Zafer Aracagök’ün Kavramsız Negativite’si kapısı olmayan bir kitap, ki kavramsız olmak biraz da bu demek. Kavram, kapı düşüncesiyle bağlıdır. Sınır çizer, tuğla çeker, duvar örer. Kavramı kullanan (kendi özneliğinin de ispatıdır bu) kapının efendisidir.

Zafer Aracagök’ün Kavramsız Negativite’si kapısı olmayan bir kitap, ki kavramsız olmak biraz da bu demek. Kavram, kapı düşüncesiyle bağlıdır. Sınır çizer, tuğla çeker, duvar örer. Kavramı kullanan (kendi özneliğinin de ispatıdır bu) kapının efendisidir.

Oysa Kavramsız Negativite’nin inanılmaz çok sayıda penceresi var. Herkesin orada olduğunu gördüğü, içeride bir şeyler döndüğünü sezdiği, belki de oradan izlendiklerinin farkında oldukları pencereler bunlar. Mecaz peşinde değilim; kitabın her başlığı son yıllarda gündelik hayatımıza o ya da bu şekilde dokunan meselelerle, olaylarla, imajlarla dolu. Dolayısıyla odalar ve pencereleri kaçınılmaz biçimde oradalar.

Öte yandan klişe deyişlerde olduğu gibi bizim o pencereden hayata bakmamız gerekmiyor. Aksine dışarıdan o pencerenin içine bakmaya zorlanıyoruz Aracagök’ün çalışmasıyla. Kavramsız olmak bir kavramın kuruluşuna tanıklık cesareti demek çokça. Bir odayı kendisi yapan saçmalıkların nasıl bir araya geldiğine, üstüne üstlük kendini kapadığın bu dört duvara bir de kapı yaptığına, ona bir kulp taktığına şahitlik. Herkesin bir kapı önünü tuttuğu (Türhüter) Türkiye gibi bir ülkede pencere içlerinin anlamı üzerine düşünülmesi hâlâ değerli sanıyorum.

Lech Majewski’nin Wojaczek (1999) filminde, Polonyalı şair Rafal Wojaczek bir kapatma aygıtı olan evden çıkış yolu olarak pencereyi seçer. Bu onun özgürleşmesidir. Ben de Aracagök’ün kapısız bıraktığı kitabına seçtiğim bir pencereden, Anti-Hamlet’ten gireceğim.

İlk baskısı 1996 yılında yayımlanmış Anti-Hamlet oyunu Aracagök’ün stratejisinin bir özeti niteliğinde bana kalırsa. Şöyle diyor, Oyuncunun Şarkısı’nda:

“Kabul etmek ile kabul edilen şey arasındaki farkı görmedim.
Kabul ettiğimi görmedim.
Kabul ettiğimi söylemedim.
Ama kabul ettim.”

Anti-Hamlet temsilden kaçamamanın bir temsil kırma biçimi olarak nasıl oyuna sokulabileceğinin harika bir örneğidir. Ki bir kırılma noktası olarak Aracagök’ün hamlesi, Anti-Hamlet’in tersinin Hamlet olmamasında yatar. Hegelci olmayan negativite’nin kullanımı tam olarak buradadır.

Olumlamanın çalındığı yerde negativite basit bir olumsuzlama olarak geri dönmez. Deleuze’ün Fark ve Tekrar’da, diyalektik üzerine –bir daha geri dönmemek üzere– yalnızca bir kez açıklayacağı gibi, teze karşı anti-tezle çalışmayan ancak, sadece ve basitçe, tezin dışında oluşu işaret eden bir negativiteden söz etmek gerekir. Aracagök’ün “Her şeyden önce dil kendisini anlamış mıdır?” diye soran negativitesini burada görüyorum. Keza bizim hermeneutik ülkemizde bu soru yoktur; en uç örneğinde bile olsa olsa bu sorunun temsili vardır.

Bu sorunun yokluğunun kaçınılmaz sonucu metafordan korkan insanlardan kurulu bir ülkedir, ki belki de metaforun büyüğüdür bu. Türkiye “kötü metaforu” metafor bellediği, onu da rasyonel olan içinde yakalamayı marifet sandığı içindir ki bizden şarkı söyleyen filozof çıkmaz. Bizdeki Nietzsche kitabîdir.

Aracagök metafordan korkmaz. Kavramsız Negativite’nin neandertal’i Anti-Hamlet’in zombi’sidir. Geri kalan herkes zombilerle neandertaller arasında geçiş basamaklarını imler. Yine de “metaforu oluşturan içerikler ile anlam alanı arasında bir örtüşme” düşünülemeyeceğinden neandertal zombi değildir. Sırf bu yüzden onu sürekli yeniden yazmak gerekir.

Anti-Hamlet’in sahnesi çekiç seslerinden mütevellittir. Kavramsız Negativite’nin her başlığı ise bir çekiç vuruşu. Onlara katılırsınız ya da katılmazsınız ama seslerini duymazlık edemezsiniz. Buna rağmen görmezden gelebilirsiniz. Zombi kendisini ilgilendirmeyen uyaranı nasıl görmezden geliyorsa öyle.

Bizde çekiç, vuruş sayılır. Bir şeyin imgesi ile kendisini ayırt etmeyen neandertal için bu olgu sinizmin nasıl bu kadar hızlı yayıldığını da açıklar. Elbette onlar bu kitabı okumuşlardır. Ama çekiç de nedir? Vuruşla ne kastediyorsun? Kelimeler, kelimeler, kelimeler ve biraz matbuat. Oysa çekiç vuruş değildir. Çekiç kendinde gerçekleşmeyendir. Vuruş çekiçten önce gelir ve onu henüz çekiç olmadan yakalamak gerekir. “Kavramsız” burada görünür. Olumlanmasında sarhoş çokluk için bu da bir başka “önemsiz”dir.

60 sonrası felsefede birlikte düşünülemeyecek iki uçtan söz edilebilir: Althusser ve Deleuze. Oysa Althusser’in “öznesiz süreci” ile Deleuze’ün “bireyleşmeler”i olumsuzun yeniden düzenlenmesinde birleşir. İşte, Aracagök’ün “kavramsızlığı kendine giydirilen deli ceketinden sıyırma girişimi”ni ve dahi Adorno’ya yönelmesini özne pozisyonuna dair bu tartışma ekseninde değerlendirmek gerekir. Bu da, öyle ya da böyle, bir Deleuze Kullanma Kılavuzu hazırlama işidir.

Yoksa nano-faşizm, “yok edilmiş bir dünyanın yok edilmesi”dir. Bu atmosfer içinde düz anlamıyla kullanılan olumlama ancak MTV olabilir.

Anti-Hamlet penceresinden çıkıp gitmemek için şu alıntıyla bu yazı bitirilebilir:

“HAAAAAAAYııııııır.” (Edward Albee)

Bu yazının en büyük üzüntüsü Ekphrasis’in bireyleşmelerine yetişmemiş olmasıdır. Bu da olsa olsa yazarının hatasıdır.

Sub’a söyleyelim; boks bilenler için wordpress temalı bir salon açsın, ağız tadıyla kavga edebilelim.

NOT: Tırnak içinde verilmiş alıntılar Zafer Aracagök’ün Kült Neşriyat tarafından sayfa numarasız olarak basılan Zeminsiz Üçleme kitabındandır.

EleştiriFikir

Bunları da Sevebilirsiniz

PEN Centres are promotıng the works of İlkyaz wrıters around the world. For the fourth ıssue we are collaboratıng wıth PEN French Centre. In the ‘Writings’ section of our website, we will be introducing three young writers monthly. Aside from English, each month we will partner with one of over a 100 PEN Centre’s located …

Share

Avlusuna kubbenin yürürsen kurtulursun Meydana konan kuşu beslemiş bir çocuksun Gönlünün tekeline almışsın hasretleri Hikayesini Zin’in okumadan duymuşsun Maviyi severim de kırmızıya karşıysan İlla omuz bulunur sarılmaktan kaçmazsan Dört kapak da kapalı sende kalmamış umut Bahane etme kışı, mevsim içinde soğuk Düşmek kalkmak yük değil ayakların alışır Yüreğine hicret et, sahibiyle bir tanış Annene koşar …

Share

Biz bozkır çocukları, denizde yüzerek değil toz toprakla oynayarak yaşadık çocukluğumuzu… Yeşile bakarak değil kızıl toprağa bakarak öğrendik hayal kurmayı… Manzaramızda yeşil veya mavi yoktu belki, ama biz hayallerde var etmiştik o renkleri, bu yüzdendir çoğu insanın, şehirlerimizi renksiz görüşü. Ama bizim bir o kadar vazgeçmeyişimiz, inatla sevmemiz, kimsenin görmediğini görmemizdendir. Çünkü biz bozkırlılar kurak …

Share
Önceki / Previous PEN Almanya Genç Yazarlarımızı Tanıtıyor!
Sonraki / Next Gabrıelle Hıck: The Lıttle-Known Reason Pencıls Are Yellow