VERDUN YALANI / THE VERDUN LIE



TÜRKÇE

“I. Dünya Savaşı her şeyi bitiren son savaş olacaktı ama öyle bir şey olmadı.”

Sıcak bir sabahtı. Keçilerin zil seslerini duyuyordum. Yumuşacık ve sıcak yatağımdan çıktım. Geceden beri çalan caz müziği kulağa hoş geliyordu. Camdan dışarı usulca baktım. Babam patates ekiyordu sert toprağa. Benim adım Paul, 1884 doğumluyum. Annem dört yıl önce veremden öldü. Babam 56 yaşında emekli asker, şu an çiftçilikle ilgileniyor. Ben de babama yardım edip patates satıyorum.

Tuvalete gittim. Kapıyı açtığımda hâlâ gıcırdaması canımı sıkıyordu. Boyaları dökülüyordu ve çok eskiydi. Aynaya her baktığımda korkmaya başlıyor, sanki annemin ölümünü tekrar tekrar görüyordum. Elimi yüzümü yıkayıp babamın yanına arka bahçeye indim. Beraber patates ekip havadan sudan konuştuk. Onun bir gülüşü vardır, yağmur sonrası açan bir güneş gibi. Hava kararınca yemeğe oturduk. Arkadan plak çalıyordu. Yemekten sonra yatağıma uzandım, derin bir nefes çekerek Tanrı’ya dua ettim. Ertesi sabah kalktığımda babam tuvaletin kapısını onarıyordu. Bana: “Sen kahvaltıya başla. Ben sonra gelirim.” dedi. “Olmaz, baba.” dedim. Bu kapıyı beraber onaracağız. Babamın bana olan gururu daha çok artmıştı. Babamın öyle elli altı yaşında olduğuna bakmayın. Kendisi çok dinç biridir. Gözlerinde hâlâ umut dolu bakışı görebilirsiniz. Biz bir kasabada oturuyoruz. Gündüzleri kahkaha olur, akşamları derin bir sessizlik. Sessizlik, bir müddet sonra kendini çekirgelerin ve baykuşların şarkı söyleyen seslerine bırakır. Evimiz iki katlıydı. Kapı tamirini bitirip babamla sofraya doğru giderken, babam sinirli bir şekilde gıcırdayan merdivenlere baktı. Babamın kolundan tutup “Boş ver!” diyerek sofraya oturttum. “Bana zeytini uzatır mısın?” dedim. Babam, bana zeytini uzatınca elimi sıkıca tuttu “Sen çok iyi bir adamsın, senin bir karıncayı bile incitmeyeceğini biliyorum.” dedi. Ben de onun elini sıkarak “Biliyorum.” dedim. Yemeğimizi yiyip tarlaya gittik.

Günler böyle akıp gidiyordu. Ta ki 21 Şubat’a kadar. O gün uyandığımda yağmur yağıyordu. Saat 6’da uyanmıştım. Eskiden 8.30 gibi uyanırdım. Gökyüzünde şimşekler çakıyordu. Babamın da başına bir şey gelecek korkusu içimi üpertiyordu. Koşarak odasına gittim, tatlı tatlı uyuyordu. İçim rahatladı. Bir süre sonra üstümü giyinip hızlı adımlarla kiliseye gittim. Kilisenin giriş kapısındaki devasa işlemeleri her gördüğümde hayranlıkla seyrediyordum. İşlemelerin güzelliği gözümü alıyordu, karanlıktaki bir gökkuşağı gibi. Kilisenin yanında duran iki koruma bana ters ters bakıyordu, başka bir koruma arkamdan hayalet gibi yaklaşarak elini omzuma koydu. Her korktuğumda olduğu gibi bir an nutkum tutuldu. Bana kısa ama gür bir ses tonuyla: “Girecek misin, girmeyecek misin?” dedi. O sırada bir şimşek öyle çaktı ki tüylerim diken diken oldu. Ben de korumaya “Tamam” diyerek tüylerim diken diken ve yavaş adımlarla içeri girdim. Kilisenin dev kapıları ağır ağır ve gürültülü bir şekilde kapandı. İnsanlar, ayinden sonra vaftiz edilen bir bebeği izleyip çıkmaya başladılar. Sanki hepsi hipnoz olmuş gibiydi. Rahip, elindeki bezle haçı temizliyordu. Salonda bir tek ben kalmıştım. Biraz ürperdim. Rahip aniden arkasını dönüp “Oraya!” dedi, yüksek bir sesle. İçimden “Nasıl bildi?” dedim. Günah çıkarma kabinine girdim, rahip de geldi. Ona annemi çok özlediğimi, ağlayarak ve hıçkırıklarla anlattım. Rahip, bana moral vermeye çalışıyor ama sadece tanrıyı övüyordu. Moralim daha da bozuldu. Kiliseden koşarak çıktığımda yağmur bitmiş, büyük bir gökkuşağı çıkmıştı. Bir süre annemin mezarında dua ettikten sonra yorgun argın eve döndüm.

Eve girdiğimde saat bire gelmişti. Babam hâlâ odasından çıkmamıştı. Onu mutlu etmek için kahvaltı hazırladım. Biraz sonra aşağı indi. Beraber güzel bir kahvaltı yaptık. Babam arka bahçeye patates toplamaya gitti. Bir süre sonra babama şapkasını vermeye giderken ön bahçenin kapısından biri seslendi. Babamla birlikte merakla ön bahçeye geçtik. Kapıda yirmi beş yaşlarında, asık suratlı iki asker sırtında tüfeklerle içeriye giriyordu. Babam: “Niçin geldiniz?” diye isyankâr bir sesle sordu. İçlerinden biri: “Oğlunuz…” deyiverdi. Babam benim yüzüme acı ve kederli, keskin bir bakış attı. Ayağımı kuru toprakta sürüyerek askerlerin yanına gittim. İki asker bakımsız, kuru ellerini koluma geçirdiler. Beni yüz metre ötedeki kamyona doğru götürüyorlardı. Anlamamıştım, niyeydi tüm bunlar? Babam neden itiraz etmemişti? Bir kutuda hapsolmuş gibiydim. Tenteleri yırtılmış, eski bir askerî kamyonun yanında durduk. Kamyonun arkasında benimle beraber on dört kişilik yer daha vardı. Kasabadaki bütün erkekleri getiriyorlardı. Herkesi tıklım tıkış bindirdiler. On beş kişilik yere otuz kişiyi sığdırabilmişlerdi. Yanımdaki kıvırcık saçlı, ak sakallı adam, bana ince ve yırtıcı bir sesle “Öleceğiz!” diyordu. Yanımdaki adamı önemsemiyordum bile.
Kamyon hareket ettikten bir süre sonra uyuyakaldım, uyandığımda kamyon durmuştu. Hepimizi ikişerli gruplar halinde arka arkaya yürütüyorlardı. İleriden gürültülü top sesleri geliyordu. Adeta yarı ölü vaziyetteydim, bir şeyler oluyor ama ben anlam veremiyordum. Bir kilometre kadar yürüdük. Hiç bilmediğimiz bir cepheye geldik. Cephede ilerlerken askerler bize yol veriyordu. Hepsi bize boş gözlerle bakıyorlardı. Askerlerin yüzü, kederi, hüznü, özlemi en iyi şekilde yansıtıyordu. Çoğunun yüzü kömüre dönmüştü. Kıdemli Çavuş Fred, bize kıyafet, 1890 model savaş tüfeği ve miğfer verdi. Yarın Almanların tekrar saldırıya geçeceklerini söyledi. Tir tir titriyordum, dilim tutulmuştu. Siperlerin arkasında, özgürlüğüne uçmayı bekleyen kuşlar gibi bekliyordum. Bazılarımız su sıkıntısından mataralarına işiyor, susadığında idrarını içiyordu. Kendi kendime “Tanrı, neden aynı inanca sahip kişilerin birbirlerini öldürmesine izin veriyor?” diye soruyordum, bunu anlayamıyordum.

Hiç uyumadan ayakta on iki saat bekledik. Birden, Alman siperlerinden tiz ve korkunç bir düdük sesi geldi. Fred: “Ateş serbest!” diye bağırdı. Çok korkmuştum. Gömleğimin cebinden çıkardığım annemin fotoğrafına son kez baktım. Tüfeği sımsıkı tutup üstümüze doğru koşan Almanlardan birine sıktım. Bacağından yaralanmıştı. Kendini toprağa attı. Elim titremeye başladı. Silahın sürgüsünü çekemiyordum. Sonunda gücümü toplayıp mermiyi namluya sürdüğümde başka bir Alman’ı da başından vurmuştum. Çok rahatsız oldum. Kendimi kötü hissediyordum. Yanımda duran asker de başından vurulunca yüzüm, beyin parçaları ve kanlarla kaplanmıştı. Korkudan altıma işedim. Beş yaşındaki bir kız çocuğu gibi çığlık attım. Siperin içine girip ağlamaya başladım. Top sesleri artmaya başladı, insanlardan kopan parçalar havada uçuyordu. Aklım almıyordu, askerin ölüşü gözümün önünden gitmiyordu. Bombalar patlıyor, kurşun sesleri geliyordu. Kulağım çınlıyordu. Bilincimi kaybettiğimi hissettim. Yere düştüm, kafamı taşa çarptım. Uyandığımda kanlı bir sünger parçasında yatıyordum. Çatışmalar azalmış, siperlerin içinde acı içinde inleyen yaralı askerler ve bir köşeye sinmiş yemek yiyenler vardı. Herkese mısır konservesi veriyorlardı. Uyandığımı gören bir asker bana da bir konserve uzattı. Yediğim mısırdan kül tadı alıyordum. Ama hayatta kalmak için zorla da olsa yedim.

Ertesi gün her yerde sis vardı. Karşı siperleri hatta bir metre öteyi bile zor görüyorduk. Her ihtimale karşı kör atışları yapıyorduk. Saatlerce süren çatışmalar sonunda bütün mermilerimiz tükenmek üzereydi. Yüzbaşı Joseph Smith, telefonla cephane ve erzak istiyordu. Aradan bir gün geçmiş, cephanemiz bitmiş ama destek gelmemişti. Herkes çok gergindi. İlkel insanlar gibi herkes eline taş ve sopa aldı, çok azımız da balta, kılıç, mızrak gibi şeyler. Her çatışmadan önce olduğu gibi annemin fotoğrafını gömleğimin cebinden çıkarıp öptüm. Tam o sırada Almanların hücum düdüğü duyuldu, ardından bizimki de. Bu farklıydı, ölüme koşuyordum. Büyük bir boşluk hissettim. Derin derin nefes alıyordum. Bir süngü gördüm, çok kalındı. Yumuşak göğsüme ansızın girdi. Patlama sesi duydum. Artık benim için her şey bitmişti. Elimdeki taşı yere düşürdüm. Kanlar içindeydim, nefes alamıyordum. Kalın ve acımasız süngü göğsümden çıkıverdi. Zaman yavaşlamıştı. İnliyordum. Dizlerimin üstüne düştüğümde kimsenin bana yardım etmeyeceğini biliyordum. Kafam arkaya düşmeye başladı. Başımı yere çarptığımda derin bir nefes aldım, serin bir suya dalar gibi, rahatlamıştım. Ben artık ölüydüm. Oysa bize söylenen, bu savaşın tüm savaşları bitiren son savaş olacağıydı.

ENGLISH

“WW1 was to be the last war to end all, but this was a lie”

It was a warm morning. I could hear the goat bells. I stepped out of my warm and comfy bed. The soft jazz which was playing in the background since last night sounded sweet. I gazed out of the window. Father was busy planting potatoes on the stiff soil. My name is Paul. I was born in 1884. My mother died four years ago of tuberculosis. My father is 56 years old and a retired solider. He is a farmer now. I, help my father by selling potatoes.

I went to the bathroom. The creaking sound as I opened the door, touched my nerves. The door was very old and it’s paint was falling off. Everytime I saw myself in the mirror, I got frightened and visioned my mother death all over again. I washed my face and went dowsntairs to the backyard. We planted more potatoes with my father an talked for a while. When my father smiles, it resembles sunshine after rain. We sat for dinner as it got dark. The record player was on. I layed on the bed after dinner, took a deep breath and prayed. The next morning, dad was repairing the bathroom door when I woke up.  He said, “You go ahead and eat, I will join you later.” I replied, “No, father, we will fix the door together.” He was even more proud of me. Although he is 56 years old, he is very healthy and fit. You can still see the jope in his eyes.

We live in a small town. Here, days pass with laughter and night with a piercing silence.Silence left itself to the sond of cockroaches and owls after a while. We had a two story house. As we finished repairing the door and was walking to the kitchen, father stared at the creaking stairs with anger and intolerance. I held his arm and told him to let it be. At the breakfast table, I aked him to pass me the olives. As he reached my hand to pass the olives, he said, “You are a very good man. I know you wouldn’t hurt a fly.” I held his hand and said, “I know you know.” We ate and went down to the field.

Days passed like this. Until December 21st. It was raining when I woke up at 6 in the morning. Usually, I woke up at 8.30. There was lightning outside. The idea of losing my father too, frightening me. I ran to his room, he was sound asleep. I felt relieved. A while later, I got dressed and left for the church. The giant engravings on the entrance of the church amazed me each time I saw them.their beauty caught my gaze, it was like a rainbow in the dark. The guardians of the church were staring at me and another guard came from behind and placed his hand on my shoulder. Same as each time I get scared, I was speechless for a moment. With a strong and precise tone of voice he said, “Are you going in or not?” Right that moment, a lightning stroke and it gave me goosebumps. I said yes and went inside with goosebumps and slow steps. The giant doors of the church slammed heavily and loudly. After the ritual, a baby was baptised and then everyone left. It seemed like they were hypnotised. The priest was polishing the cross with a piece of cloth. I was the only one left in the church. I shuddered. All of a sudden, the priest turned towards me and said, “Over there!” with a loud voice. I though to myself, how did he know?  I stepped inside the confessional, the priest followed me. I told him how I missed my mother while sobbing and I wept. The priest was trying to ease my pain, but was eventually ending up praising god. This made me even more upset. As I ran out of the church, the rain was gone and there was a rainbow in the sky. I prayed at my mothers grave and returned home exhausted.

It was almost 1 in the afternoon when I got home. My father was still in his room. I fixed breakfast to surprise him. A while later, he came downstairs. We had breakfast. He went to the backyard to collect some potatoes. I followed him out back to give his hat to him and I heard someone calling in the front yard. We curiously walked to the front door with curiosity. There stood two young soldiers, in their 20’s, both with a frown on their faces and rifles on their back. My father asked daringly, “Why are you here?” One of them answered, “Your son…” My father gave me a sharp and painful look, his eyes were full of sorrow. I walked beside the soldiers dragging my feet on the dry land. The two soldiers, locked their rugged and dried hands through my arm. They were taking me to the truck parked up a 100 meters ahead. I was confused, why was all this happening? Why didn’t my father protest? I felt as if I was locked in a box. We stopped near an old military truck with a tattered tarp. Along with me there was space for 14 people behind the truck. They were bringing all the man in the town. They pushed everyone on board over each other and managed to fit 30 in a space for 15 people. The curly haired, white bearded man next to me was saying “we’re going to die!” with a high pitched and screeching voice. I didn’t even care for the man next to me. 

After the truck started moving I fell asleep a while and when I woke up, the truck had stopped. They were marching us in a line, in groups of two. We could hear heavy artillary from up ahead. I was almost half-dead, something was happening which I couldn’t make sense of. We walked for about a kilometer and ended up in a front we had never seen before. As we moved through the front the other soldiers made way for us. They all stared at us with blank stares. The soldiers faces reflected solitude, sadness and longing in the best way. Most had turned to coal. Staff Sergent Fred, provided us with uniforms a 1890 model rifle and a helmet and told us the Germans would be attacking again tomorrow. I was shaking uncontrollably, my tongue swallowed. I was waiting behind the trenches like a bird waiting to fly to it’s freedom. Some of us were pissing in their water flasks due to shortage and drank their piss when they got thirsty. I was asking myself “Why does god let people of the same faith murder each other?” and failing to understand.

Without a moment of shut eye we waited on foot for 12 hours. Suddenly, a high pitched and terrifying whistle sounded from the German tranches. Fred screamed: “Open fire!” I was petrified. I took a last look at my mothers photo that I pulled out of my shirts pocket. Holding the rifle tight I shot at one of the Germans running towards us. He was injured on the leg. He threw herself on the earth. My hand started shaking. I couldn’t reload the rifle. When I finally got around to reloading the bullet, I shot another German from his head. I was very disturbed. I felt terrible. When the soldier standing next to me got shot from his head, my face was covered in brain parts and blood. I pissed myself in fear. I screamed like a five year old girl. I got back into the trench and started weeping. The artillery sounds started getting loader and pieces torn from people were flying in the air. I couldn’t grasp it, I couldn’t keep the sight of the soldiers’ death out of my head. Bombs were exploding, I could hear bullets flying past. My ears were ringing. I thought I lost consciousness. I fell on the ground and hit my head on a rock. When I woke up I was lying on top of a bloody piece of sponge. The fighting has waned down and there were wounded soldiers in the trenches moaning in pain and those sunk into a corner eating food. They were passing canned corn to everyone. A soldier who noticed me waking up passed me a can. I tasted ash in the corn I ate but forced it down to survive.  

The next day a fog had seeped all around. We could barely see a meter ahead let alone the opposite trenches. We were firing blindly against all odds. After hours of battle, all our bullets were about to run out. Lieutenant Joseph Smith was on the phone asking for ammunition and food supplies. Altough a day head passed, our ammunition had run out but support has not arrived. Everyone was very tense. Like primitive folk, everyone grabbed rocks and sticks and very few of us some things like axes, swords and spears. As always I took out my mother’s photo from the pocket of my shirt and kissed it. Just then the German’s offense whistle was heard followed by ours. This was different, I was running towards death. I felt a great emptiness. I was breathing heavily. I saw a bayonet, it was very thick. It suddenly punctured my soft torso. I heard an explosion. It was now all over for me. I dropped the rock I held in my hand. I was covered in blood and couldn’t breathe. The thick and cruel bayonet suddenly pulled out of my torso. Time had slowed down. I was moaning. When I fell on my knees I knew that no one was going to help me. My head started falling back. When I hit my head on the ground, I took a deep breath, I was relaxed like diving into cool waters. I was now dead. Though what we were told was that this war would be the one to end all wars. 

Translated by Irmak Ertaş and Ege Dündar

Bunları da Sevebilirsiniz

John Berger Kimdir? İngilizce yazan çağının en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olan, senaryo yazarı, belgesel yazarı ve romancı. John Berger, Kasım 1926‘da Londra‘da doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Annesi işçi sınıfından, babası, Stanley Berger ise, I.Dünya Savaşı sırasında askeri birlikte görevliydi. John da 1944 ve 1946 yılları arasında İngiliz ordusunda görev yaptı. Ancak askeri hayata daha fazla dayanamayan Berger, subay olmayı reddettiği …

Share

  …  Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,  Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;  Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.  Mayıs kelebeği gibi kâğıt gemisini.    Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,  Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;  Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;  Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.    Arthur Rimbaud / Sarhoş Gemi (Çev. Sabahattin Eyüboğlu)  …

Share
Önceki / Previous Sedat'ın Simitleri Hayatın Neresinde? / Where do Sedat’s Sımıts Stand ın Lıfe?/ Где в жизни место для симитов Седата?
Sonraki / Next Tonı Morrıson on the Power of Art and the Wrıter’s Sıngular Service to Humanıty