TÜRKÇE

Dışarıdan nasıl görünüyor bilmiyorum ama gecenin bir yarısı, bozkırın karanlığını yararak giden bir trenin içinde olmak, hele de uykunuz gelmiyorsa, pek de heves edilecek bir şey değildir. Uzayıp giden tren koridoru, bir şehrin en tekin olmayan mahallesinin dar bir sokağını andırır. Yolcularsa şehrin uzağındaki henüz imara açılmamış araziye kaçak gecekondular inşa etmiş mahalle sakinlerini… Bu silsile karanlıkta her şey tenha, ürkütücü ve yavaştır. Zaten oldum olası gece trenleri bana, bozkırın enginliğine ve gecenin dinginliğine kendilerini teslim etmiş tilkilere, gelinciklere nazaran daha hızlı ama günbegün hızlanan hayatın gerisinde ve hatta çok uzağında kalmış, sizi sadece, uzaktan solgun ışıkları görünen köy evlerinin yer yataklarındaki huzura bir anlık götüren bir ışık huzmesinden ibaret gibi gelmiştir. Belki de solgun ışıklı uzak köylerden bakanların çok hızlı zannettiği, içinde olup, göz açıp kapayıncaya kadar dünyayı baştanbaşa dolaşmayı hayal ettiği bir ışık huzmesi… Oysa tren de, trendekiler de hayatın her yüzünü görmüşçesine ve hayatta acele edecek hiçbir şey olmadığını anlamışçasına miskinlerdir.
Görevi trenleri hızlandırmak olan bir demiryolu mühendisinin bunları düşünmesi yadsınabilir belki. Ama trenin durduğu küçük istasyonları düş zannedenlerin derin uykularından nasibinizi alamıyorsanız ya böyle şeyler düşünür ya da düşünmekten farksız düşler kurgularsınız. En çok da sizin gibi uyuyamayanlar ya da trene yeni bindiğinden dolayı henüz uyumamış olanlar için… Gecenin bu saatinde de o kadar azdırlar ki… Bir düşü tükettiğiniz anda, bir sonraki istasyona ulaşma telaşı baş gösterir hemen. Yetişemezseniz, kendi hayatınıza dair şeyler düşünmek zorunda kalırsınız.
Neyse ki bu seferki bekleyişim uzun sürmedi. Ötede tehlike sezmiş bir atın huysuzlanıp kişnemesi gibi durdu tren. Kapılar açılınca, daha demin raylara vuran demir tekerlerin takırtılarından başka ses duyulmayan trenin içine, istasyon kalabalığının gürültüsü doldu. Trenin içindeki uyku mahmuru gözler açılıp nereye geldiklerine baktılar. Sonra da tren, bir uyku mahmurunun uykusundan uyanıp yeniden uykuya daldığı an kadar durduğu küçük istasyondan hareket edip, bozkırın karanlığına gömüldü. Küçük istasyonsa, görülüp görülmediği meçhul bir düş gibi arkada kalmıştı.
Benle kondüktör istasyonda inmiştik. Önceden kavilleşmiş gibi görünsek de işin aslı öyle değildi. Bir önceki istasyonda kondüktör, yeni binenlerin biletlerini kontrol ederken yüzüme bakmış, sonra da işlenmiş bir kabahati ya sabır deyip geçiştirir gibi bakışlarını benden alarak, trenin titreyen koridoru boyunca yürümüştü. Yüzünü seçememiştim. Bu kez de benim bakışlarım onun ardına takılmıştı. Geniş sırtında yılların yükünü taşıyor gibiydi. Koridorun kenarına serpiştirilmiş koltuklarda oturanlar, uzak köy ışıklarının solgunca yansıdığı trenin camına yaslanmış, uyuyorlardı. Belli belirsiz yanıp sönen ışıklara her biri bir düş iliştiriyordu sanki. Bir tek kondüktör görmüyordu ışıkları. Daha doğrusu bir tek kondüktör, trenden inince, solgun ışıklara iliştirilen düşlerin de ışıklarla birlikte söneceğini biliyordu. Belki de bunu bildiğinden dolayı bu küçük istasyonda inmişti. Bense onun ardı sıra sürükleniyordum. Kondüktörün değil de düş ile karışık bir gerçeğin peşindeydim sanki.
Tahtalarının boyası dökülmüş, demirleri paslı banka oturup bir sigara yaktı kondüktör, trenin gittiği yöne bakarak. En sevdiğini uğurlamış ve bir daha hiç göremeyecekmişçesine hüzünlüydü. Hüznünü paylaşan vakur adımlarla yanaşıp yanına oturdum. Beni fark edince göz ucuyla baktı, sonra da istifini bozmadan sigarasını içmeye devam etti.
Sessizlikle çoğalan hüznünü teskin etmek için:
“Yakınınız mıydı giden?” diye sordum.
Hüznünün çoğalmasında ısrarcı, sessizce yüzüme baktı.
“Oğlum,” dedi, “Ankara’ya gidiyor, işe başlayacak.”
Tüm sorularımın cevabını almışçasına sustum ama konuşmak, bu adamın hüznünü dağıtmak istiyordum. Bir yandan da taze ayrılıklar üzerine konuşulanların özlemi daha da körüklemesinden korkuyordum. Böyle anlarda kelimeler ketumdurlar; hiçbir merakı kamçılayıp sorgulamazlar. Hal böyle olunca, bir ihtilal işkencecisi gibi konuşturmaya zorladım kelimeleri.
“Hayırlı olsun,” dedim. “Hayırlı bir sebeple gidiyor en azından.”
Daha kötüsünün de var olduğu ihtimalini vurgulayıp, onunla kıyaslamanın tesellisi en çok da böyle anlarda işe yarıyordu.
“Öyle,” dedi kondüktör, olan biteni çoktan kabullenmiş gibi.
“Üzülmeyin. Yakında ziyaretinize gelir, tekrar görüşürsünüz.”
“İnşallah.”
Olmayacağına ram ettiğini bir mucizenin insafına bırakmıştı sanki. Yüzü gölgelendi. Ne trenin ne de bu küçük istasyonun karanlığında göremediğim yüzünü, gölgelendiği bu anda daha iyi görüyordum. Öylesine tanıdıktı ki yüzü… Naylon poşetlerden yapılmış uçurtmaların gökyüzünde yalpalayarak süzüldüğündeki sevinci anımsatıyordu. Ama kim olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Kafa kısmı makasla kesilmiş bir albüm fotoğrafı gibi duruyordu karşımda; kimliği meçhul, anısı hâlâ sıcak…
Usta bir demirci gibi rayları döve döve gelen trenin sesine doğru çevrildi bakışlarımız. Günde sadece bir trenin geldiği bu küçük istasyona, daha demin giden trenin ardından başka bir trenin gelmesini yadırgamadan yerinden kalktı kondüktör. Ben de bakışlarımla takıldım ardına. Bozkırın enginliğinde, uzaktan görünen solgun köy ışıklarına benzeyen trenin ışığı, güneş gibi aydınlattı küçük istasyonu. Acele etmeden yürüdük trene. Zaten ikimizden başka yolcu yoktu. Uğurlayan da… Kondüktör, trenin merdivenlerini tırmanırken ardına baktı. Bakışları, hâlâ bir düğümü çözmek uğraşındaki bakışlarımla çarpıştı. Öğüt vermek üzere olan bir baba bilgeliğiyle:
“Trenler; gitmek sanısıyla kalanların ya da giderken kaçtıklarını, ardında bıraktıklarını da içinde taşıyanların araftaki menzilsiz yolculuklarının aracıdır,” dedi. “Bazen inmek, istasyonlarda soluklanmak iyi gelir. Hiç yoktan, ardında kalanları hatırlarsın.”
Bir roman kahramanı gibi geniş sırtını dönüp trenin içine doğru yürüdü. Ben de ardından yürüyüp trene bindim. Dar bir sokak gibi uzayan koridorda kimse görünmüyordu. Ne yüzü ne anısı ne kendi… Bir düş kadar belirip kaybolmuştu sanki.
Trene ilk bindiğimdeki yerim boştu. Varıp tekrar oturdum aynı yere. Tren, sanki hiç durmamış gibi, son demini huzur içinde yaşamak niyetinde olan bir ihtiyarı rahatsız eden bir velet haşarılığıyla gidiyordu. Başımı cama yaslayıp bozkırın karanlığına daldım. İçimde, şu karanlık bozkırdan da büyük bir boşluk büyüyor, ne varsa yutup birbirine karıştırıyordu. Üstelik hiçbir şeyle de dolmuyor, doymuyordu. Geçmiş ile şimdi, düş ile gerçek, sanılarla doğrular… Birbirinin aksi ne varsa hepsi iç içe, yekpareydi. Zihnim ise tüm bu yaşananların düş mü, gerçek mi olduğunu anlayamayacak kadar acizdi.
Omzuma şefkatli bir elin dokunmasıyla sıyrıldım içimdeki harpten. Uyku mahmuru gözlerimi araladığımda kondüktörün camdan yansıyan yüzünü gördüm.
“Ankara’ya mı?” diye sorunca, bir gerçeğe uyanmanın hüsranı kapladı içimi. Ne tren durmuştu ne biz trenden inmiştik ne de kondüktörle, kondüktörün oğlunu uğurlayışının hüznünü paylaşmıştık. Sadece ben, bozkırda bir başına seyreden trenin ardına ek bir sefer daha koymuş, kendi uğurlanışımı düşlemiş ve uğurlayanı uğurlamaktan dönüşümde, beni gerçeğime götüren trene yetişmiştim.
“Evet Necati amca,” dedim burukça.
Teselli etmek ister gibiydi:
“Hemen başlamasaydın keşke işe…”
“Evde olunca daha kötü oluyorum. Çalışırsam kafam dağılır en azından.”
“Doğru diyorsun. Mukadderat, ne gelir elden. Senin, demiryollarına mühendis atandığını duyunca nasıl da sevinmişti. Seni bindirip yolcu ettikten sonra trenin ardından bakıp durdu öyle. Çok ani oldu ölümü. Son nefesine yetişebilseydin keşke. Ölmeden seni bir daha görseydi… ”
Elini omzuma koyup sustu. Boğazında düğümlenmiş, bir daha yaşanamayacakları betimleyen ardı getirilememiş cümlelerle, koridorun karanlığında kayboldu. Bakışlarım da onun ardı sıra, bir tenhada gözyaşı dökmek için yürüyordu. Bozkırın karanlığı, uzaktaki köylerin solgun ışıklarını yutmuş, hiçbir düşe mahal vermeyen acı bir gerçek gibi trenin camına yansıyordu.

ENGLISH

I don’t know how it looks from the outside but to be in a train cutting through the darkness of steppes in the middle of the night, especially if you have insomnia, is not a thing to lust for. The ever-lengthening train corridor resembles a secluded street in the dodgy neighborhood of a city. The passengers on the other hand, remind of residents of shanty runaway houses on a non-resident zone… Everything in this threading darkness is desolate, eerie and slow. Long as I can remember, night trains have reminded me of foxes surrendered to the vastness of the steppes and the serenity of nights, faster in comparison to poppies but still behind the life speeding up day by day, far behind in fact, often seeming as nothing more than a stream of light taking you back to the serenity of a moment on floor beds in village homes, with their pale lights shining afar. Perhaps a stream of light that those gazing at it from those dim-lit villages afar deem very fast, and dream of traveling the world from top to bottom in a blink. Wheneas, the passengers of the train are sluggish, as if they have seen each face of life to realize there was nothing to hurry for.

It may be considered strange that a railway engineer whose job is to run trains faster is thinking about these things. But if you are not getting your share of the deep sleep those who mistake tiny train stops for dreams do, you either think of such things or make up dreams no different to thinking. This is especially true for those like you who can’t sleep or those that haven’t yet slept as they’ve newly got on the train… There are so few of them at such late hours of the night… The minute you consume a dream, the rush to reach the next station persists. If you don’t make it in time, you are left to consider aspects about your life.

Thankfully my waiting didn’t last long this time. The train stopped like a horse sensing danger and neighing in unease. When the doors opened, the roar of the station crowd rushed to fill the train where nothing else but the rattle of iron wheels was heard. The bleary eyes inside knocked open and stared at where they had arrived. Then the train, moved from the small station it stopped for just long enough for a sleepy passenger to wake up and fall back asleep, and sunk into the steppes’ darkness.

The small station on the other hand, had been left behind like a dream unbeknown if it was ever seen.

Me and the conductor had gotten off at the station. Although we seemed to be in agreement, the truth of it was not so. In the previous station the conductor had looked at my face whilst checking the new comers tickets and walked right off into the trains shaky corridor, taking his disapproving glare off me, as if to glaze over a blame. I couldn’t make out his face. And now, my eyes were trailing behind him. It seemed as though he carried the weight of long years on his broad shoulders. The passangers dispersed to the sides of the corridor on their seats were deep in sleep, resting upon the window reflecting dim lights from far away villages. They each seemed to be pinning a dream on the flickering train lights. Yet only the conductor didn’t seem to notice the lights. Or more precisely, only the conductor knew that dreams pinned to dim lights would wane along with the rest of the lights upon alighting the train. Perhaps this is why he had gotten off on this small train station and I was drifting along behind him. I felt as though I was not really after the conductor but of a reality mixed in with fantasy.

Sitting on the bench with rusted iron and paint falling off the wood, the conductor lit a cigarette, staring down where the train had left. He was somber as though he had just bid farewell to his beloved, never to see her again. I approached him with reserved steps that shared in his sorrow and sat down. He looked at me out of the corner of his eye upon noticing and carried on smoking unperturbed.
To soothe his gloom growing in silence:

“Were they close to you, whoever just left?”
He looked at my face quietly, determined in thickening his blues.

“My son,” he said “he is going to Ankara, he will be starting work.”

I kept silent, as if all my questions were answered but I wanted to speak, to ease this man’s suffering.

On the other hand, I was feared to ignite the feeling of longing by speaking about recent breakups. During these times, words appear discreet; they don’t question or encourage any type of curiosity. Thus, I forced the words to spill, torturing them as if I was a revolution tormentor.

I said, “Best wishes. At least, he is leaving for a good cause.”

Pointing out and comparing the situation with the examples of worser ones, always works as great consolation.

“True,” the conductor said, like he already resigned to everything.

“Don’t feel bad. He will come visit soon and you can see each other again.”

“Hopefully.”

I was as if he left himself to the mercy of a subdued miracle. His face was shrouded. I couldn’t manage to see it in the train or at the station before, but right at that moment as shadow fell, I saw him. A very familiar face… it reminded me of kites made of cheap shopping bags, gliding imperfectly in thin air; that specific joyous, feeling. But I couldn’t tell who he was. He stood there, as an album photo, its head cut out with scissors; unidentified, the memory still alive and kicking…

The sound of an approaching train, beating the rails like a master blacksmith caught our glaze. The conductor got up, finding nothing odd about a second train approaching this little station, which welcomes just one train a day. I followed him with my eyes. The train, which seemed similar to a faded vision of a faraway village as it approached, enlightened the little station, situated somewhere on the boundless steppe. We walked towards the train, unhurriedly. After all, there was no other passengers or anyone to say farewell… The conductor looked back as he climbed the stairs to the train. Our eyes met, as I was trying to untie the knot. Wisely, as a father who is about to give some advice, he said:

“Trains serve as the vehicle of rangeless trips; they carry people who expect to leave but never really do, or people who carry the weight of whatever it is thing they are running away from and all the things they’ve left behind.”

“Sometimes it’s good to hop off at stations in between and catch a breath. or to remember once again, the ones you left behind.”

Like a character in a novel, he turned his back and walked inside the train.

I followed him in the train.

The shallow corridor extended like a narrow street. No one was around, not a soul, a memory, nothing…

It was as if the conductor appeared and disappeared in the blink of an eye.

My seat from the previous trip was empty. I sat on the same spot. The train, as if it never paused, picked up speed like a toddler who keeps annoying the old man longsingto spend his last days in peace. I leaned my head against the window and disappeared into the dark and infinite steppe. The hollow inside me grew even larger than the darkness, it swallowed everything that came near. Moreover, it seemed impossible to fill and satisfy this hole within. The past and present, dreams and reality, assumptions and truth…  Every idea which had an antonym seemed to come together in one body, when swallowed by this gap. My mind in the other hand was too weak to distinguish what is real and what is a dream.

I escaped from my gap as I felt a hand on my shoulder. I hardly opened my tired eyes, trying to wake from the nap, I saw the conductor’s face reflecting from the window.

“Where to? Ankara?” he asked, as a powerful wave of disappointment for waking up to reality filled my soul. The train never stopped, we never got off at the station and with the conductor; we never shared the sorrow of his son’s departure. I, by myself, added an additional trip to the train and imagined my own farewell. As I returned from saying farewell to the ones, saying farewell to myself, I cought the train that led me to my reality, the real, naked world.

“Yes, Uncle Necati,” I said wryly.

In an effort for consolation:

“You didn’t have to start working immediately…”

“It’s worse if I stay home all day. At least work is a good distraction.”

“True… Whatever is destined for us, we live through. He was very happy when he heard that you started working for the state railways as an engineer. He said sent you off at the station and looked after the train for a while after it left. His death was so sudden. I wish you were there during his last moments. Only if he could see you once more before…”

He put his hand on my shoulder and stopped talking. He choked on sentences filled with descriptions of forsaken memories, unfinished sentences and disappeared into the darkness of the corridor. My eyes followed him and searched for a discreet place to shed tears. The dark steppe, swallowing dim lights of villages afar, reflected upon the train’s window, resembling the bitter reality of forsaken dreams.

Translated with the author’s approval by Ege Dündar and Irmak Ertaş

Bunları da Sevebilirsiniz

I Living is no laughing matter: you must live with great seriousness like a squirrel, for example— I mean without looking for something beyond and above living, I mean living must be your whole occupation. Living is no laughing matter: you must take it seriously, so much so and to such a degree that, for …

Share

1869’un 22 Kasım’ında Paris’te dünyaya geldi André Gide. Babası Katolik bir hukuk profesörü, annesi ise dönemin tanınmış Protestan ailelerinden birinin kızıydı. Dolayısıyla içerisine doğduğu bu çatışmalarla örülü ortam, küçük yaşlardan itibaren onun aykırı ve sorgulayıcı mizacını ortaya çıkaran gizil bir güç olmuştur. Gide’in sanatla ilk ilişkisi piyano ile başladı, piyano çalmayı çok erken öğrenmeye başlayan …

Share
Önceki / Previous HALİL CİBRAN’DAN EVLİLİK ÜZERİNE
Sonraki / Next LİSE SIRALARINDA KEŞFEDİLMİŞ BİR YETENEK: SAİT FAİK ABASIYANIK VE İLK ÖYKÜSÜ “İPEKLİ MENDİL” (Kısa Filmiyle Birlikte)