Rus roman yazarı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskovada doğmuştur. Annesini çok küçükken kaybeder. İlk gençlik yılları ile ilgili kesin bir bilgi yoktur, fakat eğitimini, eğilimi dışında kalan konularda yaptığı bir gerçektir. İlerleyen senelerde, babasının ısrarları üzerine Petersburg Mühendislik okuluna kayıt olur.

Dostoyevski, mühendislik okulundan mezun olduktan sonra parasızlık ve olanaksızlığı göze alarak kendini kitap yazmaya verir. Ufak tefek masraflarını karşılamak için ise çeviriler yapmaya başlar. Edebiyat camialarında tanınmaya başlaması ile genç liberallere katılması hemen hemen aynı zaman dilimine denk gelir.

İnsancıklar

Çeviren: Ergin Altay

İletişim Yayınları

I. Nikolay’ın polisleri tarafından cezalandırılarak 8 ay hücrede yatar ve ölüm cezası alır. İnfaz anına dakikalar kala cezası 4 yıllık Sibirya sürgününe çevirilir.

Sürgünün ardından Petersburg’a tekrar dönen Dostoyevski, elinden kalemi bırakmaz ve neticede yazdıkları ile Çar II. Aleksandr’ı etkilemeyi başarır. Yapıtları ses getirse ve tanınsa da hala yoksullukla yüzleşen Dostoyevski, aynı zamanda sara nöbetleri ve diğer “sürgünsel” hastalıklardan muzdaripti.

Bu mücadele dönemi, Karamazov Kardeşler, Ecinniler, Suç ve Ceza gibi eserleri kaleme aldığı dönemdir. 28 Ocak 1881’de Petersburg’da hayatını kaybetti.

Esas konumuza gelecek olursak:

Dostoyevski 1846’da, yani henüz 23 yaşlarında iken İnsancıklar (Бедные люди / Bednie Lyudi / Poor People) isimli kısa romanını yazmayı bitirir.

“İnsancıklar, St. Petersburg’da bir devlet dairesinde çalışan orta yaşlı ve alçak gönüllü kâtip Makar Devuşkin ile uzaktan akrabası, yirmili yaşlarının başında genç bir kadın olan Varvara Dobroselova arasındaki mektuplaşmalardan oluşan bir eserdir. Dostoyevski’nin henüz 24 yaşındayken kaleme aldığı; yoksulluk, dostluk ve sanat sevgisi gibi temalarla örülü bu roman, dönemin eleştirmenlerince adeta göklere çıkarılarak yazarın edebiyat çevrelerine bir yıldız gibi girmesini sağlamış ve çok parlak bir “toplumsal roman” olarak nitelendirilmişti.” İletişim Yayınları

Yıl 1846’dır. Genç Dostoyevski, ilk romanı İnsancıklar’ı tamam­lar tamamlamaz ev arkadaşı yazar Grigoroviç’e okutur. Grigoro­viç o kadar heyecanlanır ki birkaç kez kalkıp Fyodor’un boy­nuna sarılmak ister; fakat arkadaşının aşırı duygu gösterilerinden hoşlanmadığını bildiği için yapmaz. Grigoroviç ertesi gün romanı yazar ve yayımcı Nekrasov’a götürür; kitaptan çok etkilenen Nekrasov da eleştirmen Belinski’ye… “Yeni Gogol doğdu!” der, Nekrasov daha kapı ağzında. Aynı günün akşamı, Belinski’ye tekrar uğradığında onu heyecan içinde bulur: “Nerede kaldınız? Nerede bu Dostoyevski’niz? Genç mi? Kaç yaşında? Hemen getirin bana onu!”

Belinski’nin evine getirilen yirmi üç yaşındaki genç yazar, daha sonra orada olanları şöyle anlatacaktır: “Ve işte… beni onun yanına götürdüler. Belinski’yi birkaç yıl önce heyecanla okumuştum ama bana ürkütücü ve sert gelmişti ve benim İnsancıklar’ımla alay edecek, diye düşünüyordum. Beni çok saygılı ve ağırbaşlı bir şekilde karşıladı; ama daha bir dakika bile geçmeden her şey bambaşka oldu… Ateşli ateşli, alevli gözlerle konuşuyordu. ‘Siz kendiniz anlıyor musunuz?’ diyordu bana tekrar tekrar, alışkanlığı olduğu üzere bağırarak, ‘Ne yazmış olduğunuzu anlıyor musunuz?.. Bütün bu korkunç gerçeği, bizlere göstermiş olduğunuz bu gerçeği siz mi düşündünüz? Olamaz, sizin gibi yirmi yaşında birinin bütün bunları anlamış olmasına imkân yok… Gerçeği keşfetmiş ve bir sanatçı olarak ilan etmişsiniz, size bir yetenek verilmiş, yeteneğinizin değerini bilin ve emin olun, siz büyük bir yazar olacaksınız.’”

Yıl 2019. 173 yıl sonra Dostoyevski her kuşağın başucu yazarlarından olma özelliğini koruyor ve İnsancıklar, onun dünya edebiyatına ilk armağanı…

Can Yayınları

Kitabın yukarıda görseli paylaşılan İletişim Yayınları edisyonundan bir alıntı:

“Önce şunu bildireyim canımın içi, bu gece beklediğimin tersine, çok iyi uyudum. Oysa insan yeni taşındığı evde ilk günler pek uyuyamaz. Yabancılık çeker, uyku tutmaz gözünü. Bu sabah yataktan dipdiri kalktım. Gözlerimin içi parlıyordu! Ne güzel bir sabahtı, değil mi sevgilim!.. Pencereyi açtım. Güneş pırıl pırıldı, kuşlar cıvıldaşıyordu dışarıda. Tatlı ilkbahar kokuları doldu içeri, doğa cıvıl cıvıldı… İlkbahar kendini belli ediyor artık. Bugün güzel hayaller bile kurdum. Hayallerimde hep siz vardınız kuşkusuz. Varvaracık. İnsanlara büyük mutluluklar veren; doğayı süslemek için yaratılmış cici bir kuşla karşılaştırdım sizi. Binbir derdi olan biz insanların, kuşlara özgü o masum, uçarı mutluluğa imrenmemizin gerektiğini düşündüm kendi kendime…
böyle bir sürü şey geldi aklıma. Anlayacağın, soyut konulara daldım. Küçük bir kitap var bende Varvaracığım, hep böyle şeylerden söz ediyor. Bununla şunu söylemek istiyorum, anacığım, insanın aklına bazen çok tuhaf düşünceler geliyor. İlkbahara girdiğimiz için insan hep hoş, yüce şeyler düşünüyor, tatlı hayallere dalıyor. Dünyayı toz pembe görüyor. Ben de bu yüzden yazdım bunları size zaten, ne var ki hepsini o küçük kitaptan aldım. Yazar duygularını, özlemini mısralara dökmüş:

Niçin bir kuş, yabani bir kuş değilim!

Arkası var elbette… Daha bir sürü düşüncelerden söz ediliyor, ama bırakalım şimdi! Söylesenize Varvara Alekseyevna, bu sabah nereye gittiniz öyle? Daireye gitmek için hazırlanmaya bile başlamamıştım daha, bir ilkbahar kuşu gibi dışarı attınız kendinizi. Avluyu geçerken öyle neşeli bir haliniz vardı ki, sizi seyrederken mutluluktan yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başladı! Ah Varvaracık, Varvaracığım!..
Üzülmeyin; gözyaşları hafifletmez insanın kederini; bunu biliyorum, biricik dostum benim, tecrübelerimden biliyorum. Son günlerde biraz daha sakinsiniz, sağlığınız da düzelir gibi oldu. Fedora’nızdan ne haber? Ah, ne iyi bir kadındır o! Neler yaptığınızı, keyfinizin yerinde olup olmadığını yazın bana Varvaracığım. Gerçi biraz huysuzdur Fedora, ama siz bakmazsınız öyle şeylere… Ne olursa olsun, gene de iyidir! Önceki mektuplarımda benim Tereza’dan söz etmiştim size. O da çok temiz kalpli, güvenilir bir kadındır. Mektuplaşmamızı nasıl sürdüreceğimiz ne çok düşündürüyordu beni başta! Garip kuşun yuvasını Tanrı yapar derler. Tereza’yı o yolladı bize. Gerçekten iyi bir insan, candan, ağzı var dili yok bir kadın… Ama bizim ev sahibesi de hain mi hain! İşten canını çıkarıyor zavallının.

Çok gürültülü burası, Varvara Alekseyevna! Hani oturduğum odanın da odaya benzer yanı yok ya! Biliyorsunuz,
eskiden sessiz, sakin bir yaşantım vardı. Odamın içinde sinek uçsa vızıltısı duyulurdu. Oysa burada gürültü patırtı durulmuyor! Sahi, yeni evimin durumunu bilmiyorsunuz. Zifiri karanlık, son derece pis, uzun bir koridor getirin gözünüzün önüne. Sağ yanda upuzun bir duvar, sol yandaysa otel gibi bir sürü kapı. Kiralık odaların kapılarıdır bunlar. Her birinde iki, hatta üç kişi kalıyor. Düzen falan aramayın… Her kafadan bir ses çıkıyor! Ne var ki hepsi de iyi, mektep medrese görmüş insanlara benziyor. Bir memur var (edebiyatla ilgili bir işte çalışıyor), çok okumuş: Homer’den, Brombeus’tan, başka bir sürü yazarda söz ediyor. Bilmediği yok. Çok bilgili bir adam! İki subay var, durmadan kâğıt oynuyorlar. Bir deniz astsubayı, bir de İngiliz öğretmen var. Durun hele, çok eğlendireceğim sizi anacığım. Bir dahaki mektubumda yaşantılarını olduğu gibi, ayrıntılarıyla anlatacağım size. Ev sahibemiz pire kadar, kir pas içinde bir kocakarı. Bütün gün ayağında terlikler, sırtında sabahlıkla dolaşıp duruyor. Hep Tereza’ya bağırıp çağırıyor. Ben mutfakta oturuyorum, daha doğrusu şöyle: Mutfağın yanında (önce şunu söylemeliyim, mutfağımız temiz, aydınlık, çok hoş bir yerdir) evet, ne diyordum, mutfağın yanında küçük, mütevazı bir oda var… Şöyle dersem çok daha iyi olacak: Üç pencereli, oldukça geniş mutfaktan, özel durumlarda kullanılmak üzere tahta perdeyle bir yer ayrılmış. Hayli geniş bir oda bu, penceresi bile var. Anlayacağınız, her çeşit konfora sahip…

İşte benim köşem burası. Aklınıza kötü bir şey gelmesin sakın anacığım. Gerçi mutfakta bölme gerisinde oturuyorum ama önemi yok bunun. Hiç değilse biraz uzağım o gürültüden. Karyolamı kurdum, masamı, komodinimi (hepsi iki tane), sandalyelerimi yerleştirdim, duvara bir tasvir astım. Başkalarının daha –belki çok daha– iyi odaları vardır. Ama bence önemli olan rahatlıktır. Eşyalarımı da onun için yerleştirdim, başka bir şey gelmesin aklınıza. Pencereniz tam karşıda… Aramızda yalnızca daracık bir avlu var. Arada bir görüyorum sizi, bu yetiyor bana. Hem kirası da çok az. En kötü bir odanın yemekli aylık ücreti otuz beş rubledir. Gücüm yetmez benim buna! Oysa ben burayı yedi rubleye tuttum. Beş ruble de yemeğe veriyorum. Üstüne üstlük birçok şeyden yoksundum… Sözgelişi, ha deyince çay içemiyordum. Şimdi param çaya da yetecek, şekere de. Size bir şey söyleyeyim mi yavrucuğum, çay içmemek ayıptır bizde. Paradan yana pek sıkıntısı yoktur kimsenin. Onlar içerler, sen içmesen olmaz. İster istemez içersin. Varvaracığım, oysa hiç de tiryakisi değilimdir meretin. Ne olursa olsun, insanın cebinde üç beş kapik bulunmalı gene de. Gelgelelim pabuçtu, giysiydi derken bakıyorsunuz elde bir şey kalmamış. Aylığım da ortada zaten. Ama yakınmıyorum durumumdan. Yetiyor bana aldığım para. Kaç yıldan beri geçinip gidiyorum işte, arada bir prim verdikleri de oluyor… Hadi şimdilik hoşça kal meleğim. İki saksı aldım. Birinde kına çiçeği, birinde ıtır çiçeği var. Hiç de pahalı değildiler. Belki muhabbet çiçeğini de seversiniz, ha? O da var. İsterseniz, yazın bana. Hem uzun olsun mektuplarınız, elinizden geldiğince uzatın sözü. Ama aklınıza kötü bir şey gelmesin, anacığım, beni de hiç düşünmeyin, böyle bir oda tuttum diye canınız sıkılmasın. Buranın rahat olması pek hoşuma gitti, yalnız rahatlığına tutuldum. Biliyor musunuz, para biriktiriyorum artık. Köşemde biraz bulunsun. Öyle sesi soluğu çıkmayan bir insan olmama bakmayın siz benim. Aslında yamanımdır… Ağırbaşlı, sakin bir yaradılışım olduğu için öyle gözüküyorum. Hoşça kalın meleğim! Neredeyse iki kâğıdı dolduracağım, oysa daireye gitme zamanım geldi geçiyor. O küçücük ellerinizden öperim.Değersiz uşağınız, en sadık dostunuz

Makar Devuşkin

Not: Bir dileğim olacak sizden: Yanıtınız çok uzun olsun.
Yarım kilocuk da şeker yolluyorum size. Afiyetle yiyin. Ne
olur benim için de hiç üzülmeyin, sitem de etmeyin bana.
Hadi hoşça kalın anacığım.
* * *

 

Bunları da Sevebilirsiniz

Saat 3.00 İzmir otogarındayım. Biletimi çıkarıp kontrol ettim.10 Temmuz 3.15 Akçatı Köyü. Bir sigara içip geçtim koltuğuma. Sırtım ağrıyor. Yorgunum. Uykuyla aram çok iyi değil. Evde olduğum zamanlarda da ya çok uyurum ya da hiç uyuyamam. Öğleden sonra biraz uyumuştum. Bu beni gün içinde idare ederdi. Umduğum zamanın dışındayım.Uyuyabilmek güzeldi ki telefon çaldı.Uyandım.15-20 dakika olmuştu …

Share

“Gülemiyorsun ya, gülmek  Bir halk gülüyorsa gülmektir  Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi … İşçiler, Almanya yolcusu işçiler Kadınlar Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi Ellerinde bavullar, fileler Kolonyalar, su şişeleri, paketler Onlar ki, hepsi Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler Ah güzel Ahmet Abim benim Gördün mü bak Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar …

Share
Önceki / Previous İNSAN, ZİFİR VE ZEHİR / Human, Tar and Poıson
Sonraki / Next Destandan Yapay Zekaya: Edebiyatın Doğal Seleksiyonu #1