Solda, Sait Faik Abasıyanık. (Bu görsel Sait Faik Müzesi’nin arşivinden alınmıştır.)

Kasım 1906’da dünyaya gözlerini açmış ünlü hikayecimiz Sait Faik Abasıyanık. Yazmaya her ne kadar şiir ile başlamış olsa da asıl ününü ilk öyküsüne borçlu, kısa ve hüzünlü bir öykü bu, adı İpekli Mendil. Henüz tazecik gençken lise sıralarını doldurduğu Bursa Erkek Lisesi’nde, edebiyat öğretmeninin verdiği ödev üzerine yazdığı bu öykünün onun yazın yaşamının ilk ve önemli bir basamağı olacağını o da tahmin etmemişti. Ödev olarak kaleme aldığı bu ilk öyküsü 15 Nisan 1934 tarihli Varlık Dergisi’nin 19. sayısında da çıktı. Sait Faik ilk öyküsünü nasıl yazdığını şöyle anlatıyor:

Bursa Lisesi’nde onuncu sınıftaydım, edebiyat hocamız bir vazife yazmamızı istedi. Ben İpekli Mendil isimli bir hikaye yazıp verdim. Ertesi ders hoca bu hikayeyi tüm sınıfa okuttu. Neden okutuyordu bir türlü anlamamıştım. Meğerse hikayeyi çok beğenmiş, sonra beni yanına çağırıp; eğer böyle yazmakta devam edersen iyi hikaye yazabileceksin sen, demişti. İşte ilk bu şekilde yazmaya başladım. Hocam bana daima cesaret veriyordu. İkinci olarak Zemberek’i yazdım. (Amerikan Kolejlileri Yıllığı, 1954)

İlkyaz olarak, usta yazar Sait Faik’in ilk öyküsünün yazın hayatının başındaki bütün genç yazarlara ilham olmasını diliyoruz. Bu dokunaklı öyküyü bitirir bitirmez, , bu kısa öykünün yönetmen Yalçın Kümeli tarafından 2006 yılında TRT işbirliğiyle çekilmiş kısa filmini de izlemenizi tavsiye ederiz, öykünün bitiminde yer alan linkten filme ulaşabilirsiniz. İyi okumalar! İyi seyirler!

İPEKLİ MENDİL

İpek fabrikasının geniş cephesi ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi, acele acele geçtiler. Ben isteksiz, nereye gideceği meçhul adımlarla yürürken kapıcı arkamdan seslendi:

“Nereye?”

“Şöyle bir gezineyim”, dedim.

“Cambaza gitmiyor musun?”

Cevap vermediğimi görünce, ilave etti:

“Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş.”

“Hiç niyetim yok”, dedim. Yalvardı, yakardı, beni fabrikayı beklemeye razı etti. Biraz oturdum, bir sigara içtim, bir türkü söyledim, sonra canım sıkıldı. “Ne etsem” dedim, kalktım, kapıcı odasındaki çivili bastonu aldım, fabrikayı dolaşmaya çıktım.

Kızların çalıştığı kozahaneyi geçer geçmez bir pıtırtı işittim. Cebimdeki elektrik fenerini yaktım. Etrafı taradım. Fenerin uzanan gür ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak gözüktü. Arkasından seğirttim, kaçanı yakaladım. Kapıcı odasına hırsızla beraber girdik. Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım. Ay, bu ne küçük hırsızdı böyle! Ellerimin içinde kırarcasına tuttuğum eli ufacık. Gözleri pırıl pırıl. Neden sonra gülmek için, hem de katıla katıla gülmek için, ellerini bıraktım. Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum etti ve çapkın, beni küçük parmağımdan yaraladı. Sımsıkı yakaladım keratayı. Ceplerini aradım. Bir parça kaçak tütün ve yine aynı sıfatlı iki sigara kağıdı, temizce bir mendil buldum. Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım; mendili yırttım ve elimi ona bağlattım. Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık, ahbapça konuştuk. On beş yaşında vardı. Hani böyle şey adeti değildi ama, gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya aşıklısı, sevdalısı, komşu kızı işte! Para da yok ki gidip çarşıdan alsın. Düşünmüş taşınmış aklına bu çare gelmiş. Ben: “Peki”, dedim, imalathane bu tarafta, sen aksi tarafta ne arıyordun? Güldü. İmalathanenin nerede olduğunu o ne bilecekti. Birer de benim köylü sigarasından yaktık, iyice ahbap olmuştuk. Halis Bursalıydı doğma büyüme, İstanbul’a değil, Mudanya’ya koca ömründe -bunu söylerken yüzünü görseydiniz-bir defacık inmişti. Emir Sultan’da ay ışığında, kızak kaydığımız zamanlar, benim de aynı bu tonda, bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu. Eminim ki bunun da onlar gibi, uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı. Biliyorum ki mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor. Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir ceviz esmerliğinde esmerdi. Yine de bir taze ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı.

Ben bilirim, yazın başlangıcından ta ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali, yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar. O sırada kapıcının saati on ikiyi çaldı. Nerde ise cambaz bitecekti. “Kaçayım”, dedi. Onu ipekli mendili vermeden gönderdiğime müessir düşünürken, dışarıda bir gürültü ile silkindim. Kapıcı söylene söylene odadan içeri giriyordu. Arkasında da hırsız… Bu sefer ben kulaklarını çektim. Kapıcı çıplak tabanlarını ince söğüt dalıyla epey haşladı. Bereket patron orada yoktu. Yoksa vallah onu polise verirdi. ”Bu yaşta bir çocuk hırsız! Efendi, hapishanede yatsın da akıllansın” diyerek. Çok korkuttuk, ağlamadı. Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama dudaklarında azıcık bir titreme gözükmedi ve kaşları sabit, kararlı hallerini hiç bozmadılar. Yalnız biraz rüzgarlıydılar. Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve mısır tarlasını, keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti.

Ben o zaman malların istif edildiği imalathanenin üstündeki bölmede yatardım. Odam ne güzeldi. Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu. Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pare pare dökülürdü. Aşağı yukarı, yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin ne tuhaf rüzgarlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgarları kokularından lodos, poyraz, karayel, gün batısı diye ayırt eder, tanıdım. Ne rüzgarlar battaniyemin üzerinden acayip birer rüya gibi gelip geçtiler. Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada pencerede bir hayal belirdi. Oydu yavaşca pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı. İstifleri uzun bir müddet alan taran etti. Sesimi çıkarmadım. Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi, sesimi çıkarmayacaktım. Yarın patron “Üstüne ölü toprağı mı serpilmişti”, diye bir tekme, beni kovacağını bildiğim halde gık demedim. Halbuki o yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğim zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi. Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipek mendil su gibi fışkırdı.

Kısa filmini izlemek için tıklayınız: https://www.youtube.com/watch?v=rIDAokZ-0j0

Bunları da Sevebilirsiniz

In our over three years of publishing life, İlkyaz, meaning Early Spring, was able to bring to light over 300 young writers under the age of 35, some even under 15 years of age. We created collaborative ventures between writers in 14 countries, provided honorariums, amplifying their insights to around 5 thousand readers a month …

Share

Hep ağlarken görüyorum yüzümü Kırık o aynada iki yıldır Beş kalmış yedi yıl uğursuzluğuna Yıkadım yüzümü gene Yirmi kere yaparım en az ayda En olmadı on beş defa Tuzlu suyu bastın mi al yanağa Eskitme olur antika Ah tanrım başka gün duysaydın sesimi Nefesime değmeyecekti sonumun soluğu Genç kadınım yüzümün eti döküm döküm Yakışmıyor ahu gözlerine bahşedilen hüzün …

Share

Parlama batıdan doğacaksan Tersine güneş Nemesis bizi yiyecek Kaçın dünyalılar dünyadan Parlamaz doğunun açık avucu yoksa Doğrudan aç karanlık Bize mi kaldı renkler, istemeyiz Dilerseniz çağıralım siyahı Bu kadar aymaz olmamalı Sonsuz minnet kırmızı cüceye Varlığın renkli halinden memnun olmasak da Bilmek gerek Yokluğun ne karanlığı var Ne de rengi Yokluk Renksiz, tatsız, kokusuz, dokusuz …

Share
Önceki / Previous Kondüktör / The Conductor
Sonraki / Next August's Wrıtıngs Are Lıve!