizce’ye çeviriyor ve dünya kamuoyuyla tanıştırmak için çabalıyoruz. Şubat ayından seçilen yazarları aşağıda bulabilirsiniz! Bir seneyi aşkındır seçtiğimiz isimlerin yazılarını her ay dünyanın farklı bir yerinde konumlanan PEN merkezinden birinin o ülkenin diline …

Share

Koskocaman zarif bir kentin keman çalışı Arşeyi gökkuşağına daldırıyor nazla Ve Notalar dans ediyor halkımın barışı, İsimli parça eserken caddelerden hazla Kaprisli dumanlardan yükseliyor harlı ateş Sevgi askerlerinin dans ettiği döşemeye Sımsıcak siperlerini seriyor çıplak güneş Bir külçe altın veriyor bir gülümsemeye Kıvranıyor perdeler işlemeleri sökülmüş Diş perisinin konduğu karanlık kervanında Vahalara sel basmış, tanrıdan …

Share
Önceki / Previous İncire Ağıt / Lament To a Fıg / Klagesang tıl fıken
Sonraki / Next