I.
etsek iyi olurdu ettik
dualar ettik zulm ettik terk ettik
bir şiir kurtarırdı belki kısır yaşantımızı
bir şiir yazdık bir daha derken bir tane daha yazdık
şehirler bulduk kendimize evlere sığındık
evlerin loş odaları belki bizi korurdu
biz rahatça sevişir rahatça ağlardık
malum bu güneş bizi yakar ay dondururdu
alışmıştık da üstelik bu kahrolası yalnızlığa
gündüzlerce hayal kurup gecelerce yıkılmaya
gündüzlerce hayal kurup gecelerce yıkıldık
yıkıldık ama yılmadık yine hayal kurup yine yıkıldık
yıkılmasak belki hayal kurmazdık
anladık biz kendi nefesimizde boğulmayı adet edinmiştik
biz yaşamayı kendimize dert edinmiştik
usanmadan yaz kış demeden kazdık
sırf o masalımsı hazineyi bulabilmek için
o hazineyi bulabilmek için belki
bulsak ne iyi olurdu değil mi o hazineyi
şarkılar besteleyip şarkılar söyledik
yetmedi yeni şehirler bulup yeni şehirler eskittik
ne eksikti bir türlü bulamadık
her ev yeni bir yangın küllerce gece
sevişmeden biz olamadık ağlayamadan biz
kadın erkek demeden yalnızlığa
çocuklar gibi sarıldık çocuklar gibi biz
ne ektiysek onu biçemedik git gide silindik
yeni isimler edindik edindik yeni benler
yeni camiler yapıldı yeni gökdelenler
bizim göğümüz artık mavi değil kan kırmızı
kan kırmızıydı tüm uykusuz saatler
yankısı bile buruk kıt kanaat vaatler
neden olmadı bilsek ne iyi olurdu
ama olmadı o hazineyi bir türlü bulamadık
yaslan şimdi yalnızlığına
borcunmuş gibi izle denizi dur
bu o beyaz gül kuşu değil
kara kanadını umuduna gölge etmiş
bariz bir zakkum kuşu yaralı
ellerinde iki kelepçe senin
biri tahta öbürü ise doğuştan sakat
atlarına koşulu
kızıl gözlerde gün batımı
dinle ayrılığın feryadı bu rumî
neyinden çıkan ateş misali
kasıp kavuruyor dört bir yanını
dilinden düşmüyor ince tül
toprak oluyorsun her şehre
her gece ıslatırken seni yağmur
giyotine giriyor İstanbul
ah ben az mı çektim istanbul’da
çaresizliğin çan çaldığı gecelerde
çoluk çocuğumdan uzak karımdan
az mı asıldım kendi ipimle yarı yolda
bir elimde ok diğerinde mermi
ne kuruntular içindeyim bir bilseniz
bakire bir park öksüz bir bankta
neden bir türlü ölemediğimi
II.
olsa da olurdu olmasa da olsun
bu masaldı bizi hayata bağlayan
çarşılara akşamlara aşklara
biliyoruz kabuk bağlamazdı bu yara
biliyoruz bu gökyüzü aynı gözle baktıkça
sabahlara kadar ıslanıyoruz
ıslanmasak olur mu bu sabahlara kadar
bu bulutlar aynı yükü taşıdıkça olmaz biliyoruz
o yüzden her sabah yeniden doğmak istiyoruz
oysa yıllardan beri aynı sabahı uyanıyoruz
bu uykusuzluk da aynı uykusuzluk ama
aması yok biz uzadıkça
kapanmıyor daha da kanıyor bu yara
sorduk da bir gün bir bara
bakar mısınız bu bardak kaçıncı bardak
cevap yok bir bardak daha
elimiz gitmiyor lâkin yaşlanmaya
büyüdükçe ellerimiz büyüyor hayallerimiz
hayallerimiz nutuk çekiyor hayata
siz olmasanız biz ne yapardık
siz olmasanız biz kim bilir ne
ne yalanlara yaşardık kim bilir
unutmak geliyor içimizden gidiyoruz
gidiyoruz derken hayır gitmiyoruz
gidersek de zaten nereye gidiyoruz
bir kilise çıkıyor karşımıza giriyoruz
kırk gün kırk gece çile çekiyoruz
siz olmasanız biz ne çekerdik azizim
sokaklara bir bir sizi soruyoruz
siz olmasanız biz aziz istanbul
istanbul demeyin bize utanıyoruz
yine hangi boğazda boğuluyoruz
sizi değil sizsizliği seviyoruz
ağlasanız da gözlerinizin ucuna kadar
artık kalamayız kalkıyoruz
bu istanbul aynı istanbul değil ki
bir binaya girip hatırlıyoruz
bir masaya oturup eskileri
siz beyazlığı kar gibi kız
kızlığı aşk gibi taze
içmemek mümkün mü bu kalabalıkta
bu kalabağın yalnız karanlığında
beyoğlu’nda o gece o çıkışta
kim bilir kimin neyin çıkışında
hangi güvercini vurup ölüyoruz
şiir yazmadan yaşayamıyoruz
şiir yazmayı bırakıyoruz
I.
it would’ve been good for us to do, so we did
we said prayers, we oppressed, we deserted
a poem may have saved our celibate living
we wrote a poem, then another and another
we found cities for ourselves, sheltering in its houses
their sombre rooms may have sheltered us
and we would freely make love, cry with liberty
surely this sun would scorch our skin and the moon freeze us over
more over we were seasoned with this damned loneliness
to assemble dreams through the mornings and be wrecked for nights on end
we dreamt day on end and were wrecked night upon night
wrecked but not in dread, we dreamt on and were shattered again
maybe we would never dream if we hadn’t collapsed
it was clear to us that we had made a habit of drowning in our own breath
we would fret about living
digging, without concern to summer or winter
simply to find that fabular treasure
to find that treasure perhaps…
wouldn’t it be a treat to have found that treasure
we wrote and sang songs
when that wouldn’t suffice we found new cities and wore out others
couldn’t quite pin point what was missing
every house a new blaze, ashes of nights
we couldn’t be ourselves, without making love, we, without weeping
without regard to man or women
we embraced solitude like children
whatever we planted we couldn’t saw
we were gradually effaced
we christened new names, we acquired new selves
new mosques were built, new high rises
our sky no longer blue but blood red
blood red was all the sleepless hours
persuasive promises with acrid echoes
wouldn’t it be nice to know why it never worked?
but no, we never did find that treasure
lean on your loneliness now
stare at the sea endlessly as if you’re owed
this is not that white rose bird
soaring her black wing, sheltering her hope
clearly, a rose bay bird is wounded
you hold two pairs of handcuffs in your hands
one is wooden, the other crippled from the crib
accustomed to ancestory
sunset in scarlet eyes
listen Rumî, this is the cry of separation
like a flame emanating from wherein
it scorches wreaks havoc all around
a slender veil won’t fall off the tongue
you come to form the earth in every city
every night the rain washes you over,
İstanbul heads to the guillotine over and over
ah, have I not suffered enough in Istanbul
on nights where desperation dwindles
estranged from my wife and children
have I not been hung enough, on my own rope,
half-way
an arrow in one hand and a bullet in the other
if you only knew what a draught I’m in
in a virgin park, an orphaned bench
if only new why, I couldn’t just die
II.
it would have been fine with or without
it was this tale that cringed us to life
to the bazaars, evenings and love affairs
we know this scar won’t form a crust
we know this sky, gazing with the same old eyes
soaking wet until the mornings
would the dawn break if we don’t get wet
we know, long as these clouds carry the same weight
it won’t
this is why we seek to reborn each morning
while we wake to the same morning for years now
this insomnia is still the same insomnia but
there is no but, so long as we grow taller
it won’t mend but keeps bleeding ever more, this scar
we stopped and ask a bar one day
excuse me, which glass are we on
no answer so we carry on, to another
we dread growing older
the bigger our hands grow so do our dreams
our dreams sermonise our lives
what would we do without you here
what would we, without you, who knows what
sort of lies we would be living with
we feel like forgetting and we leave
when I say leaving, no we’re not leaving
even if we were, where are we headed to
a church appears before us we enter
we suffer for forty days and nights
what would we suffer from if it wasn’t for you old sport
we ask the streets about you one by one
if it wasn’t for you, us sacred Istanbul
don’t call us Istanbul we are ashamed
which Bosporous are we drowning in again
we love not you but being without you
even if you weep to your eyelids
we can’t stay we’re lifting off
this Istanbul is not the same Istanbul
we remember upon entering a building
sitting upon a table, is it possible not to guzzle
in this crowd
the old times, you a girl with as white as snow
her girlhood fresh as love
in the lonesome darkness of this crowd
in Beyoğlu* that night at that exodus
way out what or whom, who knows
which dove we shoot to kill
unable to live without writing poems
abandoning writing still
*a district in Istanbul renown for it’s night life
Translated with the author’s approval by Ege Dündar