Eskiden şehir-i İstanbul’un arka mahallelerinin birinde, küçücük bir evde, o dönem benim gibi asgari ücretle çalışan birkaç arkadaşla beraber yaşıyorduk.
O zamanlar İstanbul, şimdikinden daha güzel, daha sevimli, daha güvenli ve daha nitelikli bir şehirdi. Bir taraftan hayat kavgası verirken bir taraftan da kendimizce bazı ideallerimizin peşinde koşardık. Kimimizin derdi aşk, kimimizin devrimdi; kimimiz de ekmek derdindeydik. Kimseye zararımız dokunmazdı, sadece kendimize zararımız vardı. Öğrenci arkadaşlarımız da vardı üniversitede okuyan, bazılarını çok sever, onlarla iyi anlaşırdım ama bazılarını da çok ukala oldukları için sevmezdim. Bazen bu tür öğrencilerle fikir ayrılığı yaşardık ama ben genelde onlarla tartışmayı gereksiz bulurdum. Her ne kadar ortak yanlarımız olsa da onların mektepli olması, tavırlarına da etki ediyordu; kaygıları başkaydı, başka şeylere sevinir başka şeylere gülerlerdi ve onların hayatları bizimkinden biraz farklıydı, bu yüzden genellikle öğrenciler ile aramızda uyum sorunları yaşanırdı. Hatta o dönemlerde bizim cenahta öğrenciler için “mevsimlik işçi” tabiri kullanılırdı ki halen hatırladıkça tebessüm ederim. Bu müthiş benzetmeyi kendim de çok kullandığım için hemen belirtmek isterim ki sakın ola kimse alınganlık yapmasın; çünkü bunda rencide etme amacı yoktur. Öğrenci arkadaşlarımızın yaptıkları çalışmaların dönemsellik arz etmesi hasebiyle ortamda bu yakıştırma kendiliğinden oluşmuştu.
Hâsılı kelam bizim yakın arkadaşlardan Erdal adında bir arkadaşımız vardı. Küçük bir mobilya atölyesinde çalışırdı; çok becerikli ve çalışkan biriydi. Tıpkı inşaatta, pazarda ve tekstilde çalışan diğer binlerce insan gibi o da okuyamamıştı, hâlbuki çok zeki ve okumaya da bir o kadar hevesli bir delikanlıydı. Günlerden bir gün polisler bizim Erdal’ı çalıştığı yerden yaka paça alıp götürdüler. Haberi aldığımızda iş yerinden çıkıp emniyete gittik. Aslında bir tahminimiz vardı fakat emin olmak için yine de oradaki polislerden niçin gözaltına alındığını öğrenmek istiyorduk. Soru sorduğumuz polisler çok kızgındı, Erdal’ın siyasi nedenlerden ötürü gözaltına alındığını söylediler. “Akıllı olun işinize bakın yoksa siz de yanarsınız” deyip bizi de oradan uzaklaştırdılar. Ne yapacağımızı bilemeden çaresiz eve dönmeye karar verdik ama herkes gibi benim de aklım Erdal’daydı. Ne olacak diye merak ediyordum. İnsanın bir yakını için elinden hiçbir şeyin gelmemesi, hiçbir şey yapmadan çaresizce beklemesi kadar kötü bir şey olamaz galiba. Böyle çaresizce otobüsün arka koltuğunda başımı cama yaslayıp düşünürken çaldı telefon. Ben tabi heyecandan ölecek gibiydim, iyi bir haber bekliyordum fakat öyle olmadı. Erdal tutuklanmıştı! O an otobüsün camından dışarı atlamak geldi içimden, yapamadım, hıçkırığımı yutarak buğulanan cama başımı yaslayıp bu kalabalık şehirde yapayalnız kaldığıma ağladım.
Ertesi hafta arkadaşımın tutuklu olmasını biraz kanıksamıştım, onun için üzülmekten başka bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Ona önce mektup yazmalıydım ve oturup yazmaya başladım, bir ara yazdıklarıma baktım ve çok duygusal olduğunu fark ettim. “Ne yapıyorsun,” dedim kendime, “oğlum, bu adama destek olacağına neler yazıyorsun,” dedim ve mektubu sakladım, yeniden bambaşka bir mektup yazıp gönderdim. Mektubumda cezaevinde ziyarete geleceğimi söyledim. Tabi o zamanlar her tutuklu için üç kişilik ziyaretçi hakkı vardı. Erdal’ın da ismini bildirdiği üç kişiden birisi bendim. Görüş günü salıydı ve ben iş yerinden izin alıp erkenden yola çıktım. Bayrampaşa Cezaevi, nam-ı diğer Sağmalcılar cezaevi… Kimler geldi kimler geçti bu meşhur cezaevinden; ne hasretler çekildi, ne analar ağladı kapısında, ne kadar tarihi anlara tanıklık etti bu koca duvarlar, bu demir kapılar. Bilenler bilir burası o dönem önünde mahkûm yakınlarının oluşturduğu kalabalığın hiç eksik olmadığı bir yerdi.
Hep bir şekilde bu insanları görüp onlar için üzülmüştüm fakat bu defa ben de onlardan biriydim, çok tuhaf bir durumdu, içimi tarifi imkânsız duygular doldurdu. Gözlerim yaşardı, sigara içmek için duvar dibindeki banklardan birine oturdum. Yanımda 50’li yaşlarda bir amca oturuyordu. Sigarasından her nefes alışında küfürler savuruyordu. Dayanamayıp sordum amcaya:
“Hayırdır amca? Kim var içerde?”
“Benim burada işe yaramaz, beceriksiz bir oğlum var. Memleketten onun yüzüne tükürmek için geldim.”
“Geçmiş olsun amcacım fakat niye tükürüyorsun?”
“Dedim ya beceriksiz işte başladığı işi yarım bırakmış o yüzden.”
“Amcacım bir anlatıver bu işin aslını, merak ettim.”
“Bak şimdi evladım ben bu oğlumu okutmak istedim okumadı. Liseyi yarıda bırakıp İstanbul’a geldi. Üzülmüştüm o zamanlar ama herkes okul okuyacak diye bir şey yok dedim kabullendim sonra. Bizimki de ticarete atıldı, Beyoğlu’nda bir dükkân açtı, iyi kötü kazanıyordu yani aslında iyi kazanıyordu. Geçenlerde birkaç serseri dükkânı basmış güya bizimkini haraca bağlayıp yolunu bulacak şerefsizler.
“Ee oğlunuz ne yapmış?”
“Ne yapacak işte çekmiş vurmuş bunları; ama işte hiçbiri ölmemiş iki tanesi yaralı diğeri kaçmış.”
“Amcacım sen burada oğluna niye kızıyorsun, onun ne günahı var?”
“Bak evlat o kansızlar senin dükkânın basıp haraç istediyse senin onları öldürmen farzdır; ama bizim çocuk hiçbirini öldürememiş işte. Gidip aradım izini kaybettirmişler, sinirimden ölüyorum şimdi ben bu oğluma tükürmeden memlekete dönmem anlıyor musun, yarım yamalak işler yapmayacaksın bi’ iş yapıyorsan adamakıllı yapacaksın.
“Haklısın amca” dedim ve bir sigara daha içtim amcayla. Kendi kendime ne acayip insanlar var diye iç geçirdim. Ben bu şaşkınlığı atamamışken amca bana dönerek “Sen kimi ziyarete geldin?” diye sordu.
“Bir arkadaşımı görmeye geldim. Yeni tutuklandı bizimki de.”
“Neyden tutuklandı sizinki?”
“Siyasiden amcacım.”
“Yapma yav, aman diyeyim dikkat edin, o iş çok sıkıntılı bulaşmayın, valla gençliğinizi yakarsınız.”
“Eyvallah amcacım doğru diyorsun uzak durmak lazım.”
Amcayla vedalaştık, kapıda bekleyenleri sıra numarasına göre içeri almaya başladılar. Sıkı bir üst aramasından sonra içeriye girebildim. Bekleme salonu gibi bir yerde bizi beklettiler, sırayla isimleri okuyordu bir görevli. İsmi okunanlar görüşme kabinlerine geçiyordu, derken herkes gitti bir ben kaldım. Görevli adımı sordu, söyledim, elindeki listeye baktı. “Adın yok burada görüşemezsin” dedi. Çıldıracak gibiydim. “Yalan söylüyorsunuz! Görüşeceğim” dedim. “Çık dışarı!” dedi elinde liste olan görevli. Ben de “Çıkmıyorum görüşmeden çıkmayacağım” dedim. Orda bulunan jandarmaya talimatı verdiler hemen. Jandarmalar ite kaka dışarı attı beni.
Neye uğradığımı şaşırmıştım. Öfkeden deliye dönmüştüm. Az önceki amcadan daha beter küfür etmeye başladım. O esnada kapıda bekleyen ailelerin bana baktıklarını görünce utandım. Kıpkırmızı kesildim, başımı öne eğdim. Bir sigara daha yakıp sessizce oradan uzaklaştım. Eve geldiğimde Erdal’ın bir gün önce Bayrampaşa’dan Tekirdağ F tipi cezaevine nakledildiğini öğrendim. Demek bu yüzden adım çıkmadı, demek bu yüzden görüşemezsin dediler. Ama neden işin aslını bana söylemediler. Bütün bunları detaylara girmeden Erdal’a yazdığım mektupta anlattım. Bir sonraki hafta Tekirdağ’a gidip ziyaret etmeyi istiyordum fakat iş yerinden izin alamayacağımı da çok iyi biliyordum.