Sabah ezanıyla bir güne daha uyandı. Geceden uykusunu alamamış olacak, aynı anda binlerce defa uyandı. Lanet ederek. Müezzin, sesinin en yüksek tınısıyla bir güne daha şükrediyordu. Sedat şükretmiyordu. Kabahati durmadan yüzüne vurulan bir çocuk gibi, aklında kaçmak vardı. Bir ağaç kovuğuna. Bir gider borusuna. Bir kahve telvesine. “Bu da hayat mı?”
Temiz giyinmesi gerekmiyordu. Yoksulluk sınırının altında çalışanlar temiz giyinmese de olurdu. Traş olmayacaktı. Kimsede iyi bir intiba bırakmasına gerek yoktu. Aynada gözlerine bakmazdı. Bugün de aynı insan mıyım diye, bakmazdı. Her yeni güne seçeneksiz uyanmıştı. Skoru çoktan belli olan bir maçın durmadan uzatılan dakikaları gibi. Yalnızca bir gol daha yemesin diye, canla başla, her sabah erkenden ve seçeneksiz. Topu kalesinden uzak tutmaya koşan bir topçu gibi. Lanet ederek. Bu da hayat mı?
Çoktandır başındaki simit küfesinden gökyüzünü unutmuştu. Belki de hiç merak etmemişti. Aynadaki sureti gibi, bu sabah da oradaydı. Aynıydı ya da değişmişti, duruyordu işte. Ozon tabakası delinmişti ya da sağlamdı, güneş sistemi hareket halindeydi ya da sabitti, milyonlarca ışık yılı ötede başka bir yaşam vardı ya da yoktu. Sedat’ı ilgilendirmeyen bütün ihtimaller bu sabah da oradalardı. Yaşamaya değer bir hayatın dışında kalan her şey yerli yerindeydi. Parmak gökyüzünü gösterdiğinde, sadece aptal insanlar parmağa bakarmış. Sedat hep parmağa baktı. Şayet gökyüzünden bir uzay aracı filan geçmiyorsa, o parmak, hepsi aynı olan simitlerin en iyisini seçtiğine inanan bir müşteriye aitti çünkü. “Şunu şunu! Yok, o biraz yanık gibi. Onu değil kardeşim. Sağdakini sağdakini… Hah… Güzelce sarıver. Para aldığın elinle mi tutuyorsun be adam… Tamam ver hadi ver. Gazete kâğıdına mı sarıyorsun? Boyası geçti hep… ” Demek ki neymiş? Parmağa bakanlar değil, parmakla gösterenler aptalmış. Aptal insanlar. Genellemeler de aptal. Yahut değiller. Onlar da yerli yerindeler.
Sedat ona hiçbir şans vermeden dönen dünyanın güzelliklerine bakmaya artık gerek görmüyorsa ne çıkar? Ne çıkar çoktan unuttuysa hepsini? Onlar unutmamışlar mı sanki? Ellerinde sıcak sabah kahvesi. İçilmeyecek olan. Yüzlerinde biriken işler. Bitmeyecek olan. Ayda bir detoks. Çok satanlarda kişisel gelişim merakı. Plazalarda spor salonu üyeliği. Yetmedi mi? Kozmetik endüstrisi. Yetmedi… Estetik cerrahları. Yetmiyor… Daha ‘iyi’ sevgili. Bedenleri güzel, sevgileri hep yarım. Unutmaz olurlar mı? Bu da hayat mı?
Ya oradakiler? Sedat’ın en iyi müşterileri. Yüzleri dupduru, gencecik, ışıklı. Nasıl da güzeller hiç özenmeden kendilerine, önemsemeden kendilerini, kendiliğinden. Hızla dibe sürüklenen bir çağın düzlüklerinde, kapitalizmin temel direklerini sarsacak kadar eksiksizler. Para vererek sahip olunamayan, yeri tüketimle doldurulamayan hiçbir şeyi kaybetmemişler henüz. Gözlerinde gençliğin meşalesi. Zihinleri çalışkan, aktif, karmakarışık… Düşlemezler mutlu olmayı. Onlar Sedat gibi olmak isterler. Çırası, ateşi tastamam olan kalplerine ‘yanmak’ için bir sebep vermek isterler. Yüzündeki yokluğa, çok görüp geçirmişliğe gizliden gizliye hayranlık duyarlar… Sedat’ı kendisinden bile daha iyi anlamak, her sabah onun yerine lanet etmek isterler. Bir hikâyeleri olsun diye. Önemli olsunlar diye. Şu zalim hayatta en haklı, çünkü en dertli, yine kendileri olsun diye. Hayat mı ulan bu? Bu da hayat mı? Gökyüzünden mahrum kalmadan. Yükünün altına hiç girmeden. 5 kuruşları çıkışmaz. Sedat helal eder.
Günlerden Pazartesi ise, Neyzen Sokağı’ndan Füsun adında bir kadın geçer. Bembeyaz ellerinde kırmızı, mavi pazar torbaları. İçlerinde bol yeşillik, patates, soğan, sivri biber. Yüzüne pek bakamaz ya, Füsun hep o kadındır zaten. Sevilecek kadın. Kimi zaman ona para uzatan ellerine bakmaya da utanır. Kocası hiç korkmaz. Füsun’un elleri Sedat’ın olsa, korkudan sımsıkı tutamaz. Kocası kollarını boynuna dolar. Nezaketsiz, bir suntaya sarılır gibi. Kıllı, ağır, terli. Bu da sevgi mi?
Düşünmesine gerek yok bunları. Bakmasına gerek yok bunlara. Zaten oradalar. Sevecek, sevilecek, uğruna mücadele edilecek bir hayatın çok uzağındalar. Bu sabah da yerli yerindeler.
Mahalleyi bitirip merkezî sokakları dolanmaya başladı. Sisli, bulanık, pis bir Ankara sabahı. Sedat’ın uyanarak işlediği kabahati durmadan yüzüne vuruyordu. Verebilecek daha iyi bir şeyi olmadığından, egzoz dumanlarını yakasına takarak. Üstüne kusarak. Sorumlusu Sedat’mış gibi. Lanet ederek. Yaşar’ın çalıştığı kafenin önünde durdu. Simitleri tahta düzeneğe emanet edip içeri girdi. İyi adamdı Yaşar. Aile babasıydı. Sabahtan akşama kadar garsonluk, akşamdan geceye kadar da semt gazinosu mesaisinden geriye ne kalıyorsa, o kadarlık baba sanırdı kendini. Eve suçlu girerdi. Bu da hayat mı? Çocukları kenara köşeye bıraktıkları defterlerin, kitapların dışa doğru kıvrılan uçlarından severdi. Oturup, kalkıp, uyumaya gittikleri koltuk izlerinden. Akşam yemeğinden kalma bulaşıkların neşeli kirinden… Sabahları Sedat’a çay ısmarlamadan yollamazdı. Zamanla Sedat’ın simit tezgâhına da bir şekilde izin çıkarmış, ısıtıcının önünde konaklayabilmesini sağlamıştı. İşini saygıyla yapardı. Garsondan çok, kitapları satmayan bir yazara benzerdi. Yaşar çıktıktan sonra kafeye gelen müşterilerden bazıları ona selam yollamayı ihmal etmezdi. Bu sabah ortalıklarda görünmüyordu. Yaşar’ı göremeyince sabahın ağırlığı iyice yük olmuştu sırtına. Bir gülüşün, bir selamın eksikliği nasıl da ağır. Ağırlık üstüne ağır. Ya taşıyamazsa bugün? Kimsenin umurunda mı? Bu da hayat mı?
Çay vereni olmadı. Tezgâhı toplayıp simitleri başına tac etti yine. Şaşırmadan. Gocunmadan. Yılgın. Büyük alışveriş merkezinin önünde yine bir sürü insan toplanmıştı. Sabahın bu saatinde neylerler, diye düşündü Sedat. Sigaralarını içerken çok uzaklara dalar gibi. Hiç susmayan cep telefonlarına, durmadan gelen yeni bildirimlere, son dakika haberlerine, futbol bültenlerine, her biri birbirinden güzel ve iri memeli kadınların fotoğraflarına, uzun boylu, kaslı, zengin erkeklerin fotoğraflarına artık dayanamaz gibi. Altlarında daracık kot pantolonlar, her mevsim açıkta bıraktıkları ayak bilekleri. Garip garip ayakkabıları, ayakkabıların içinden görünmeyen kısa çorapları, muhakkak birer kol saatleri var. Hava soğuk. Yağmur da başladı. Hayatlar bir alışveriş merkezi ile bir hamburgercinin tam kesişiğinde. -Bu da hayat mı?- Hayalleri, kim bilir nerede.
Sedat’ın simitlerini satacak aklı başında bir insan topluluğu aramaya mecali yoktu. Ulaşılmaz hayallerin ve en yeni moda akımlarının düşkünü olan bu kalabalığı gözüne kestirdi. İnsanları en çok hayal kırıklığı ve bekleme eylemi acıktırır. Mide; arzu, öfke, keder ve kıskançlığın başı çektiği kimi duyguları öğütüp onlardan bir an evvel kurtulabilmek için, herhangi bir besin maddesine ihtiyaç duyar çünkü. Epeyce ihtiyaç sahibine aynı anda ulaştığı için memnun oldu Sedat. İçlerinden bir tanesinin simitlere meyletmesiyle başlayan domino etkisi hepsini harekete geçirmiş, tezgâh yerini bulmuştu. Sabah mahsulünü şimdiden yarı yarıya satmıştı ama yağmur da hızlanıyordu. Bir köşe, bir sundurma aranarak yürürken dengesini kaybedip düşüverdi… “Ya taşıyamazsam,” demişti bugünü. Söylemişti hâlbuki. Neden duymadılar sanki? Sedat’ınki kalp değil mi?
Kendine geldiğinde iki gençten adam kolundan tutuyordu. Değmemeye çalışarak. Yoksulluk bulaşıcıymış gibi. Alışveriş merkezinin önünde bir yere oturttular Sedat’ı. Gözleri yere dağılmış simitlerinde kaldı. Yeniden satamazsam? Islandılar mı? “Boşversene…” diyorlardı Sedat’a. Pek oralı değillerdi. “Otur oturduğun yerde” diye çıkıştı içlerinden birisi. Var gücüyle çattığı kaşlarının altında sıkışıp kalmış göz çukurlarının, görünmeyen bir yerlerinden Sedat’a bakıyordu. Canının kıymetini bilmediği için. Kendinden çok simitleri düşündüğü için. Sınırlarını keşfetmeye çalışan bir çocuğu azarlayarak, tokatlayarak korumaya çalışan yetişkinler gibi. Güya sevgisini, insaniyetini gösteriyordu. Ağlamaya başladı. -Simitler için değil- Ağlamaya başladı. -Öyle basit değil- Ağlamaya başladı. -Bu da hayat mı?-
Sedat’ın darmadağın halini görüp yanına koştum. Simitleri çoktan ıslaktı. Alışveriş merkezinin cilalı ön zemininde, ayak izlerinin çamurlu birikintilerine bulanmış, Sedat’tan daha hallice de olsa darmadağın vaziyetteydiler. İnsaniyet meraklısı çatık kaşlı adamın bitmek tükenmek bilmeyen fırçalarına rağmen Sedat oturtulduğu yerden bir hışımla kalkıyor, o meşhur Bela Tarr filminden fırlamışçasına, kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp ağlayacakmışçasına, simitlere doğru koşmak istiyordu. Ayağa her kalkışında ona uğultular içinde engel olan kalabalık, içinde bulunduğu durumdan daha beter bir isyanı hak edecek türdendi. Nereden geldiğini bilmediğim bir sezgiyle elimi dizine koyup, “Tamam,” dedim. “Biliyorum.” Olacak iş mi? Onca erkek varken. Ayıpladılar. Duydum. İliklerime kadar işittim bunu. Zaten hep oradaydılar. Günler, yaşanılanlar ve tanık olunanlar değişse de, orada olacaktılar.
Sedat, oturduğu yerden kalkmadan başını çevirerek bana baktı. Gözleri sapsarı, su dolu iki çukur gibiydi. Yok gibiydi. Ayağa kalkıp yerden iki simit alarak, parasını cebine koydum. Çaresini bulamadığımdan. Bütün bu saçmalıkların gerçek bir çözümü olmadığından. Az evvelki ayıbım yetmezmiş gibi, üstüne tüy dikiyordum. Kızacak sandım. Hayatın yıprattığı herkes gibi, hıncını ona ilk yardım edenden çıkaracak sandım. Yol yordam bilmeyenden. Kaçmak istedim. Bir ağaç kovuğuna. Bir gider borusuna. Nemli bir otobüs koltuğuna. Kaldım.
Birer ikişer, tanımsız yüz ifadeleriyle Sedat’ın yerdeki simitlerine davranmaya başladılar. Sedat hiç konuşmadı. Bir daha ayağa kalmadı. Sonunda hepsi satılmış, kimi beşer onar kuruşluk, kimi daha dişe dokunur bozukluklar birleşip cebine girmişti. Hiçbir şey olmamış gibi uzaklaşmam gerektiğini nihayet akıl edebildiğim anda, yaşlıca bir adam kolumdan sertçe tutarak geriye çevirdi beni. Suçluymuşum gibi. Makul şüpheliymişim gibi. Bir meydanda, birkaç insana, duymak istemeyecekleri kadar gerçek bir şeylerden bahsetmişim gibi. –Değil. Hayat bu değil.- Kulağıma eğilip fısıldayarak, “Bence numara yapıyordu,” dedi. Beklediği gibi işbirlikçi bir tavırla cevap verdim. Gözlerimi kısarak. Fısıldayarak. Ağlamak isteyerek.
“Öyleyse daha çok utanmanız gerekecek.”
He was awakened by the sound of prayer yet another day. He must have failed to have a good night’s sleep, he woke up thousands of times. Cursing. Muezzin2 was praising the new day with the highest pitch of his voice. Sedat wasn’t. Like a kid constantly being accused of mischief, he could only think about getting away. To a tree hollow. Or a drain pipe. Inside Turkish coffee grounds . “Is this what life if all about?”
He didn’t need to dress up clean. It was okay for workers below the poverty line to not dress up clean. He wouldn’t shave. He didn’t have to leave an impression. He wouldn’t look at himself in the mirror. He wouldn’t check whether he was the same person every day. Every day, he has been waking up without a choice. Like living the overtime minutes of a game with an already definite score. Just to avoid giving away another goal, early in the morning, body and soul, without a choice. Like a football player struggling to keep the ball away from his goalposts. Cursing. “Is this what life is all about?
Because of the bagel basket that he carried on his head, he had forgotten the sky. Maybe he had never wondered. Much like his face in the mirror, the sky was there this morning as well. It was either the same or changed, it was there. The ozone layer was maybe harmed or safe, the solar system was moving or stable, there was life millions of light years away or there wasn’t. All the possibilities that were none of Sedat’s business were there in the morning. Everything that was left from what makes a life worth living were in their place. When the finger points up to the sky, only silly people look at the finger. Sedat always looked at the finger. Because if there wasn’t a UFO in the sky, that finger belonged to a customer who was convinced that he had chosen the best bagel amongst the bunch. “That one! No, that one is burnt. Not that one brother. On the right. Yes, that one. Wrap it up for me. Are you holding it with the same hand you touch the money with… OK, anyway, let me take it. Wrapping it with newspaper? It is ruined now…” So, those who point with fingers are silly, not the ones who look at the finger. Stupid people. Generalisations are stupid too. Or not. They are firmly in their positions
So what if Sedat had stopped glancing at the beauty of a world which continues spinning around without giving him a chance? So what if he had forgotten all about it? Didn’t they forget? Holding their hot morning coffees. That are not going to be finished anyway. All the work loaded up on their faces. That are not going to be finished anyway. Monthly detox. Self-improvement trend in the best sellers. Sports membership in plazas. Not enough? Cosmetics industry. Not enough… Aesthetic surgeons. Still not enough… “Better” lovers. Pretty bodies, but love is always left unfinished. Didn’t they forget? Is this what life is all about?
What about those over there? Sedat’s best customers. Their pure faces, young and bright. How effortlessly beautiful and careless they are! On the plateau of an era being dragged down to the bottom, they are complete enough to shaken the essential foundations of capitalism. They have never lost anything that cannot be owned with money or replaced by consumption. The torch of youth in their eyes. Their minds hardworking, active, complex… They never dream about being happy. They want to be like Sedat. They want to give their heart that is ready to burn with its own wood and flame, a reason to start the fire. They secretly admire his struggling and has-been face… They want to understand Sedat even better than himself and curse every morning on behalf of him. Just so they themselves have stories. So that they themselves matter. To be one of those who are the most correct, distressed in this cruel world. Is this really what we call life? Is this it? Without the deprivation of sky. Without carrying any load. They wouldn’t give 5 kuruş2. Sedat doesn’t mind.
If it is a Monday, a woman named Füsun goes pass on Neyzen Street. Red, blue bags full of groceries in her white hands. Inside them, lots of vegetables, potatoes, onions, peppers. She wouldn’t care to look at his face, Füsun is one of those women. A woman to love. Sometimes he feels too shy to even look at her hands that offer him money. Her husband, on the other hand, is never shy. If Füsun’s hands had belonged to Sedat, he wouldn’t hold them too tight. Her husband puts her arms around her neck. Crude, like as if he is hugging a chipboard. Hairy, heavy, sweaty. Is this what love is all about?
He doesn’t need to think of these. He doesn’t need to even look at these. They already there. Far from a life to love and be loved, to fight for. They are all firmly in their positions, yet again, this morning.
He walked the whole neighbourhood and started walking towards the centre. A foggy, filthy morning in Ankara. It was constantly reminding Sedat of his mistake of waking up. Because it has nothing better to offer, endowing his collar with the exhaust smoke. Throwing up on him. Like as if it was Sedat’s fault. Cursing. He stopped in front of the cafe that Yaşar works in. Resigning the simits on the wooden stand, he walked in. Yaşar was a good man. A family guy. He thought of himself as a good father, from what was left of him after his waitressing shift from the morning until the evening and the neighbourhood casino shift until late night. He would come home guilty. Is this what life is all about? He would love his children from the notebooks they had left around, their books’ wrinkled corners. From the traces they had left on the couch where they sit down and leave to go to bed. From the joyous dirt on the dinner dishes… In the morning, he wouldn’t let Sedat leave without buying him a cup of tea. With time, he somehow allowed Sedat to leave his wooden bagel stand outside and even let it stay in front of the heater. The way he did his job was worthy of respect. He was more like a writer whose books didn’t sell than a waiter.After yaşar left, some of the customers in the café wouldn’t forget to send him their regards. This morning he was nowhere to be found. Not seeing Yaşar made the morning’s burden heavier on his shoulders. How heavy the absence of a smile or a greeting weights… The burden gets heavier and heavier. What if he can’t handle it all today? Would anyone care? Is this what life is all about?
There was no one to offer him a cup of tea. He collected his bagel stand and placed it as his crown again. Without hesitation. Without taking offence. He had given up. Again, there was a crowd waiting in front of the shopping mall. “What are they up to this early in the morning?” Sedat thought to himself. They looked like as if they were spaced out, smoking their cigarettes. Like as if they couldn’t take their mobiles that kept ringing, notifications that kept coming, the breaking news, football highlights, photographs of women with beautiful, full breasts and tall, puffed rich men any longer. Their slim-fit jeans and ankles that are naked every season of the year. Their strange shoes and little socks that are hidden in them and they surely have watches. The weather is cold. The rain just started. Lives overlapping between a shopping mall and a burger restaurant. – Is this what life is all about? – Who knows where their dreams are.
Sedat didn’t have the strength to go look for a sensible crowd who would buy his simits. He set his eyes on the crowd of chumps who were visibly captivated by latest fashion trends and unreachable dreams. Two actions make people feel starved the most; disappointment and waiting. Because the stomach is desperately in need of other nutrients to quickly digest and get rid of emotions like desire, rage, sorrow and jealousy. Sedat was happy that he managed to help this many in need simultaneously. The domino affect started by the first one of them who approached to his bagel stand triggered the rest and the wooden stand was now in its place. He had already sold nearly the half of his morning harvest but the rain was getting heavier at the same time. While searching for a safe corner or a porch, he slipped and fell on the ground. “What if I can’t handle it all today?” he had asked himself earlier. He had already asked himself that. Why didn’t they hear? Is Sedat’s not regarded as a heart?
When he gained consciousness, two young men were holding him from his arm. Trying their best not to touch him. Like as if poverty was contagious. They sat Sedat somewhere in front of the shopping mall. His eyes were set on the fallen simits on the floor. What if I cannot sell them? Are they wet already? “Nevermind…” they said to Sedat. They certainly didn’t mind. “Keep seated,” said one of them. He was staring at Sedat with a hidden glance inside his eye hollows that were stuck under his frown. He was judging Sedat because he didn’t know his life’s worth. Because he was worried about simits and not himself. Much like adults who scold and practice protection with violence on a child whose only fault is to attempt to discover his boundaries. He was supposedly showing off how much he cared, his kindness. Sedat started crying. – Not for simits – He started crying. – It is not that simple – He started crying. – Is this what life is all about?-
I ran to Sedat after seeing him in that mess. His simits were already wet. Drenched in the muddy puddle left by footsteps, in front of shopping mall’s polished entrance. Even though simits were in better shape than Sedat, they were ruined nevertheless.
Despite the never-ending scolding of the frowning man showing off kindness, Sedat would suddenly rise from where he was seated like he belonged to that famous Bela Tarr movie, much like embracing a whipped horse, he would want to run to his simits. The humming crowd that prevented him every time he rose, deserved a rebellion that was far worse than the state that he was actually in. Intuitively, I put my hand on his knee and said “Okay.” “I know.” Me, really? With dozens of men to take my place. I was frowned upon and I felt it. I felt it to my core. These people were always there anyway. Even if days, what is lived and what is witnessed changes, they will always be there.
Before standing up, Sedat turned and looked at me. His eyes resembled two yellowish pits filled with water. They looked absent. I stood and picked up two simits and put the money in his pockets. Because I couldn’t find a better solution. Because there wasn’t a real solution for this mess. As if what I just did wasn’t wrong enough, I was making it worse. I thought he would get mad. Like everyone else, I thought he would take his anger out on the first person to help him. The person without manners. I wanted to get away. To a tree hollow. Or a drain pipe. Maybe a sticky bus seat. I got stuck.
One by one, everyone started picking up Sedat’s simits from the floor, with their undefined faces. Sedat did not say a word. He didn’t stand up. In the end, every single bagel was sold, some of them for only 10 kuruş3, some for more. Just when I realized I should walk away like nothing happened, an elderly man grabbed my arm and pulled me back. Like I was guilty. Like I was the usual suspect. As though I just told a few people on the city square something too real for them to want to hear. – It is not. This is not life. – He leaned towards my ear and whispered, “I think he was faking it.” I replied with the collaborative attitude he was asking for. Squinting my eyes. Whispering. Wanting to cry.
“Then you will have to feel more shame.”
Translated with the author’s approval by Özge Sargın
1 A Turkish pastry resembling a bagel covered with a sesame dressing.
2 a man who calls Muslims to prayer from the tower of a mosque (a Muslim holy building).
Имгесу Юналь
Где в жизни место для симитов1 Седата?
И вновь его разбудил звук молитвы. Выспаться ему, очевидно, не удалось, он просыпался тысячу раз. Он выругался. Муэдзин пронзительно возносил хвалу новому дню. А Седат не возносил. Он, как мальчишка, которого постоянно застигали за проказами, думал только, как бы удрать. В дупло. В водосток. В кофейную гущу. «Это что, и есть жизнь»?
Одеваться в чистое было не обязательно. Рабочему человеку, живущему за чертой бедности, простительно не одеваться в чистое. Бриться он тоже не хотел — ему не на кого было производить впечатление. В зеркало он не гляделся. Он не проверял, все тот ли он человек. Каждый день он просыпался — особого выбора у него не было. Он будто тянул дополнительное время матча с заранее известным счетом. Просто чтобы не пропустить еще один гол. Каждое утро, тело и душа, без вариантов. Как футболист, который старается не подпустить мяч к своим воротам. И ругался. «Это что, и есть жизнь»?
Из-за подноса с бубликами, который он таскал на голове, он позабыл, что такое небо. Может, он им никогда и не интересовался. Небо наутро никуда не делось, так же, как и его лицо. Может быть, оно было прежним, может быть, изменилось — но оно было. Может быть, озоновый слой истончался, а может, с ним было все в порядке; может, Солнечная система двигалась, а может, стояла на месте; может, за миллионы световых лет отсюда существовала другая жизнь, а может, нет. Все эти возможности этим утром существовали — и никак не касались Седата. Если кто-то показывает пальцем на небо, только глупцы смотрят на палец. Седат всегда смотрел на палец. Если только в небе не парил НЛО, этот палец принадлежал покупателю, уверенному, что выбрал самый лучший бублик. «Вот этот! Нет, этот подгорелый. Нет, брат, не этот. Правее. Да, этот. Заверни, пожалуйста. Ты что, одной рукой и его берешь, и деньги? Ладно, все равно заверни. В газету? Ну все, кранты бублику…» Так что нет: глупы те, кто показывает пальцем, а не тот, кто на палец смотрят. Глупые люди. Обобщения — это тоже глупо. Или нет. Они просто на своем месте.
Допустим, Седат перестанет созерцать красоту планеты, которая вращается и не дает ему ни единого часа. Допустим, он о ней вовсе забудет. Разве все так не делают? Пьют по утрам горячий кофе — не допивают, конечно. На лице у них будто написано, как они заняты — и работу, конечно тоже не доделают. Ежемесячный детокс. Лучше всего продаются книги по самосовершенствованию. Членская карточка в фитнес-клубе. Что, мало? Косметика. Все равно мало… Пластическая хирургия. И все равно мало… Любовники «получше». Красивые тела — но и любовь они не доводят до конца. Разве они не забывают? Это что, и есть жизнь?
А вот эти? Лучшие клиенты Седата. Чистые лица, молодые, свежие. До чего же они красивы и беспечны, и как легко им это дается! Обитатели спокойного отрезка эпохи, катящейся в пропасть. Они достаточно совершенны, чтобы потрясти самые основы капитализма. Они никогда не лишались ничего такого, что нельзя купить за деньги или заменить силой потребления. Их глаза светятся юность. Ум у них въедливый, активный, сложный… Они не мечтают о счастье. Они хотят походить на Седата. Они мечтают отдать миру свое сердце, готовое загореться — оно само и растопка и пламя, само причина, чтобы зажечь огонь. Втайне они восхищены его трудной жизнью, опытом, написанном у него на лице… Они хотят понять Седата больше, чем он сам, каждое утро браниться вместо него. Чтобы у них была своя история. Чтобы они сами что-то значили. Стали самыми учтивыми, самыми обделенными в этом жестоком мире. Вот это мы и называем жизнью? Вот это? Чтобы и неба в ней хватало, и ничего не надо было таскать. Они и пяти курушей2 не дадут. Седату все равно.
Если сегодня понедельник, то по улице Нейзена непременно пройдет женщина по имени Фюсун. В ее белых руках — красные и синие пакеты с продуктами. В пакетах полно овощей: картошка, лук, перец. На него она и не поглядит. Фюсун — она из таких женщин. Женщин, созданных для лбви. Иногда ему даже стыдно взглянуть на ее руки, когда она протягивает ему
деньги. А вот ее мужу не стыдно. Если бы руки Фюсун принадлежали Седату, он не сжимал бы их чересчур сильно. А ее муж обнимает ее за шею. Грубо, как доску из ДСП. Волосатый, толстый, потный. Это что, и есть любовь?
Ему о своих бубликах думать не надо. И даже смотреть на них не надо. Они и так здесь. Жизнь, в которой можно любить и быть любимым, за которую нужно драться, — бесконечно от них далеко. Сейчас утро, и все они тут, на своем месте. Как всегда.
Он прошел весь квартал и двинулся к центру города. Туманное, грязное утро в Анкаре. Седату постоянно приходилось вспоминать, что он сделал ошибку — то есть проснулся. Утро ничего не могло ему предложить — кроме выхлопных газов, которыми оно блевало ему на воротник. Как будто виноват во всем был Седат. Он выругался. Затем остановился у кафе, в котором работает Яшар. Оставил деревянный поднос с бубликами и вошел. Яшар был хороший человек. Семейный. Считал себя хорошим отцом — насколько его хватало (сначала после смены в кафе с утра до вечера, а потом после смены в казино с вечера до поздней ночи). Домой он приходил с чувством вины. Это что, и есть жизнь? Своих детей он любил — по разбросанным тетрадкам, по смятым уголкам книг. По ямкам на диване, которые оставались после них, когда они уходили спать. По восхитительной грязи на тарелках, оставшихся после ужина… По утрам он не отпускал Седата без чашки чаю — которую сам ему покупал. Со временем он стал позволять Седату оставлять поднос для бубликов на улице и даже ставить ее рядом с обогревателем. Его отношение к работе было достойно уважения. Он больше походил на писателя, чьи книги плохо продаются, чем на официанта. Когда Яшар уходил, некоторые посетители с ним сердечно прощались. Но этим утром его не было. Утро еще сильнее навалилось Седату на плечи. Удивительно, как много весит пустота на месте чьей-то улыбки, приветствия… И эта ноша все тяжелее и тяжелее. Вдруг сегодня он с ней не справится? Какая кому разница? Это что, и есть жизнь?
Никто не предложил ему чашку чая. Он забрал поднос с бубликами и вновь водрузил себе на голову. Без колебаний. Без обид. Он сдался. У торгового центра опять толпились люди. «Чего они все так рано поднялись?» — подумал Седат. Они курили сигареты и, видимо, были погружены в свои мысли. Как будто не могли больше видеть звенящие телефоны, выскакивающие уведомления, свежие новости, футбольные сводки, фотографии женщин с красивыми большими грудями и надутых богатых мужчин. Их узкие джинсы, в любую погоду обнаженные лодыжки. Их странная обувь, спрятанные в ней короткие носки. У всех у них, конечно, есть часы. Холодно. Пошел дождь. Их жизни пересекаются между торговым центром и бургерной. Это что, и есть жизнь? Почем знать, какие сны им снятся.
У Седата не было сил искать понимающих покупателей, которые взяли бы у него бублики. Он смотрел на толпу придурков, захваченных в плен новейшими модными трендами и недостижимым мечтами. Две вещи сильнее всего истощают людей: разочарование и ожидание. Желудок отчаянно требует какой-то другой пищи, чтобы быстро переварить ее и прогнать такие чувства, как желание, гнев, горе и ревность. Седат гордился тем, что многим помог в такой беде. Первый покупатель запускал эффект домино: к подносу с бубликами подходили, теперь он был на своем месте. Он продал уже почти половину утренней порции бубликов, но дождь усиливался. Он искал глазами какое-нибудь кафе или веранду, поскользнулся и хлопнулся на землю. «Что если сегодня я не справлюсь?» — такой вопрос он задавал себе недавно. Да, уже задавал. Почему его не услышали? Они думают, что у него нет сердца?
Когда он пришел в себя, то увидел двух парней: они держали его за руку, стараясь при этом не особенно к нему прикасаться. Как будто его бедность была заразной. Они усадили Седата перед торговым центром. Он смотрел на рассыпавшиеся бублики. Вдруг я их теперь не продам? Интересно, они уже намокли? «Ничего страшного», — говорили парни. Им-то, конечно, ничего страшного. «Сидите, сидите», — сказал один. Его взгляд так и буравил Седата. Он судил его, потому что Седат не знал, чего стоит его жизнь. Потому что Седат волновался за бублики, а не за себя. Так вот взрослые ругают ребенка, одновременно защищают его и чинят над ним насилие — а все его вина лишь в том, что он пытается нащупать границы. Парень с сердитым взглядом слишком уж выставлял напоказ свою заботу, свою доброту. «Да я не из-за бубликов, — тут Седат заплакал. — Все сложно, — тут Седат заплакал. — Это что, и есть жизнь?»
Увидев, что творится с Седатом, я подбежала к нему. Бублики уже размокли. Они лежали перед сверкающим входом в торговый центр, в грязной луже, натекшей из-под ботинок. Бублики выглядели лучше Седата, но все же спасти их было нельзя.
Парень с сердитым взглядом, выставлявший напоказ свою доброту, все отчитывал Седата. А Седат вдруг встал, будто был героем знаменитого фильма Белы Тарра3. Только вместо того, чтобы обнять избитую лошадь, он хотел броситься к своим бубликам. Гудящая толпа удерживала его всякий раз, когда он вставал. Эта толпа заслуживала бунта — куда худшего, чем самочувствие Седата. Я невольно положила руку ему на колено и сказала: «Все-все. Я понимаю». Я? Понимаю? Меня оттеснили, на мое место претендовали десятки мужчин. На меня смотрели недобро — я почувствовала это, всем своим существом. Эти люди всегда тут были. Даже если переменятся все события, которым они становятся свидетелями, они все равно тут будут.
Перед тем как встать, Седат обернулся и посмотрел на меня. Его глаза напоминали две желтоватые ямы, заполненные водой. Взгляд был отсутствующий. Я подняла два бублика и положила ему в карман деньги. Я не могла придумать ничего лучше. Хорошего выхода из этого кошмара не было. Как будто до этого я не вела себя глупо. Теперь я сделала еще хуже. Как и все остальные, я была уверена, что он выместит свою злость на первом же человеке, который ему поможет. На невоспитанном, бесцеремонном человеке. Я хотела сбежать. В дупло. В водосток. Вжаться в липкое сиденье автобуса. Я тут застряла.
Люди по одному, сохраняя неопределенное выражение лица, начали поднимать бублики Седата. Седат не произнес ни слова и не встал. В конце концов были распроданы все бублики — кто-то дал лишь 10 курушей, кто-то больше. Едва я поняла, что нужно уходить, будто ничего не случилось, меня схватил за руку и отвел в сторону старик. Как будто я была виновата, как будто на меня, как всегда, пало подозрение. Как будто я рассказала нескольким прохожим то, чего у них не было сил слышать. «Нет. Это не жизнь». Старик прошептал мне на ухо: «Думаю, он притворялся». Я отреагировала так, как он и ожидал. Прикрыла глаза. Ответила шепотом, ощущая, что сейчас заплачу:
— Значит, вам должно быть еще стыднее.
перевод Льва Оборина
1 Симит — традиционный турецкий бублик с кунжутом.
2 Куруш — мелкая монета, 1/100 турецкой лиры.
3 Бела Тарр — современный венгерский кинорежиссер. Имеется в виду фильм «Туринская лошадь» (2011).