Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Bu daireye taşındığından beri her akşam-yani tam bir
aydır- bu soru kurcalıyordu kafasını: bu adam ne yapmaya çalışıyor? Murat ikinci katta
oturuyordu. Tam karşısında, beyaz badanalı dış cephesi iyiden iyiye kararan ve duvarları
çatlak çatlak olan apartmanın dört numaralı sakini Rahmi Bey, her akşam saat tam sekizde
mutfağa gidiyor, çayın altına açık mı diye bakıyor, ardından tüpü kontrol ediyor-kim bilir bu
nedendi- porselen, desenli bir fincan çıkartıyor ve mutfağı terk ediyordu. Bunu ilk
gördüğünde çayın demlenmediğini düşünmüştü Murat. İkinci gün, adamın çayı demlemiş
olduğunu unuttuğunu ve bu sebeple içmediğini düşündü. Üçüncü gün de aynı döngü tekrar
edince meraktan çatlar hale geldi: bu böyle tam bir ay boyunca devam etti ve Murat bugün,
artık çıldıracak noktaya gelmişti. Önceden, röntgencilik yaptığı fark edilmesin diye-ki kendisi
buna gözlem demeyi tercih ediyordu-gizli saklı, perdenin arkasına saklanarak gözetliyordu
karşı daireyi. Fakat iş artık çığrından çıkmıştı: baya, açıktan açığa, çayını kahvesini
yudumlayarak bütün gece Rahmi Bey’i bekliyordu. Mutfağın ışığı yanar yanmaz
heyecanlanıyor ve “yapacak mı, yine yapacak mı?” diye düşünüyordu. Nesi vardı bu adamın?
Alzheimer mıydı, çayın demlendiğini unutuyor ve yalnızca çayı koyduğunu mu hatırlıyordu,
bu sebeple mi gidip gelip bakıyordu? Ama öyleyse tüpü niçin kontrol ediyordu? Eşini ve
çocuklarını gaz kaçağı sonucu oluşan bir patlamada kaybetmişti de bu durumun yarattığı
travmadan ötürü müydü takıntısının sebebi? Doktoru çayı yasaklamıştı da, yine de yılların
verdiği alışkanlıktan dolayı çay demlemekten vazgeçemiyor muydu? Tanrım nesi vardı bu
adamın, nesi? Gariptir, gitgide kendisinin de takıntılı birine dönüşmek üzere olduğunu fark
ediyor, “bu adam beni delirtecek” diye düşünüyordu. Geceleri uykusu kaçıyor, aniden karşı
dairenin mutfağında bir hareketlilik olduğuna dair kuşkuya kapılıyor, sonrasında değişen
hiçbir şey olmadığını fark edip yılgınlıkla yatağına dönüyordu. Ama bu daha fazla böyle
devam edemezdi: yarın ona gidecek, kapısını çalacak ve zorla kendisini misafir ettirecekti.
Buna kesin olarak karar verdi. “Görecek o adam gününü, her gece çay demleyip içmemek
neymiş, görecek…” Tuhaftır, kendisi de bu akşam çay demlemişti. Fakat bütün gece Rahmi
Bey’i gözetlediğinden ötürü, bir fincan bile içmemişti.
Sonraki gün puslu bir güne uyandı: günlerdir bastıran sıcak doruk noktasına çıkmıştı.
Gökyüzündeki bulutlar, besbelli ki esip gürleyecek olan yaz yağmuruna delaletti. Kahvaltısını
2
etti fakat her sabahkinden farklı olarak, bugün çay içmemişti. İş yerinde de bir yudumcuk
olsun koymadı ağzına. İçeceği bütün çayları akşama saklıyordu: “Dilerim çayın güzeldir
efendi…” diye sayıklıyor, suratına hırslı ve hınzır bir gülümseme yerleşiyordu. Çalıştığı
bürodan çıkarken akşamı zor ettiğini fark etti: saat beş buçuktu. Mesaisi biter bitmez
ivedilikle terk etti büroyu ve eve doğru yol aldı. Yemeğini yedi, gözünü mutfaktan ayırmadı.
Rüzgar ağaçları sallıyor, hafiften yağmur serpiştiriyordu. Saat sekize kadar, mutfakta kitap
okumuş, bir yandan da ara ara karşıyı gözlemişti. Alarmını ne olur ne olmaz yedi elli beşe
kurmuş, olası bir dikkatsizliğin önüne geçmeye çalışmıştı. Alarm çalmadan fark etti az
kaldığını: Rahmi Bey mutfağa girer girmez gördü onu. Müthiş heyecanlıydı, alnından ter
damlacıkları düşüyor, dudaklarını parçalıyor, kalbinin küt küt atışı karşı daireden duyulacak
diye ödü patlıyordu. “Görelim bakalım efendi, yine içme de o çayı gör hanyayı konyayı!”. Ve
içmemişti! Her akşamki ritüelini tastamam yerine getirmiş, ocağa bakmış, tüpü kontrol etmiş,
porselen fincanı tezgaha çıkartmış ve yine koymamıştı o lanet çayı!
Hışımla çıktı evden Murat, öyle ki o sinirle anahtarını almayı dahi unutmuştu. Hızlı adımlarla
indi merdivenlerden, kapıyı sertçe kapattı. Karşıdan karşıya geçerken az daha bir araba
toslayacaktı kendisine; onu bile fark etmemiş, kornanın çiğ sesini dahi işitmemişti.
Apartmanın önüne gelmişti. Bir süre bekledi. Ne yapmalıydı? Adamın ziline basmak olmazdı,
ne diyecekti hem: karşı apartmanda oturan ve büyük psikopatlığınıza kafayı takmış büyük
psikopatım, adım Murat Sağlam. Kapıyı açar mısınız lütfen? Diyecek hali yoktu ya. Neyse ki
çok geçmeden biri açtı kapıyı dışarı çıkmak için de, bizimki de o aralık hızla girdi içeri.
Merdivenleri ağır ağır çıktı, durulmalı, adamın karşısına kan ter içinde çıkmamalıydı. Rahat
rahat soluk alıp verdi; tam kapının önüne gelmiş kapıya vuracaktı ki… “Ne yapıyorum ben”
diye düşündü, “Manyakla manyak oluyorum”. Kendi kendine gülmeye başladı. Tuhaftı
olanlar… Ne diye böyle mesele haline getirmişti ki sanki bu olayı, alt tarafı kafayı oynatmış
bir ihtiyardı bu herif. Alem adamdı vallahi, nelerle uğraşmıştı bir aydır… Kendisine bir uğraş
bulmalıydı: spora mı, yoksa yabancı dil çalışmaya mı başlasaydı. Bir kedi yahut köpek almayı
da düşünebilirdi. Ama kafamı mutlak olarak dağıtmam gerek, diye düşünüyordu.
Sokağa çıktığı zaman hava güzeldi, yağmur hafif hafif çiseliyor fakat daha uzun bir süre
serpiştireceğe benzemiyordu. Tam karşıdan karşıya geçecekti ki, ceplerini yokladığında
anahtarlarını almadığını fark etti. “Hay ağzıma sıçayım! Bir manyak yüzünden…” Hazır
dışarı çıkmışken biraz yürüyeyim dedi: bir sigara yaktı, elleri ceplerinde düzgün düzgün
yürüyordu. Etrafına bakmaya başladı. Bir anne ve büyük ihtimalle oğlu, balkonda oturmuş
kitap okuyorlardı. Biraz sonra gelen baba, kendisiyle ilgilenmedikleri için sürekli bir şeyler
3
söylüyor, onları güldürmeye çalışıyor fakat ikili onun bu çabalarını kibarca reddediyordu.
Adam da gidip içeriden kitap almıştı bir süre sonra; kitabı havaya doğru kaldırmış, onların
gözüne gözüne sokuyordu. Kitap okuyormuş gibi yapmıyordu; kitap okuyormuş gibi yapan
bir adamın taklidiydi bu: bir çocuk gibi masum ve sevecen bir şeyler vardı burada… Eşini ve
çocuğunu güldürmeyi başarmış, amacına ulaşmıştı; artık ona bakıyorlardı. Murat bu olayın
büyüleyiciliğini üzerinden atamamıştı ki, genççe bir kadının dekoltesini gördü: kıyafet, göğüs
çatalına müthiş bir keskinlik ve açıklık kazandıracak şekilde tasarlanmıştı. Büyük bir
özgüvenle, dimdik bir yürüyüşle sergiliyordu kadın memelerini. Caddenin karşısında da
yirmili yaşlarında bir delikanlı gördü: her yerinden kas fışkıran ve şişme bebeği andıran bu
çocuğun üzerindeki v yakalı, dapdar tişört bedeninin her yerini gösteriyor, tüm kaslarını
alabildiğine gözler önüne seriyordu. Sanki tişörtü vücuduna değil de, vücudunu tişörte
giydirmiş gibi duruyordu. Bebek arabasındaki ufaklık da zırlayıp duruyor, ne zaman ki yoldan
geçen birileri onu sevmeye, onunla ilgilenmeye başlasa susuyor, sonra yeniden ağlamaya
başlıyordu.
Murat gökyüzüne bakıyor ve huzura ermiş gibi hissediyordu. Bir yandan da içinde müthiş bir
pişmanlık ve mahcubiyet duyuyordu. Yağmur aniden bastırdı: aile balkondan içeri geçti,
gökyüzünden düşen büyük büyük damlalar, kadının göğsünden aşağı doğru hızlı hızlı
süzülmeye başladı, çok geçmeden içliği görünür hale geldi. Delikanlının kas yığını ise artık
tüm çıplaklığıyla gözüküyordu: tamamdı bu iş, artık tişörtü pekala çıkartabilirdi. Bebek ise
tuhaf sesler çıkartıyor, herkesin panik içinde koşturduğunu görmek hoşuna gidiyor ve bu
büyüleyici doğa olayından haz duyuyordu: nasıl da koşuşturmaktaydı koca koca insanlar! Her
şey olağanüstüydü; gökyüzü gürlüyordu ve Murat, tepesine düşen damlalara aldırmaksızın
ağır ağır, düşüne düşüne yürüyordu. Rahmi Bey’in apartmanına geldi. Kararlıydı artık, onunla
beraber bir fincan çay içecekti. Anlamıştı durumu: bu ihtiyar da, o baba gibi, genç kadın gibi,
delikanlı gibi, bebecik gibi ilgi çekmeye çalışıyordu. Bir ay boyunca gözetlendiğini fark
edemeyecek kadar salak olabilir miydi hiç? Hani Sait Faik,
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizlerden, insandan, hayvandan, ottan,
böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena.
Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…”
Diyordu ya… O hesaptı işte: bir bakış, kendisini izleyen bir göz gelsindi de, nereden gelirse
gelsindi… Apartman kapısı açıktı; Murat sırılsıklam olmuş, ayakkabıları çamur içinde
kalmıştı ama büyük bir tutkuyla atıyordu adımlarını, heyecanı artık bir sevgiye duyulan
ihtiyaca dönüşmüş, takıntı olmaktan çıkmıştı. Emindi kendinden ve bu adamdan. Kötü tepki
4
alır mıyım diye düşünmedi, “Manyak mısın kardeşim sen, ne münasebet?” yanıtı almaktan
ürkmedi. Kapının tokmağına üç kere vurdu. Rahmi Bey çok geçmeden açtı kapıyı,
-Merhaba beyefendi… Bir fincan çayınızı içmeye geldim.
-Hoş geldiniz… Hoş geldiniz! Ben de sizi bekliyordum, beyefendiciğim, ben de sizi
bekliyordum!
İçeri geçtiler. Mutfağın penceresinden bir damla yaş aktı: aşağı doğru süzüle süzüle bir
çiçeğin tomurcuğuna düştü. Çay muazzamdı ve şüphe yok ki, hayat da en az onun kadar güzel
ve büyüleyiciydi.