Edebiyat: İmgesu Ünal – Sedat’ın Simitleri Hayatın Neresinde? / Where do Sedat’s Sımıts Stand ın Lıfe?/ Где в жизни место для симитов Седата?
Sabah ezanıyla bir güne daha uyandı. Geceden uykusunu alamamış olacak, aynı anda binlerce defa uyandı. Lanet ederek. Müezzin, sesinin en yüksek tınısıyla bir güne daha şükrediyordu. Sedat şükretmiyordu. Kabahati durmadan yüzüne vurulan bir çocuk gibi, aklında kaçmak vardı. Bir ağaç kovuğuna. Bir gider borusuna. Bir kahve telvesine. “Bu da hayat mı?”
Temiz giyinmesi gerekmiyordu. Yoksulluk sınırının altında çalışanlar temiz giyinmese de olurdu. Traş olmayacaktı. Kimsede iyi bir intiba bırakmasına gerek yoktu. Aynada gözlerine bakmazdı. Bugün de aynı insan mıyım diye, bakmazdı. Her yeni güne seçeneksiz uyanmıştı. Skoru çoktan belli olan bir maçın durmadan uzatılan dakikaları gibi. Yalnızca bir gol daha yemesin diye, canla başla, her sabah erkenden ve seçeneksiz. Topu kalesinden uzak tutmaya koşan bir topçu gibi. Lanet ederek. Bu da hayat mı?
Çoktandır başındaki simit küfesinden gökyüzünü unutmuştu. Belki de hiç merak etmemişti. Aynadaki sureti gibi, bu sabah da oradaydı. Aynıydı ya da değişmişti, duruyordu işte. Ozon tabakası delinmişti ya da sağlamdı, güneş sistemi hareket halindeydi ya da sabitti, milyonlarca ışık yılı ötede başka bir yaşam vardı ya da yoktu. Sedat’ı ilgilendirmeyen bütün ihtimaller bu sabah da oradalardı. Yaşamaya değer bir hayatın dışında kalan her şey yerli yerindeydi. Parmak gökyüzünü gösterdiğinde, sadece aptal insanlar parmağa bakarmış. Sedat hep parmağa baktı. Şayet gökyüzünden bir uzay aracı filan geçmiyorsa, o parmak, hepsi aynı olan simitlerin en iyisini seçtiğine inanan bir müşteriye aitti çünkü. “Şunu şunu! Yok, o biraz yanık gibi. Onu değil kardeşim. Sağdakini sağdakini… Hah… Güzelce sarıver. Para aldığın elinle mi tutuyorsun be adam… Tamam ver hadi ver. Gazete kâğıdına mı sarıyorsun? Boyası geçti hep… ” Demek ki neymiş? Parmağa bakanlar değil, parmakla gösterenler aptalmış. Aptal insanlar. Genellemeler de aptal. Yahut değiller. Onlar da yerli yerindeler.
Sedat ona hiçbir şans vermeden dönen dünyanın güzelliklerine bakmaya artık gerek görmüyorsa ne çıkar? Ne çıkar çoktan unuttuysa hepsini? Onlar unutmamışlar mı sanki? Ellerinde sıcak sabah kahvesi. İçilmeyecek olan. Yüzlerinde biriken işler. Bitmeyecek olan. Ayda bir detoks. Çok satanlarda kişisel gelişim merakı. Plazalarda spor salonu üyeliği. Yetmedi mi? Kozmetik endüstrisi. Yetmedi… Estetik cerrahları. Yetmiyor… Daha ‘iyi’ sevgili. Bedenleri güzel, sevgileri hep yarım. Unutmaz olurlar mı? Bu da hayat mı?
Ya oradakiler? Sedat’ın en iyi müşterileri. Yüzleri dupduru, gencecik, ışıklı. Nasıl da güzeller hiç özenmeden kendilerine, önemsemeden kendilerini, kendiliğinden. Hızla dibe sürüklenen bir çağın düzlüklerinde, kapitalizmin temel direklerini sarsacak kadar eksiksizler. Para vererek sahip olunamayan, yeri tüketimle doldurulamayan hiçbir şeyi kaybetmemişler henüz. Gözlerinde gençliğin meşalesi. Zihinleri çalışkan, aktif, karmakarışık… Düşlemezler mutlu olmayı. Onlar Sedat gibi olmak isterler. Çırası, ateşi tastamam olan kalplerine ‘yanmak’ için bir sebep vermek isterler. Yüzündeki yokluğa, çok görüp geçirmişliğe gizliden gizliye hayranlık duyarlar… Sedat’ı kendisinden bile daha iyi anlamak, her sabah onun yerine lanet etmek isterler. Bir hikâyeleri olsun diye. Önemli olsunlar diye. Şu zalim hayatta en haklı, çünkü en dertli, yine kendileri olsun diye. Hayat mı ulan bu? Bu da hayat mı? Gökyüzünden mahrum kalmadan. Yükünün altına hiç girmeden. 5 kuruşları çıkışmaz. Sedat helal eder.
Günlerden Pazartesi ise, Neyzen Sokağı’ndan Füsun adında bir kadın geçer. Bembeyaz ellerinde kırmızı, mavi pazar torbaları. İçlerinde bol yeşillik, patates, soğan, sivri biber. Yüzüne pek bakamaz ya, Füsun hep o kadındır zaten. Sevilecek kadın. Kimi zaman ona para uzatan ellerine bakmaya da utanır. Kocası hiç korkmaz. Füsun’un elleri Sedat’ın olsa, korkudan sımsıkı tutamaz. Kocası kollarını boynuna dolar. Nezaketsiz, bir suntaya sarılır gibi. Kıllı, ağır, terli. Bu da sevgi mi?
Düşünmesine gerek yok bunları. Bakmasına gerek yok bunlara. Zaten oradalar. Sevecek, sevilecek, uğruna mücadele edilecek bir hayatın çok uzağındalar. Bu sabah da yerli yerindeler.
Mahalleyi bitirip merkezî sokakları dolanmaya başladı. Sisli, bulanık, pis bir Ankara sabahı. Sedat’ın uyanarak işlediği kabahati durmadan yüzüne vuruyordu. Verebilecek daha iyi bir şeyi olmadığından, egzoz dumanlarını yakasına takarak. Üstüne kusarak. Sorumlusu Sedat’mış gibi. Lanet ederek. Yaşar’ın çalıştığı kafenin önünde durdu. Simitleri tahta düzeneğe emanet edip içeri girdi. İyi adamdı Yaşar. Aile babasıydı. Sabahtan akşama kadar garsonluk, akşamdan geceye kadar da semt gazinosu mesaisinden geriye ne kalıyorsa, o kadarlık baba sanırdı kendini. Eve suçlu girerdi. Bu da hayat mı? Çocukları kenara köşeye bıraktıkları defterlerin, kitapların dışa doğru kıvrılan uçlarından severdi. Oturup, kalkıp, uyumaya gittikleri koltuk izlerinden. Akşam yemeğinden kalma bulaşıkların neşeli kirinden… Sabahları Sedat’a çay ısmarlamadan yollamazdı. Zamanla Sedat’ın simit tezgâhına da bir şekilde izin çıkarmış, ısıtıcının önünde konaklayabilmesini sağlamıştı. İşini saygıyla yapardı. Garsondan çok, kitapları satmayan bir yazara benzerdi. Yaşar çıktıktan sonra kafeye gelen müşterilerden bazıları ona selam yollamayı ihmal etmezdi. Bu sabah ortalıklarda görünmüyordu. Yaşar’ı göremeyince sabahın ağırlığı iyice yük olmuştu sırtına. Bir gülüşün, bir selamın eksikliği nasıl da ağır. Ağırlık üstüne ağır. Ya taşıyamazsa bugün? Kimsenin umurunda mı? Bu da hayat mı?
Çay vereni olmadı. Tezgâhı toplayıp simitleri başına tac etti yine. Şaşırmadan. Gocunmadan. Yılgın. Büyük alışveriş merkezinin önünde yine bir sürü insan toplanmıştı. Sabahın bu saatinde neylerler, diye düşündü Sedat. Sigaralarını içerken çok uzaklara dalar gibi. Hiç susmayan cep telefonlarına, durmadan gelen yeni bildirimlere, son dakika haberlerine, futbol bültenlerine, her biri birbirinden güzel ve iri memeli kadınların fotoğraflarına, uzun boylu, kaslı, zengin erkeklerin fotoğraflarına artık dayanamaz gibi. Altlarında daracık kot pantolonlar, her mevsim açıkta bıraktıkları ayak bilekleri. Garip garip ayakkabıları, ayakkabıların içinden görünmeyen kısa çorapları, muhakkak birer kol saatleri var. Hava soğuk. Yağmur da başladı. Hayatlar bir alışveriş merkezi ile bir hamburgercinin tam kesişiğinde. -Bu da hayat mı?- Hayalleri, kim bilir nerede.
Sedat’ın simitlerini satacak aklı başında bir insan topluluğu aramaya mecali yoktu. Ulaşılmaz hayallerin ve en yeni moda akımlarının düşkünü olan bu kalabalığı gözüne kestirdi. İnsanları en çok hayal kırıklığı ve bekleme eylemi acıktırır. Mide; arzu, öfke, keder ve kıskançlığın başı çektiği kimi duyguları öğütüp onlardan bir an evvel kurtulabilmek için, herhangi bir besin maddesine ihtiyaç duyar çünkü. Epeyce ihtiyaç sahibine aynı anda ulaştığı için memnun oldu Sedat. İçlerinden bir tanesinin simitlere meyletmesiyle başlayan domino etkisi hepsini harekete geçirmiş, tezgâh yerini bulmuştu. Sabah mahsulünü şimdiden yarı yarıya satmıştı ama yağmur da hızlanıyordu. Bir köşe, bir sundurma aranarak yürürken dengesini kaybedip düşüverdi… “Ya taşıyamazsam,” demişti bugünü. Söylemişti hâlbuki. Neden duymadılar sanki? Sedat’ınki kalp değil mi?
Kendine geldiğinde iki gençten adam kolundan tutuyordu. Değmemeye çalışarak. Yoksulluk bulaşıcıymış gibi. Alışveriş merkezinin önünde bir yere oturttular Sedat’ı. Gözleri yere dağılmış simitlerinde kaldı. Yeniden satamazsam? Islandılar mı? “Boşversene…” diyorlardı Sedat’a. Pek oralı değillerdi. “Otur oturduğun yerde” diye çıkıştı içlerinden birisi. Var gücüyle çattığı kaşlarının altında sıkışıp kalmış göz çukurlarının, görünmeyen bir yerlerinden Sedat’a bakıyordu. Canının kıymetini bilmediği için. Kendinden çok simitleri düşündüğü için. Sınırlarını keşfetmeye çalışan bir çocuğu azarlayarak, tokatlayarak korumaya çalışan yetişkinler gibi. Güya sevgisini, insaniyetini gösteriyordu. Ağlamaya başladı. -Simitler için değil- Ağlamaya başladı. -Öyle basit değil- Ağlamaya başladı. -Bu da hayat mı?-
Sedat’ın darmadağın halini görüp yanına koştum. Simitleri çoktan ıslaktı. Alışveriş merkezinin cilalı ön zemininde, ayak izlerinin çamurlu birikintilerine bulanmış, Sedat’tan daha hallice de olsa darmadağın vaziyetteydiler. İnsaniyet meraklısı çatık kaşlı adamın bitmek tükenmek bilmeyen fırçalarına rağmen Sedat oturtulduğu yerden bir hışımla kalkıyor, o meşhur Bela Tarr filminden fırlamışçasına, kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp ağlayacakmışçasına, simitlere doğru koşmak istiyordu. Ayağa her kalkışında ona uğultular içinde engel olan kalabalık, içinde bulunduğu durumdan daha beter bir isyanı hak edecek türdendi. Nereden geldiğini bilmediğim bir sezgiyle elimi dizine koyup, “Tamam,” dedim. “Biliyorum.” Olacak iş mi? Onca erkek varken. Ayıpladılar. Duydum. İliklerime kadar işittim bunu. Zaten hep oradaydılar. Günler, yaşanılanlar ve tanık olunanlar değişse de, orada olacaktılar.
Sedat, oturduğu yerden kalkmadan başını çevirerek bana baktı. Gözleri sapsarı, su dolu iki çukur gibiydi. Yok gibiydi. Ayağa kalkıp yerden iki simit alarak, parasını cebine koydum. Çaresini bulamadığımdan. Bütün bu saçmalıkların gerçek bir çözümü olmadığından. Az evvelki ayıbım yetmezmiş gibi, üstüne tüy dikiyordum. Kızacak sandım. Hayatın yıprattığı herkes gibi, hıncını ona ilk yardım edenden çıkaracak sandım. Yol yordam bilmeyenden. Kaçmak istedim. Bir ağaç kovuğuna. Bir gider borusuna. Nemli bir otobüs koltuğuna. Kaldım.
Birer ikişer, tanımsız yüz ifadeleriyle Sedat’ın yerdeki simitlerine davranmaya başladılar. Sedat hiç konuşmadı. Bir daha ayağa kalmadı. Sonunda hepsi satılmış, kimi beşer onar kuruşluk, kimi daha dişe dokunur bozukluklar birleşip cebine girmişti. Hiçbir şey olmamış gibi uzaklaşmam gerektiğini nihayet akıl edebildiğim anda, yaşlıca bir adam kolumdan sertçe tutarak geriye çevirdi beni. Suçluymuşum gibi. Makul şüpheliymişim gibi. Bir meydanda, birkaç insana, duymak istemeyecekleri kadar gerçek bir şeylerden bahsetmişim gibi. –Değil. Hayat bu değil.- Kulağıma eğilip fısıldayarak, “Bence numara yapıyordu,” dedi. Beklediği gibi işbirlikçi bir tavırla cevap verdim. Gözlerimi kısarak. Fısıldayarak. Ağlamak isteyerek.
“Öyleyse daha çok utanmanız gerekecek.”
Edebiyat +: Gallerli Grafik Tasarımcı Manon Daffyd (İllüstrasyon – İmgesu Ünal’dan ilhamla)
