Singapur’da Araştırmacı, 26 Yaşında.
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin “bundan
daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir
ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem,
Nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir
arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Kavafis- Kent Şiiri
Harika bir şiir ama açıklığa kavuşturmalıyım ki benim için Kavafis “nereye gidersek gidelim aynı yaşamı sürdüreceğimizi” söylememektedir burada. Üstat Konstantin ilk okuyuşta akla gelenin ötesinde bir hikaye anlatmakta: kaçarsan kovalanırsın. Doğanın, özellikle bizim de bir üyesi olduğumuz vahşi hayvanlar aleminin en enteresan, en romantik, en akla hayale ters kanunudur bu. Bununla birlikte, ben uzundur kaçmıyorum. Sadece ait olduğum yerden değil, hiç bireyden kaçmıyorum diyebilirim. Kaçsam da asla geri gelmemek üzere değil, belki doğru ani beklemek için uzaklaşmış oluyorum. Esasında kovalanmayı sevmediğimden veya kaçmak büyük bir hata olduğundan da değil. Temel sebebi sanırım sıkça kaçılan şeylerle yüzleşmeye olan ilgim. Mesela sorumluluk almak. Mesela uzaklarda bir yerlerde bir cennetin hayalini kurmaktansa sözün tam anlamıyla günü yasamak. Mesela bir firari olarak değil, uzunca ve dairesel, yani bir çok zirveye vardıktan sonra doğru zaman geldiğinde eve dönülen bir yolculuğun bir parçası olmak.
Örneğin ben Hong Kong’a indikten sonra metro istasyonu çıkışı hiç beklemediğim bir anda şehir manzarasıyla birlikte Pasifik Okyanusunu gördüğüm an Azteklerin İspanyollara baktığı gibi baktığımdan eminim. Tamamen yabancı, bir kerede tümünü göremediğim, idrak edemediğim — ve isin tuhafı 5 sene sonra çok tanıdık ve “ev gibi” gelen bir manzara. Bu iki algısal nokta arasına “hayat” deniyor sanırım. Hayatın, insanların ve dünyanın bize hiç bir borcu yok, o yüzden olması gerektiği gibi denebilecek bir olgu da yok. Klişe gibi gelse de bana olağanüstü pratik gelen ve gündelik hayatta fayda sağlayan bir hatırlatma bu.
Bunca yıldan sonra hayattan iki temel şey öğrendiğimi söyleyebilirim. İlki, herkesin, ama herkesin, en mutlu görünen (ve hakikaten olan) insanın da hiç etrafına çaktırmadığı bir derdi, herkesin ve evet herkesin, en üzgün ve zor durumdaki insanın bile kendinin bile bazen fark edemediği veya alıştığı bir mutluluk kaynağı var. İkincisi, mutluluk hedef değil araç olmalı. Geçici ve bağımlılık yapan bir hormonu hedef edinmek oldukça hayvani geliyor bana. O açıdan mutluluğu, anlamlı, hatırlamaya değer ve başkalarının dünyasına değer katan bir hayati sürmenin bir nevi benzini gibi kullanmalı. Onu hedef edinmektense bir tur ödül mekanizması içerisine yerleştirip hayattaki hedeflerimizi çok daha ulvi, insani ve değerli belirlemeli. Bir şehri tanımak, bir insana güvenmek, karşındakini hakikaten dinlemek sabretmeye değer şeyler örneğin.
Researcher ın Sıngapour, 26 years old.
The City
You said: “I’ll go to another country, go to another shore,
find another city better than this one.
Whatever I try to do is fated to turn out wrong
and my heart lies buried as though it were something dead.
How long can I let my mind moulder in this place?
Wherever I turn, wherever I happen to look,
I see the black ruins of my life, here,
where I’ve spent so many years, wasted them, destroyed them totally.”
You won’t find a new country, won’t find another shore.
This city will always pursue you. You will walk
the same streets, grow old in the same neighborhoods,
will turn gray in these same houses.
You will always end up in this city. Don’t hope for things elsewhere:
there is no ship for you, there is no road.
As you’ve wasted your life here, in this small corner,
you’ve destroyed it everywhere else in the world.
C.P. Cavafis
Translated by Edmund Keeley/Philip Sherrard
It’s a great poem but I must clarify that I don’t think what Cavafis is trying to say is “wherever we go, we will lead a similar life.” Rather, master Cavafis is telling a story that is beyond first impression: The more you run, the more you will be chased. It is the most interesting, romantic and uncomprehensible rule of the nature and the realm of wild animals that we are also a part of. Additionally, I haven’t been running away. I can say that I neither run away from the place I belong to nor any person. Even if I do run away, I don’t do it to abandon, I do it to consciously distance myself to wait for the right moment. To be honest, it is not because I don’t like the escape or that running away is a mistake. The main reason is, I think I am curious about facing what is mostly escaped from. Taking responsibility for instance. Or seizing the day instead of day dreaming about a far-away heaven. Instead of living like a fugitive, being a part of a long journey that welcomes us back home when the time is right, after having arrived to numerous peaks.
For instance, after I landed in Hong Kong and got outside from the train station I was unexpectedly met with the view of the city along with the Pacific Ocean –I’m sure I stared at the view like the Aztecs looking at the Spanish. The view was completely foreign, more than my mind could grasp with just an initial glance, beyond comprehension – and after 5 years, weirdly familiar, even “home-like.” I guess the word for what stands between those two perceptional points is “life.” Life, people and the world don’t owe us anything, that is why we are never entitled to assume that there is a certain way for how things should be. It may sound cliché – but it is an extremely practical reminder that facilitates daily life for me.
After all these years that I have spent living, I can say that I learnt two essential things. Firstly, everyone, without exception, even the ones that look the happiest (or the ones who actually are) have troubles that they don’t reflect to others. At the same time, everyone, yes everyone, even the ones who are in the most difficult condition or the most sorrowful, has a special source of happiness that even they don’t recognize or have become used to. Secondly, happiness should be a means of living rather than the aim to be achieved. Aiming for such a temporary and addictive hormone sounds pretty primitive if you ask me. So happiness should be used like a fuel for leading a life that is meaningful, worthy of remembering and rich for others. Instead of aiming for happiness, we should think of it like a reward mechanism and let our goals in life be more meaningful, human and worthy. Getting to know a city, trusting a person, truly listening to the person standing before you are the things that are worth patience for example.