Mehmet Fidan
“ŞİİR BİR KUMAŞ GİBİ
İPLİK İPLİK ÇÖZÜLEBİLİR…”
“Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.
Eğer gerçeküstücü yöntem uyarınca kederli budalalıklar yazıyorsanız, ortaya çıkacak olan yalnızca kederli budalalıklardır.“
Louis Aragon
“Kumaşın kalitesini anlamak için koca bir topu açmak düşmez elbette; daha ilk yazdıklarından, ilk ip uçlarından bellidir şair. Ama bunun aksi de mümkündür ve edebiyatta örneklerine sıkça rastlanır. Zaman içinde kötü çıkışını silebilir adam, hiç ummadığın kadar geliştirebilir yazdıklarını. Şiir yetenek işidir de, ‘yetenek önemlidir ama işin yüzde biridir ancak’ diyen kimdir peki? Araştırmak, bilgi sahibi olmak, birikimli bir hale gelebilmek çok daha önemlidir. Bunları bildiğin içindir ki, genç şair adayına hak ettiğinden fazla bir zaman ayırmadan da edemezsin.”(1)
Demek ki şiir; önce zor’a talip olmakla başlıyor. Düzyazı iletisini karşı tarafa oldukça rahat verebilen bir yapıya sahiptir fakat şiir; bugüne kadar tanımlanamamış ve kendi gizini tarih boyunca hep korumuştur.
Günümüzde ise şiir okumuyoruz, yazıyoruz daha çok. Bu nedenle yazdıklarımız da geçmişimizin sadece kısa bir özeti gibi. Hep bir anlatma, dert yanma, iç dökme ve şiirde yapı kavramını özümsemeden, şiir okumadan, belli başlı ustaları iyice anlamadan, bilmeden şiire dokunmamızdan kaynaklanıyor bu durum. Şiir yetenek işidir; ancak şiirin malzemelerini öğrenebiliriz. Ve şiir okuyarak, şiir yazmak öğrenilebilir. Bu biliniyor.
“Güzellik düşündürücüdür. Bu yüzden de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim”(2) demişti Edip Cansever. “Liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu ânının bilincindedir,” diyen James Joyce’un sözüne karşılık.
Şiirde belli bir yoğunluğa, bütünlüğe ulaşmış; kendi dilini, sesini keşfetmiş, oluşturmuş birçok şair bu durumu her zaman için göz önünde bulundurur. Bunu göz önünde bulundurması lirik şiir yazmadığı anlamına gelmez. Ve Edip Cansever’in lirizm kokan şiirlerinin olmadığı anlamına da gelmez. Hüznü, çoşkuyu, aşkı, ayrılığı ve yalnızlığı da ustaca şiirine katık edebilmiştir aynı Cansever.
Bu, daha çok şiir yazmaya yeni başlayan her şair adayının içine düştüğü bir durumdur: Yoğun duygularla, yoğun bir hüzünle ve acıyla yazılan şiirde biçimi göz önünde bulundurmaktan ziyade; duyguyu, şiirin oluşum aşamasındaki hissiyatı merkeze alarak şiirin tamamlandığına ve şiir yazdığına inanmasına neden olur şair adayının. Şiir yazmaya başlayan birey, şiiri oluştururken genellikle kendini çemberin içinde tutar; şiirine dışarıdan bakamaz ve biçimi göz ardı eder. Bu yüzden şair hayallere, acılara ve tutkulara bu bağlam içinde esir kalır ve gelişimine ket vurulur, şiirin. Yani duyguyu ön plana almaktan öte düşünceyi ve dolayısıyla biçimi göz ardı etmemeyi gerektirir şiir.
Birçok orijinal ifade; evet, bu yolla ortaya çıkmıştır diyebiliriz, ama şiiri bekletmek, dinlendirmek de işte bu yüzden gereklidir; bütüne, daha iyiye, daha külte ulaşmak için.
“Türk şiirinde Behçet Necatigil, Ece Ayhan toplumsal altüst oluşlar ve kendi içlerinde yaşadıkları gerilim sonucunda kendilerine özgü bir dil yarattılar. Bu dili taklit etmek imkânsızdır. Oysa bugün okuyucuya sunulan şiir kitaplarına bakıldığında birbirlerinin kopyası olarak karşımıza çıkar. Samimiyet gitmiş, taklit ve art niyet gelmiştir. Artık şiir, büyük hayat deneyinden arınarak dil oyuna, imge, eğretileme vb yapılara dönüştü. Dil, şair için ‘öz-yaratım edimi’ olarak görüldü. Gerçekliğin, dil aracılığıyla temsil edilmesi düşüncesinden vazgeçildi. Fantezi ve soyut kurgu şiirin kendisi ve vazgeçilmez dayanağı olarak kabul edildi. Oysa şiir söz, ses ve imge oyunlarına gömülmeden yalın yazılabilir.
Yeri gelmişken şunu belirtmeliyim: Bir ‘şiir’ için önemli ve öncelikli olan ‘şiir’ olmasıdır. Modern şiir, büyük ölçüde bu kaygıyla yaşadı, var oldu. Büyük hayat deneyiniz olsa da şiir yazmayı bilmiyorsanız, estetik kurallardan haberdar değilseniz, yazdıklarınız şiir olmuyor.
Dil havada asılı durmaz ve şairin kafasında ‘kendince’ bir şey değildir. Dil hayatın içinde yaşar, onu bulmak-çıkarmak, gerektiğinde imge, eğretileme vb söz oyunlarını alet edilerek şiirleştirmek şairin görevidir.”(3)
Demek ki; sadece hayat deneyimleri, yaşanılan acılar ve edinilen tecrübeler metnin şiir olmasına yetmiyor. Düzyazı bu imkânı yazara tanısa da şair için aynı durum söz konusu değildir. Şiirin kendine has yapısı ve gizi, belli bir estetiği zorunlu kılar. Çünkü şiirin kendine has bir ezgisi, ritmi ve ahengi vardır. Şiirin ezgisi de içinde taşıdığı müziğidir.
Şüphesiz ki şiir; tümüyle duygu işi olmadığı gibi usun boyunduruğu altında da değildir. Şiir karmaşık bir yapıya sahiptir. İyi bir şiir, neredeyse, mükemmele en yakın olandır. “Şiir zekâyla yazılır. Zeki değilse şair, şiirin kaynağı olan kalbi kavrayamaz, algılayamaz. İlhamı harcar.”(4) Zekâyla yazılır ama aynı zamanda: “Akıl şiirle eğilip bükülmelidir, yoksa akıl şiiri eğip bükmeye kalkmamalıdır.”(5)
Şiir Nasıl Oluşuyor?
Bu soruyu ilkin “lokomotif cümle” diye cevaplayabiliriz. Paul Valery‘nin sözünü hatırlayarak başlayalım: “Şiirin ilk dizesi tanrıdandır, ondan sonrası matematiktir.” Tanrı sözcüğünü de ilham olarak yorumlayalım.
Peki şiirde üslup nasıl oluşuyor? Bu soruyu, kısaca, lokomotif cümle belirliyor diyebiliriz. Lokomotif cümlenin gücü aynı zamanda şiirin kalitesini de belirliyor. Lokomotif cümle; birinci tekil ağızla mı konuşuyor, geçmiş zaman mı kullanıyor, sufi bir ahenge mi sahip, varoluşsal yoksa gerçeküstücü bir tablo mu çiziyor, bir hayali mi anlatıyor veya bir imgeye mi sarılıyor? Aslında bu soruların tümü şiirin üslubunu/biçimini belirliyor.
“Peki lokomotif cümle dışında; diyelim aklımızda bir konu var. Bu konu acaba biçimi belirler mi?” diye kendimize soruyoruz. Ama bu konuyu şiir türü içerisinde değerlendireceğimiz için en başından şiirin yapı malzemeleri, şiirin kendi doğası bize formunu dikte ediyor diyebiliriz. Şiir yazacağız çünkü. Demek ki konu ya da düşünce o kadar önemli değil. Her halükârda şiir, başına buyruk dilediğini bize yaptıracaktır. Yani konu ne olursa olsun, şiir biçimine sokmamız gereklidir. Dolaylı olarak da Ahmet Haşim‘in Piyale’nin önsözünde belirttiği gibi: “Şiirde konu şair için ancak şiir söylemek ve hayal kurmak için bir nedendir.”(6)
Biçim, şiiri oluşturabilir mi? Belirler. Düşünceyi önce nasıl bir dille anlatacağımızı tasarlarız ve buna devam ederiz. Hangi zaman dilimiyle, hangi kişi ağzıyla konuşacağımıza karar veririz.
Birinci çoğul diyelim… Birinci çoğul, beni hep nasihat veren bir ağza yönlendirir mesela. Birinci tekil, daha bireysel acıları anlatma eğilimine; üçüncü çoğul ise bir öyküyü anlatma eğilimine sürükler. Bildiğimiz öyküden bahsetmiyorum tabii, öyküsü olan bir şiir olarak diyorum. Bu kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Kısacası, İlhan Berk’in dediği gibi: “İçerik bizimdir, biçimse şiirindir.”
Bunun dışında şiir nasıl oluşabilir? Bir oturuşta bir şiir yazılabilir, ama yazılamaması da çok yüksek ihtimaldir. Çünkü şiiri bitirememek, şiirin yaratıcısına bir dayatmasıdır. Bunun asıl sebebi, şiirin diğer türlere göre daha yavaş seyretmesi daha meşakkatli bir yazın türü olmasıdır.
Sanırım aklımıza bir şey geldiğinde notlar alırız; güzel bir dize, kelime ya da birkaç cümle. Şiire dönüşebileceğine ihtimal verdiğimiz bir şeyler. Evet, aldığımız bu notlar da ileride mutlaka bir kalıba girecektir. Bu da ilhamın geldiği ya da duyargalarımızın açık olduğu bir zaman diliminde kolajlama ile şiiri oluşturmak mümkündür anlamına gelir; eğer ki aldığımız notların dişe dokunur olduğuna kanaat getirdiysek.
Peki bir şair cümle ya da dizelerinin dişe dokunur olduğunu nasıl kestirir? Bu birikim, şiir sezgisi ve çalışmakla yetenek toplamıdır ki; belli bir kıvama eriştiğinde birey iyi bir dizeyi hemen tanır ve işlemeye koyulur. Birikim ise okuyarak ve araştırarak… Mesela az şiir okuyan okuyucuyla, sürekli şiir okuyan okuyucu arasında şiiri alımlama, içselleştirme, özümseme bakımından fark vardır. Bununla ilgili bir dipnot düşelim. Bakın: Ahmet İnam şiir eleştirisi ve algısı hakkında ne diyor:
“Hüseyin Contürk‘ten öğrendiğim şeylerden biri, şiirden anlamak diye bir şey olduğuydu. Şiirden anlamak, ancak şiirden anlayan insanlarla etkileşim içinde oluşabilecek bir şeydir. Yani kitap okuyarak, teknik birtakım bilgiler edinerek, başka dünya edebiyatlarının bilgisine sahip olarak, kitabi bir bilgiyle devşirilecek bir özellik değildir. Bu beğeni gücü apayrı bir şeydir; şiir yazma gücü gibi bir şey olduğunu düşünüyorum.”(7)
Şiirin oluşumu hakkında bir de Rilke’ye kulak verelim:
“Çünkü mısralar insanların dedikleri gibi hisler değil (his pek erken başlar), tecrübelerdir. Bir mısra için insan birçok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. (…) İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hatıraları olmalıdır; doğuran kadınların haykırışlarına ait, içine kapanan, hafif, beyaz, uyuyan lohusalara ait hatıraları olmalıdır. Ve insanın hatıraları olması da kâfi gelmez. Hatıralar çoksa onları unutabilmelidir ve insanın hatıralar gelecek diye beklemekte büyük sabrı olmalıdır. Çünkü hatıralar da henüz o değildir. Hatıralar, ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış ve hareketlerimizde okundukları, isimsizleşleri ve artık bizden ayırt edilmedikleri zaman, işte ancak o vakit, çok nadir bir saatte, bir mısranın ilk kelimesi, hatıraların ortasından ve hatıralardan tecelli eder.”(8)
Bunun dışında bu yazıyla bağlantılı olarak, MaviMelek’in 27. sayısındaki “derlemeler” kategorisinde, İlhan Berk’in Kült Kitap isimli kitabından alıntılanan “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Ziyarete Gitmek” başlıklı yazısında, şiirin oluşumu hakkında epey ipucu bulunabilir. Tıpkı şiir laboratuvarındaymışız gibi, bir şiirin oluşum sürecini ayrıntılı olarak anlatıyor İlhan Berk.
Salt Şiir
“Herkesin anlayabileceği şiir, aşağı seviyede şairlerin işidir. Büyük şairlerin kapıları tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır. Her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca kapalı durur. Her şiir, ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manalıdır. Anlaşılırlık, esere ait olduğu kadar okuyucunun zekâ ve ruhunu ilgilendiren bir meseledir. Şiir, anlaşılmak için değil, ruh ve zekâ kabiliyetinden başka çetin bir hazırlanma ve hatta ışık, hava ve zaman şartları gibi zor dış etkenlerin de yardımını ister.”(9)
“Kolları Bağlı Odysseus” 1963’te yayımlandığında Melih Cevdet Anday’ın sürekli değişen şiir çizgisi içerisinde o dönem eleştirmenlerce kolayca anlaşılmayan kapalı bir şiir olarak yorumlanmıştı. “Okurların kolay şiire alışmış olduklarını demek kimse anlamamıştı. ‘Kolları Bağlı Odysseus’ artık zor bir şiir sayılmıyor. Bir şairin kapalı şiir yazmak istediği söylenemeyeceği gibi ondan kolay anlaşılır şiiir yazması da istenemez. İster anlaşılsın, ister anlaşılmasın, şiir şiirdir.“(10)
Şiir, özgürdür. Şiire yakın durmak biçemden geçiyor. Şiir tasnife gelmeyecektir; çünkü şiirin oluşum aşamasında yaratıcısından farklı noktalara açılım göstermesi muhtemeldir. Ama kabaca bir sınıflama yapalım; içerik ve biçim olarak ikiye ayıralım. Ve tabii, gazel, mesnevi, kıta gibi vezinli, kafiyeli şiir biçimlerine girmeden.
1. Anlamın ön planda olması (dolaysız ya da söze dayalı şiir, daha anlaşılır.)
2. Nasıl söyleyeceğimizin ön planda olması (Biçimin ön planda olması, dolaylı ve daha çok imgeli, daha kapalı ve yorumlamaya açık boşlukları barındırması.)
Anlamın ön planda olması metni, düz yazıdan ayırt etmeyi zorlaştırır her zaman. Önceden belirttiğimiz gibi: Bir “şiir” için önemli ve öncelikli olan “şiir” olmasıdır. Ki burada metni düzyazıdan ayıran nokta, ustaca deyiş’tir; her ne kadar anlam görünür ve daha çok düzyazıya ait bir araç olsa da.
Dolaysız şiirde anlam ele çabuk geçtiği için okuyucu bu tür şiirleri çabuk seviyor diyebiliriz rahatlıkla. Her şairin bu tür şiirleri olmasına rağmen (olmamasına da rağmen) Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Veli çok sevilmiştir. Ustaca deyiş ya da yalınlığın şiire emdirilmesi konusunda şunu belirtmekte fayda görüyorum: Garip şiiri’nin taklitleri, o kötü şiirler ortalığı sarınca, Orhan Veli şunları boşuna yazmamıştı:
“Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar sandılar ki şiir yalnızca küçük olayların yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. (…) Kolay okunan mısranın kolay yazılır bir şey olmadığı pek bilinmiyor.”(11)
Çünkü şair basit görünen, ben de yazarım böylesini dedirten yalın ve kalıcı dizelere büyük kültürel, kuramsal ve sosyal birikimler sonucu ulaşmıştır. Demek ki; bu tür bir durum da, biçimi yönlendiriyor. Orhan Veli’nin de bir şiirini hatırlayalım ve anlamın önde olduğu (İlhan Berk deyimiyle söze dayalı şiir) şiirleri bir örnekle açıklayalım.
Bedava
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
“Bedava” isimli şiirde gördüğümüz gibi anlam oldukça açık ve okuması elbette keyifli. Şiire yeni başlayanlar da bu tür bir ustaca deyiş çok sonradan kazanıldığı için anlatma havasında düzyazıya yakın metinler yazılıyor. Şiir olduğu sanılıyor ama çoğunlukla estetikten yoksun metinler ortaya çıkıyor ya da kötü şiirler yazılıyor. Dolaylı olarak şu sonuca da varılabilir. İyi bir şiirin iyi bir okuyucusu kötü şiirin de bir başka alıcısı vardır. Bu okuyucunun birikimiyle, estetik değerleri ve beğeni duygusuyla ilgilidir biraz da.
Biçemin önde anlamın arka planda kaldığı şiirler, salt şiir dediğimiz “şiir için şiir” (sanat için sanat) gibi bir durumu ortaya koyuyor. Yani anlatmak için değil, yazmak için anlatmak ön planda. Konuyu biraz daha açalım:
Antonin Artaud 27 Haziran 1946’da sanat anlayışını anlatmak için Peter Watson’a bir mektup yolluyor. İlk kez Critique dergisinde yayınlanan bu mektup bugün en önemli mektuplar arasında gösteriliyor. Mektuptan bir ibare alalım:
“Ben yazı yazmaya, hiçbir şey yazamayacağımı anlatmak için birtakım betikler yazarak başladım; diyecek ya da yazacak bir şeyim olduğu vakit, en çok bu benim için imkânsız olurdu. Hiçbir zaman bir düşüncem olmadı benim. Yetmişer sayfalık iki küçük betiğim hep o her türlü düşünceden uzak, o büyük, o yerleşmiş, o yöresel yokluk, hiçbir şeysizlik etrafında döner durur.”(12)
Bu ifadelerden, düşüncenin (anlamın) düzyazıya özgü olduğunu, salt şiirin ya da şiir için şiir dediğimiz durumun ise belkemiğinin imge, metafor ve şairin sırf yazmak için yazma (anlatma) düsturuyla hareket etmesinin sonucu olduğunu anlıyoruz. Tabii bu durumun da şiirin anlaşılamaması gibi bir sonuca yol açtığı söylenir ki; ancak şair özgürce hareket ettiği, dilini kısıtlamadığı ve samimiyet çerçevesinde şiirini oluşturduğu sürece böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü şairin, şiiri maskeleyerek okuyucunun şiirin künhüne vakıf olmasını engellemesi gibi bir niyeti yoktur. Zaten böyle bir durumda yapaylığa düşer ki; saf şiir kokusundan duyumsanabilir, samimiyeti hissedilebilir, kapalı, anlaşılamaz tartışmalarına girmeden.
“Gücünü anlamdan alan şiirden soğudum. Şiirin anlamla olan bağı dolaylıdır ya da şiir onun üzerine kurulmaz.”(13)
Desdemona – Othello
1. “Dile benden ne dilersen!” dense sözgelimi
Bir düş – masalın son kapısında
Ölüm taburesi ya da teneşir taşı yani
2. İşte ancak o zaman belki
Bir palavrayla avunmak istemediğim için
“Cehennet!” diye fırlama fırlama sabuklarım
3. Çünkü her bir şey fizik – kimya iç içedir
Koyduğumun bu dünyada
Birbirine kenetlenmiş bir çift gibi ve sivil
4. İnsankızı ya da insanoğlu Desdemona – Othello!
Haydi bre!
Görüldüğü gibi Ece Ayhan’ın ilk anda kendini ele vermeyen biçemin önde olduğu bir şiiri bu. Anlam ele çabuk geçmiyor. Ve salt şiir olarak tanımlayabileceğimiz türden bir şiir bu. Şiirin bütünü anlamın yorumlanmasına açık olduğu gibi okuyucuda belli bir kültürel birikim de istiyor.
“… Bir şiirin anlamının okuyucu tarafından bütünlüklü olarak kavranmasında, şiirdeki anlam boşluklarının doldurulmasını okura bırakır ve yorumsayıcı (hermeneutik) okuma önerir. Yorumsayıcı okumada, okuyucu, şiirdeki anlam işaretleri olan sözcükleri, söz öbeklerini, dizeleri bir bütün olarak görmeli, şiirin yarattığı görünür-anlamın yanı sıra kolay yakalanamayan öte-anlamı, böylelikle de şiirin tamamını kavramaya çalışmalıdır.”(14)
Bu yüzden şiirde anlamı anlatmak, açıklamak, vermek yerine sezdirme yoluna gidilmesi ve şiirde anlamın doğrudan görülmesi yerine hissettirilmesi ve şiire sindirilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor; biçemin asıl unsur olması halinde. Ve tabii ki şiirin muammalı görünmesi onun bir açarı olmadığı anlamına da gelmez. Şiirde bilinçli bir kurgu varsa, şiir bir kumaş gibi iplik iplik çözülebilir…
Kaynakça:
1. Ustaların Seçtikleri, Abdülkadir Budak – (Varlık, Aralık 2001)
2. Seçme Şiirler, Edip Cansever – (Adam Yayınları, s. 75)
3. Dilin Diyalektiği, Zate Zatturi
4. Konuşmalar, Cahit Zarifoğlu – (Beyan Yayınları, s. 106)
5. Zengin Hayaller Peşinde, Cahit Zarifoğlu – (Beyan Yayınları, s. 139)
6. A. G. E.
7. Hüseyin Cöntürk ve Eleştirmenin Dört Özelliği, Ahmet İnam (15 Aralık 2003’te Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nde Cöntürk’ü Anma toplantısında yapılan konuşma.)
8. MalteLaurids Brigge’nin Notları, R. M. Rilke – (MEB Yayınları, s. 18- 19, Çeviren: Behçet Necatigil)
9. Türk Şiiirinde Anlam Sorunu, Nurullah Çetin – Hece Türk Şiiri Özel Sayısı, s. 256
10. A’dan Z’ye Melih Cevdet Anday, Mehmet Zaman Saçlıoğlu – (Yapı Kredi Yayınları, s. 64- 66)
11. Genç Şairden Beklenen, Orhan Veli – (Yaprak, 1. 3. 1949)
12. Kült Kitap, İlhan Berk – (Yapı Kredi Yayınları, s. 39)
13. A. G. E. (s. 36)
14. Yazın Dil ve Sanat, Hilmi Yavuz – (Boyut Yayın Grubu, s. 156)
Kaynak: Mavimelek
Sayı: 27, Yayın tarihi: 23/06/2008 |