(Yazarın çizimidir.)
Milyonlarca insanın bir yerlere yetişme telaşıyla koşturduğu milyonlarca sabahtan biriydi. Telefonunu metroya girmeden son kez kontrol etti. Yeni bir mesaj ya da bildirim yoktu. İstanbul kartını turnikeye okuttuğunda çıkan dııdıtt sesi ona bu insan yığınının sıradan bir parçası olduğu gerçeğini fısıldadı, canı biraz sıkıldı buna. Yığınların sıradan bir parçası olmayı kabul etmek zordu. Çoğu zaman biricik olduğunu düşünürdü. Günlük koşuşturma içerisinde kimsenin fark edemeyeceği detayları fark ederdi çünkü. Hiç tanımadığı genç bir kadının üzerindeki elbisenin yeni olduğunu fark edebilirdi mesela. Kadının o elbise içerisinde kendini güzel hissettiğini anlardı. Güzellikle gelen özgüveni elle tutulur bir şey gibi karşısında görürdü. Trenin ta diğer ucundan başka bir kadının, elbisesi üzerine yakışan kadına attığı o bakışı kendisinden başkası yakalayabilir miydi? Kulaklarında kulaklıklarıyla yan yana duran iki gencin birbirlerine hiç dönüp bakmadan kur yaptıklarını görebilmek duvarların arkasını görebilmek gibi bir meziyet gerektirirdi.
Ancak turnike herkes için aynı dııdıtt sesini çıkartırdı. Kendisi, Esin ve diğerleri için bu durum değişmezdi. Şehrin altında köstebekler gibi ilerleyen binlerce insan sabahları genelde işlerine, okullarına, doktor randevularına, sınavlara, mülakatlara metro hatlarının kendine has rutubet kokusunu ciğerlerine doldurarak ilerlerdi. Ayakta olan çoğunluk, tutacağı tutan kolları yorulduklarında değişken aralıklarla diğerleriyle yer değiştirirlerdi. En konforlu yolculuk oturarak yapılıyorsa ikinci sırada muhakkak bir köşeye yaslanmak geliyordu ve trenin içerisinde ayaktaki insanların kafaları bu jeopolitik stratejilerle meşguldü.
İneceği durak yaklaştı. Kapıya doğru yöneldi. Kitabını, bir parmağını kaldığı sayfaya sıkıştıracak şekilde yarım kapattı. Hat aktarmasından sonra okumaya devam edecekse kitabı elinde bu şekilde tutardı. Önünde duran şişman adam inecek gibi değildi ve yolu kapatıyordu. Kapıyla adamın arasına omuzunu hafifçe sokup “pardon” dedi. Trene girmek üzere kapıların önünde birikmiş kalabalığı görünce bu kalabalıkla içerden çıkanların sayısı arasında bir oranlama yaptı. Trene binecek olanların sayısı muhtemelen inenlerden yüzde otuz civarında daha fazlaydı. Bu kadar insan trene nasıl sığacak diye düşündü. Bir trene acaba balık istifi kaç bin insan sığıyor olabilirdi? İETT Genel Müdürlüğü’ne bilgi almak üzere bir dilekçe yazmayı düşünse de bu obsesif tavırların kimseye faydası olmayacağından hemen vazgeçti.
Şehre yeni gelmiş bile olsanız trenden inmek ve yolu bulmak için zihinsel bir çabaya gerek yoktur. Kendinizi kalabalığın akışına bırakmanız yeterlidir. Yine öyle yaptı. Yüzlerce insanla birlikte çıkışa yönelirken adımlarını yavaşlattı ve az önce boşalttıkları trenin nasıl tıka basa doldurulduğunu izledi. Dışarıda yine tek bir kimse kalmamıştı. Merdivenlerden koşarak inen bir adamın trenin gittiğini fark ettiğindeki yüz ifadesine dikkatlice baktı. Kendi de treni kıl payı kaçırdığında acaba yüzü böyle bir ifadeye mi bürünüyordu kim bilir? Dünyayı yürüyen merdivenlerde yürüyenler ve sağda bekleyenler olarak ikiye ayırmak mümkündü. Bazılarımızın hep acelesi vardı. Kendi de basamakları çıkanlar arasındaydı ama bir gün o da bu mücadeleden vazgeçeceğini ve geç kalma pahasına da olsa o da Esin gibi yürüyen merdivenlerin hızına teslim olacağını düşündü. Metro’dan yeryüzüne çıktığında telefonuna şebekenin gelmesini bekledi. Asıl beklediği, bilinmeyen bir numaradan, Esin’den gelebilecek bir mesajdı. Birkaç reklam mesajı ve işle ilgili e-posta haricinde bir şey yoktu. Dışarıda tipi bastırmıştı. Kaldırımlardaki kalabalığın adımları, yerde kar birikmesine izin vermiyordu ve bu durum damarlarına zerk edilen ince bir huzursuzluk gibi ruhunda yayıldı. İnsan ve otomobil selinin arasından çalıştığı binaya vardı. Parmağını okutup içeri girdi. İçeride yapılacak işlerden ziyade kendisinden ve diğer tüm çalışanlardan beklenen en önemli ödev olan; o gün o saatte orada olma görevi büyük ölçüde tamamlanmıştı.
Tüm gün çok da önemli olmayan onlarca iş yaptıktan sonra eve dönmek üzere çıktığı istasyondan metroya indi tekrar. Eve gitmek için bir hattan diğerine aktarma yapmak gerekiyordu. Bu ikinci hattı ana arterlere göre daha az insan kullandığından aynı saatler arasında sürekli karşılaşılan insanların yüzlerini tanımak mümkündü. Uzun boylu, zayıf ancak atletik bir görünümü olan, her gün gri takım elbise giyen genç bir adam bunlardan biriydi. Kısa saçları, traşlı çirkin yüzü bir bankada ya da kurumsal bir şirkette çalıştığı izlenimini veriyordu. Dikkat çekici herhangi bir hareketi yoktu. Muhtemelen evden işe, işten eve uzanan bir hayatı vardı. Diğer bir tanıdık yüz ise, orta yaşlı elinde deri evrak çantası olan adamdı. Etrafıyla pek ilgilenmezdi. Treni beklerken tahminen yüz metre uzunluğundaki istasyon boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Bunu sporsuz hayatına kendince bir hareket katmak için yapıyor olabilirdi. Okullarından dönen liseliler, kentsel dönüşüm bölgelerine giden yorgun inşaat işçileri, plazalarından çıkıp evlerine koşturan beyaz yakalılar… Hepsinin ortak noktası yüzlerinden mutsuzluk akmasıydı.
Esin’le böyle bir iş dönüşü tanışmışlardı. Otuzlarının ortasında olduğunu tahmin ettiği genç bir kadındı Esin ve yuvarlak gözlüklerinin altındaki çekik gözleri onu oldukça akıllı gösteriyordu. Treni beklerken bankta yan yana gelmişlerdi. Esin oturduğu gibi küçük sırt çantasından kitabını çıkarmıştı. Göz ucuyla kitaba bir bakış attı. Bu ufak tefek, güzel genç kadınla aynı kitabı okuduklarını fark edince mutlu bir şaşkınlık yaşadı. Bu durum mucizevi bir tesadüf değildi aslında ancak o an için büyülüydü. Bu tesadüfü o da fark etsin diye elindeki açık kitabını kapatmıştı. Esin, kitabın kapağını görünce gülümseyip ona baktı. İkisi de Jay Parini’nin Son İstasyon adlı romanını okuyorlardı. O henüz kitabın başlarındaydı, Esin ise bitirmek üzereydi. Kitap hakkında konuşmaya başlamış ve benzer detaylardan etkilendiklerini görmüşlerdi. Esin adeta gelecekten gelmiş biri edasıyla ilerleyen sayfalarda karşılaşacağı bazı karakterlere ve onlar arasındaki ilişkilere dikkat çekmişti. Hikâyenin devamı ile ilgili sorular sorup durmuştu Esin’e. O da bir sürprizi gizliyormuş ancak ipucu vermekten geri kalmıyormuşcasına tatlı tatlı anlatmıştı. Yolculuk boyunca sohbet devam etmiş, ikisi de aynı kitabı okuyor olmalarının tanışmaları için bir sebep olduğunu düşünmüşlerdi. Birazdan o anons trenin içinde yankılandı. “Bu durak, bu yöndeki son istasyonumuzdur”. Ellerindeki kitabın isminin anonsta da geçtiğini duyunca gülüşmüşlerdi. Yürüyen merdivenlerde sağda durup acelesi olanların soldan geçmesine izin verdiler. Dışarıdaki serin hava, oldukları yerde yükseldikçe hissedilebilir oluyor ve onlara ayrılmak üzere olduklarını hatırlatıyordu. Metro’dan çıktıklarında Esin bu güzel sohbet için kendisine teşekkür etmiş, o da teşekkür edenin asıl kendisini olduğunu söylemişti. Elindeki kitabı bir teşekkür hediyesi olarak Esin’e uzatmıştı. Bu arada kartvizitini de el çabukluğuyla kitabın arasına sıkıştırmıştı. Esin kitabı almış, kendininkini de ona vermişti. Ve ayrı yönlere doğru yürümüşlerdi.
Tanıştıkları günden o güne kadar metro çıkışındaki ayrılma anını her seferinde farklı şekilde kafasında tekrar tekrar yaşamıştı. Yaptığının yersiz olduğu fikrine kapıldığı zamanlarda daha açık ve dürüst şekilde, sonra tekrar buluşup sohbete devam etmeyi teklif ediyordu. Zihnindeki Esin bu teklife her defasında farklı, sıcak, çekingen, ürkek tepkiler veriyordu. Ondan haber alamadıkça gerçekten yaşanan ile kafasında kurdukları birbirine karışıyor, neyin gerçek neyin hayal olduğu konusunda şüpheye düşüyordu. Garip bir şekilde onunla sadece trende ya da tren beklerken karşılaşacağını hayal edebiliyordu. Dışarıda devam eden hayatından, arkadaşlarından, ailesinden, kariyerinden çok ayrı bir evrende; yer altında gerçek dışı bir karaktere dönüştürmüştü zaman içerisinde onu kafasında. Kendine kurduğu bu alternatif evrenin varlığını sürdürmek için kitabı çok yavaş okuyor, bazen günde bir sayfayı geçmiyordu. Ancak o gün artık kitabın son sayfasını okuyup bitirdiğinde bir duygu ona, kalabalık vagonların arasında, turnikelerin önünde biriken insanların içinde, yürüyen merdivenlerde, grinin hâkim olduğu büyük ve soğuk koridorlarda aradığı şeyin Esin’in kendisi değil, zihninin derinliklerine gömüp unutmayı tercih ettikleri olduğunu söylüyordu.
-S O N –
(The author’s drawing.)
It was one of the millions of mornings where millions of people were hurrying to reach somewhere. He checked his phone one last time before he entered the subway. There were no new messages nor any notifications. The beep-beep sound of the metro card whispered him the fact that he is an ordinary part of this crowd, he frowned. It was difficult to accept this fact. Most of the time he thought he was unique. He would notice details that other people would tend to skip in their daily hassles. He would be aware of for example, that a women, a total stranger to him was wearing a new dress. He would understand that she felt beautiful in that dress. Moreover, he would see the self-confidence which came along with beauty as if it was in front of him in flesh. Would anyone else care to catch the gaze of another women at the very end of the waggon, directed to the pretty women with the dress? Two young pals with earbuds in, standing beside one another were actually flirting without even facing each other, and it took a virtue like seeing beyond curtains to recognize this.
And yet, the turnstile made the same beep-beep sound for everyone. This never changed for him, Esin or the others. Thousands of people, wormed underground like moles, early in the morning rushing to their jobs, schools, appointments and exams, sniffing the eccentric smell of the underground. The standing majority switched hands when their holding hands got tired. If the comfiest ride is the one where you get to sit down, the second comfiest was for sure, to lean on a corner. The minds of the people standing were busy with these jeopoloitic strategies.
His stop approached. He headed to the door. He closed his book partly, placed his finger inbetween, to the page he left off. This was how he held the book if he decided to continue reading after changing trains. The chubby guy in front of him was not planning on stepping out at his stop and was blocking the way out. He squeezed in his shoulder between the door and the chubby man and said “Excuse me”. When he saw the crowd outside waiting to get in, he calculated a ratio of them and the crowd that just got out. The number of people who stepped on the train were approximately thirty percent more than the ones who stepped out. How would all of these people fit in this train. How many people in total would this train take if they were packed like sardines? For a second, he thought about writing a petition letter to İstanbul Electric Tram and Tunnel Works (İETT) but then figured his obsessive attitudes wasn’t much of a help to anyone.
Even if you’re new to a town, you wouldn’t need a mindful effort to get off the vagon and find the way out. You only need to go with the flow of the crowd. That’s what he did. Approaching to the exit alongside with hundreds of people, he slowed down and watched how the waggons they left empty got bulged with people all over again. Not a single person was left at the platform. A man came running down the stairs and realized he missed the train. He carefully examined the man’s face. Did his face also gained the same expression when he missed the train by seconds, who knows? It was possible to divide the world in two parts; people who waited on the right side of the stairs and the ones who chose to climb them. Some of us are always in a hurry. He was one of the climbers but he thought to himself, someday he would give up this effort and even if the cost was to be late, he would surrender to the speed of the escalator as Esin did. He waited for his phone network to recover when he stepped out of the underground. What he actually waited for, was a message from Esin through an unknown number. There weren’t any messages except some advertisements and an e-mail from work. There was a blizzard outside. Constant footsteps of the masses weren’t letting the snow build on the floor and this situation infused into his veins and confiscated his soul as a slender unpleasantness. He gave a fingerprint impression and continued inside. Apart from all of the work they had to do during the day, he almost already completed the essential duty expected from him and his co-workers; being present there at that specific time of the day.
After accomplishing tons of fairly uninportant things at work, he stepped inside the same station he got off in the morning. He had to transfer from one line to another in order to get home. This second line was slighlty less preferred than the main line so it was highly likely to see familiar faces at specific times. A tall, skinny yet an athletic looking young man who wears a grey suit everyday was one of these faces. His short hair and shaved ugly face gave the impression that he worked at a bank or a corporate company. He didn’t have any outsanding actions. He probably had a life pattern consisting of work to home and home to work. Another familiar face was a middle aged man with a leather briefcase. He didn’t care much about the world. He walked up and down the platform while waiting for the train. He might have been doing this to add some exercise to his inactive lifestyle. Highschoolers returning from school, tired construction workers going to urban transformation areas, white collars leaving plazas and hurrying to get home… The common thread to all of these people was the joylessness on their faces.
He met Esin on a day just like this. Esin was a young woman whom he thought to be in her mid-thirties and her slanted eyes beneath her round glasses made her look wise. They sat next to each other while waiting for the train. Esin took a book out of her tiny bag as soon as she sat down. He glanced at the book. He felt happy and surprised to see that he was reading the same book this tiny, beautiful women was reading. This situation wasn’t much of a miraculeous coincidence but for in that moment it was enchanting. He wanted her to also realize this coincidence, so he closed the book, showing the cover. Esin smiled at him when she saw the book. They were both reading Jay Parini’s novel The Last Station. He was only at the beginning and Esin was about to finish. They started to talk about the book and realized they were astonished by the same details. Esin, almost as if she came from the future, drew his attention towards some characters and relationships in the novel which he will be reading towards the end. He constantly asked about the rest of the story. She answered him in the cutest way; like she was covering the actual surprise but still not hesitating to give some hints. The conversation lasted for the whole ride and they both thought reading the same book was eventually a reason for them to meet. A while later the anouncement echoed inside the waggon. “This is the last station in this direction”. They laughed when they heard the heading of the book in their hands was announced in the train. They stood on the right at the escalator and let the others pass by. The chilly weather outside became concrete as they gradually escalated upwards and reminded them it was time to go their own ways. Esin thanked him for the pleasant conversation when they got out of the subway, he thanked her back. He offered Esin his book as thank you and slipped his card inbetween with a quick hand. Esin took his book and gave him her copy. And they walked seperate ways.
He re-lived the time they departed in his head over and over again in different ways, since the day they met. When he felt like what he did was out of place, he honestly and directly offered to meet with her to continue their talk. The Esin in his mind responded to this offer differently each time; timidly, warmly, frightened. As time passed what truly happened and the scenarios in his mind got tangled, he developed second thoughts to what was the real story and what was in his head. Strangely, he only imagined running into her on the platform or in the train. In a universe seperate from his world outside, his friends, family and carreer; he made her into an unreal underground character as time passed. He read the book extremely slowly, sometimes not more than a page a day, to seize and extend the existence of this fantasy world he created. But that day when he finally finished reading the last page of the book, he had a feeling that between the packed waggons, inbetween the people accumulated in front of the turnstiles, on the escalator, through the cold and gray corridores, what he searched for was not Esin herself, but what he hid deep inside his conciousness and preferred to forget.
-T H E -E N D –
Het was een ochtend als miljoenen andere, met miljoenen mensen die haastig probeerden op tijd te komen. Voordat hij de metro in stapte, keek hij nog even op zijn mobiel. Geen nieuwe mededelingen of berichten. Het tieda dat klonk toen hij zijn vervoerspas voor de lezer bij het tourniquet hield, fluisterde hem toe dat hij deel uitmaakte van al deze mensen, dat ergerde hem een beetje. Het viel niet mee je erbij neer te leggen dat je een onderdeel was van de massa, niks bijzonders. Meestal vond hij zichzelf uniek. Hem vielen in het dagelijkse gejakker allerlei details op die andere mensen niet zagen. Hij kon bijvoorbeeld zien dat een jonge vrouw die hij verder niet kende een nieuwe jurk droeg. Hij had in de gaten dat ze zich in die jurk mooi voelde. Het zelfvertrouwen, dat door schoonheid wordt ingegeven, zag hij als iets tastbaars voor zich. Of een vrouw helemaal aan de andere kant van het compartiment die een blik wierp op de vrouw met de jurk die haar zo goed stond, was er nog iemand anders die zag hoe ze keek? Of die kon zien dat twee jongeren die naast elkaar zaten, ieder met een koptelefoon op, zaten te flirten zonder elkaar maar aan te kijken? Dat kunnen opmerken was net zo’n talent als door muren heen kunnen kijken.
Maar bij het tourniquet klonk voor iedereen hetzelfde tieda. Voor hem, voor Esin en voor de anderen. Duizenden mensen begaven zich ’s ochtends op weg, naar hun werk meestal, of naar school, een ziekenhuisafspraak, een sollicitatiegesprek, als mollen kropen ze onder de stad voort, vulden hun longen met die eigenaardige, vochtige lucht die in metrogangen hangt. De meesten moesten staan, en als ze een lamme arm kregen doordat ze de lussen aan het plafond al zo lang vasthielden, wisselden ze na kortere of langere tijd met de anderen van plaats. De reis was natuurlijk het comfortabelste als je een zitplaats had; kon je die niet bemachtigen, dan was het beste om in een hoekje te leunen – iedereen in het compartiment die geen zitplaats had werd door dit soort geopolitieke strategieën in beslag genomen.
Ze waren bijna bij het station waar hij zou uitstappen. Hij bewoog zich in de richting van de deur. Hij sloeg zijn boek dicht, maar hield zijn vinger tussen de bladzijden waar hij gebleven was. Zo hield hij zijn boek altijd vast als hij na de overstap verder reisde. De dikke man voor hem stond in de weg en leek niet van plan uit te stappen. ‘Neem me niet kwalijk,’ zei hij terwijl hij met lichte drang zijn schouder tussen de deur en de man duwde. Toen hij alle reizigers zag die op het perron stonden te wachten tot de deuren zouden opengaan, probeerde hij in te schatten hoeveel mensen zouden instappen en hoeveel er de metro zouden verlaten. Het aantal reizigers dat de metro in wilde lag waarschijnlijk dertig procent hoger dan het aantal uitstappers. Hoe moesten zoveel mensen de metro in, vroeg hij zich af. Hoeveel duizenden zouden er eigenlijk überhaupt in een metro passen, stel dat ze als haringen in een ton stonden? Hij overwoog het algemeen directoraat van het Istanbulse vervoersbedrijf met een brief om inlichtingen te vragen, maar zag er meteen weer van af, aan dat soort obsessief gedoe had niemand wat.
Zelfs als je nieuw bent in de stad, vergt het geen enkele mentale inspanning om uit de metro te stappen en je weg te vinden. Je laat je simpelweg door de mensenstroom meevoeren. Dat was wat hij maar weer eens deed. Terwijl hij met honderden anderen richting uitgang ging, vertraagde hij zijn pas en zag hoe de metro die net was leeggestroomd alweer afgeladen vol was. Iedereen had erin gekund. Hij keek aandachtig naar de gezichtsuitdrukking van een man die hollend de trap was afgekomen en toen merkte dat de metro net vertrok. Zou hij zelf ook zo kijken wanneer hij de metro op een haar na miste? Je had twee soorten mensen: zij die op de roltrap lopen, en zij die aan de rechterkant stil blijven staan. Sommigen van ons hebben altijd haast. Zelf was hij ook iemand die op de roltrap altijd liep, maar hij vermoedde dat hij op een dag van die strijd zou afzien, dan kwam hij desnoods maar te laat, hij zou zich net als Esin aan de snelheid van de roltrap overgeven. Toen hij boven de grond kwam, wachtte hij tot zijn telefoon weer bereik had. Maar waar hij eigenlijk op wachtte, was een sms-je van een onbekend nummer, een sms-je dat misschien wel van Esin was. Behalve wat reclame en emails van zijn werk was er niks. Buiten sneeuwde en waaide het. Maar door de drommen mensen die op het trottoir liepen bleef de sneeuw niet liggen, een vaag gevoel van onrust trok door zijn geest, verspreidde zich alsof hij ermee geïnjecteerd was. Laverend door de stroom van mensen en auto’s bereikte hij zijn werk. Hij hield zijn vinger voor de lezer en ging naar binnen. De belangrijkste taak die hem en de andere medewerkers binnen wachtte, belangrijker dan het werk dat gedaan moest worden, de plicht namelijk om op die dag en dat uur aanwezig te zijn, was grotendeels volbracht.
Nadat hij de hele dag tientallen niet erg belangrijke klusjes had gedaan, liep hij weer naar het station waar hij ’s ochtends was aangekomen en daalde af naar het metroperron. Om naar huis te gaan moest hij één keer overstappen. Die tweede lijn was altijd minder druk dan de hoofdaders van het metronet, waardoor je mettertijd gezichten leerde kennen van de reizigers die je op steeds dezelfde tijden zag. Een lange, magere maar atletisch uitziende jonge man die iedere dag een grijs pak droeg bijvoorbeeld. Met zijn korte haar, zijn geschoren, lelijke gezicht wekte hij de indruk op een bank of bij een of ander groot bedrijf werkzaam te zijn. Niets in zijn gedrag trok de aandacht. Waarschijnlijk bestond zijn leven uit niet meer dan werk en huis. Een man van middelbare leeftijd met een leren aktentas was een ander bekend gezicht. Hij bemoeide zich nauwelijks met de mensen om zich heen. Als hij moest wachten op de metro, ijsbeerde hij over het perron, dat zo’n honderd meter lang was. Misschien probeerde hij zo toch enige beweging in zijn sportloze leven te brengen. Leerlingen van het lyceum die uit school kwamen, vermoeide bouwvakkers die onderweg waren naar de wijken waar de stadstransformatie aan de gang was, witte boord-werkers die uit de grote kantoorpanden kwamen en jachtig naar huis gingen… Wat ze gemeen hadden was dat hun gezicht verraadden hoe ongelukkig ze waren.
Op een van die reizen van zijn werk naar huis had hij Esin leren kennen. Een jonge vrouw, half dertig schatte hij, met smalle ogen achter ronde brillenglazen, waardoor ze er heel verstandig uit zag. Ze zaten toevallig naast elkaar op een bankje, beiden wachtend op de metro. Zodra Esin was gaan zitten, haalde ze een boek uit haar rugzakje. Hij had er een steelse blik op geworpen, en gezien dat deze tengere, mooie jonge vrouw hetzelfde boek las als hij. Een gelukzalige verbijstering maakte zich van hem meester. Een wonderbaarlijk toeval kon je het eigenlijk niet noemen, maar op dat moment was het betoverend. Hij had zijn boek dichtgeslagen zodat ook zij het toeval zou opmerken. Toen Esin het omslag van zijn boek zag, had ze hem met een glimlach aangekeken. Ze lazen alletwee Het laatste station, een roman van Jay Parini. Zelf was hij er nog maar net in begonnen, Esin had het al bijna uit. Ze begonnen over het boek te praten, en kwamen erachter dat ze door dezelfde details geraakt waren. Zoals Esin zijn aandacht had gevestigd op bepaalde personages die hij verderop in het boek zou tegenkomen en hun onderlinge relaties – het leek haast alsof ze uit de toekomst kwam. Hij had haar de ene na de andere vraag gesteld over hoe het verhaal verder ging. Ze had vrolijk zitten kletsen alsof ze eigenlijk vond dat het een verrassing moest blijven maar er geen bezwaar in zag hem allerlei hints te geven. Hun gesprek had de hele reis geduurd, en alletwee hadden ze gedacht dat hun boek ervoor had gezorgd dat ze elkaar hadden leren kennen. Even later had er door de omroepinstallatie een mededeling geklonken: ‘Het volgende station is het laatste station in deze richting.’ Ze hadden moeten lachen toen ze hoorden dat de titel van hun boek in het omroepbericht voorkwam. Op de roltrap bleven ze rechts staan, mensen met haast lieten ze links passeren. Naarmate ze hoger kwamen, werd de koele buitenlucht voelbaarder, het herinnerde hen eraan dat ze zometeen uiteen zouden gaan. Bij de uitgang van het station had Esin hem bedankt voor het leuke gesprek, hij had gezegd dat hij juist haar wilde bedanken. Als blijk van dank had hij haar zijn boek gegeven. Hij had snel zijn visitekaartje tussen de bladzijden gestoken. Esin nam zijn boek aan en gaf hem het hare. Toen waren ze ieder huns weegs gegaan.
Sinds de dag dat ze elkaar hadden leren kennen had hij het moment waarop ze uiteengingen steeds weer herbeleefd, en iedere keer weer anders. Vond hij het misplaatst wat hij gedaan had, dan stelde hij haar directer en oprechter voor om elkaar nog eens te ontmoeten en dan verder te praten. De Esin in zijn hoofd reageerde iedere keer weer anders op zijn voorstel, soms hartelijk, dan verlegen, dan weer bedeesd. Hij hoorde maar niet van haar en hoe meer tijd er verstreek, hoe meer alles wat hij echt had meegemaakt en alles wat hij fantaseerde door elkaar begon te lopen, hoe meer hij begon te twijfelen wat echt was en wat verbeelding. Vreemd genoeg kon hij zich niet voorstellen dat hij haar ergens anders zou tegenkomen dan in de metro, of wachtend op de metro. In de loop van de tijd had hij haar in zijn hoofd getransformeerd tot een onwerkelijk, ondergronds personage, los van haar leven, dat buiten doorging, los van haar vrienden, familie, carrière. Om het bestaan van het alternatieve universum dat hij voor zichzelf had bedacht voort te kunnen zetten, las hij heel langzaam verder in zijn boek, soms niet meer dan een pagina per dag. Maar toen hij die dag de laatste bladzijde uit had, zei een bepaald gevoel hem dat hij in die drukke metrotreinen, in de menigte voor de tourniquets, op de roltrappen, in de grote, koude, voornamelijk grijze gangen in feite niet naar Esin zocht, maar naar wat ze diep in hun geest hadden begraven en liever maar vergaten.
Oorspronkelijke titel: Bu yöndeki son istasyon. Vertaald uit het Turks door Hanneke van der Heijden (8 februari 2019).