“Neneka, hani anlatacaktın? Söz vermiştin?”
Kara fırının başında dikilen kadın, yumuk yumuk olmuş gözlerine dolan buharları itercesine ellerini havaya kaldırdı. Soba kısmına attığı odunları maşasıyla karıştırdı. Hemen yan odacıktaki fırının kapağını açıp yuvarlak tepsiyi çekti.
Kabaran mısır ekmeğinin kızarmış kısmından kaçak bir parça kopardı torun. Ellerinin içinde bir o yana bir bu yana atarak soğutmaya çalıştı. Büyük bir gülüşle tombul yanaklarını sıkıştırdı dudakları. Ağzına atıp nefesiyle üfuldendi biraz; dişleyemeden yuttu sonra da.
“Neneka, hadi anlat işte. Ne olursun.”
Köyün hikâyecisi, manicisi, deli fişeği kadın hınzırca gülümsedi. Gençliğinde yerleşmek zorunda kaldığı bu köyde her duruma kurduğu hikâyelerle almıştı namlarını. Bir göç vakti geldiği memleketin yeşilini boynuna dolamış, deli dalgalarını ruhuna künye yapmıştı. Zamanla dünyadan vazgeçmiş oralı olmuştu.
“Ne anlatayım istersin, de bakayım?”
“Okuduklarından değil, çocukluğunu hiç sevmem. Su savaşı hikâyesi de olmaz!”
Çocuk hızlıca gerçeklerin tamamını yok saymıştı. Kadın bu reddedişin sebebini bilgelik ve şefkatle karşıladı.
“Ne kaldı geriye can tohum? Tükettin beni.”
“Yok Neneka… Biliyorsun neleri sevdiğimi. Dirilişi anlat bana.”
Göz ucuyla torununa bakan kadın kara tencereyi açıp, ters konmuş tabağı kaldırdı. Sarmalar pişmiş gözükmekteydi. Ayaklanıp yürüdü odada. Adımları tahtakurularını rahatsız etti; gıcırdadı tepeye kondurulmuş ev. Sağlamlığından şüphe etmedi kadın. Doğa ananın nice sataşmalarına boyun eğmemişti asırlık bina lakin arada haşerat soyundan kalanlar dadanırdı işte. Ne yapsındı.
“Dağı görüyorsun, geldiğimiz gün sis vurmuştu yine yamaçlarına. Tepelerden yuvarlanarak indik adeta. Fındık dallarına takılıp düşenler mi istersin; çay makaslarına basıp devrilenler mi. Toyluk işte insan yaşadığını iddia ediyor kaldırımlardaki çizgilere basmadan yürümeyi öğrenince. Önümüz sıra koşturan küçük kızsa, o kadar rahattı ki. Ceylan misali sekti o kayadan bu ağaca; o kız İncifer Bibya işte. Dedenle de o tanıştırdı beni ya zaten… Korunmuş bölgelere gelebilmenin sevinci de olunca içimizde başka türlü seyretti her şey.”
Çocuk al yanaklarına hınçla bastırdı ellerini. Üzerindeki örgü hırkanın kollarını çekiştirdi konuşmadan; ardından sinirle söylendi.
“Neneka, savaş yok dedim. Hadi ama anlatman gerekeni biliyorsun.”
“Keçi misin torun mu belli değil! İyi dinle o zaman. Tulumun sesini duyan ilk karalahanadan bahsedeceğim sana. Bu lahana kardeşleri, beyaz lahana ve kırmızılahanayı uyandırdı. Şaşkınlar ayıkır ayıkmaz hep birlikte horon tepmeye başladı.”
Kadın iki büklüm bir halde kahkahalara boğulurken torunu ayaklanmıştı. İsyan bayraklarını çekmiş, ağlamaklı bir şekilde odada tepinmekteydi. “Alay edildiğini anlayacak yaşa erişmiş, ciğerleri sağlam iyi ki,” diye düşündü kadın burukça. Yitirdiği torunlarını düşünmemeye çalıştı; neslin tükenme raddesine gelişine nazaran kadının kayıpları kimilerine göre anlamsız kalmaktaydı. Boş verdi anımsadıkça can yakan hayatına da kalan insanlara da.
“Neneka sen bugün niye eğleniyorsun benimle?”
“Ne yapayım be küçüğüm; coştun durdurayım dedim. Tamam, yaşam hikâyesini anlatayım sadece. Horona sonra gireriz artık. Bak can tohum, bu sarmaların her biri bir hayattır aslında. Her bir yaprağında hikâyeler taşır lahana. Yaprakları okumayı bilenler tarafından içleri doldurulur. Sararken parmak inceliği istemez. Dolsun taşsın hayatları diye pirince boğulur.”
“O pirinç taneleri…” çocuk incecik fısıltısıyla araya girdi. Soba dibine girip hikâyeyi yönlendireceği noktaları pek bir severdi. Bir yandan da ninesinin elindeki sarmaya dikmişti gözlerini. Hızlıca ağzına atacağı anı keyifle düşlemekteydi.
“Madem biliyorsun ne anlattırıyorsun sıpa. Yayla yolundaki ayının önüne atacağım seni. Gör sen bak.”
“Neneka! O pirinç taneleri…” beklentiyle baktı gözlerine; kadının başındaki tülbendin altından çıkan kınalı örüklerine kaydı bakışları. Koştu sarıldı bir anda. Kaybetme korkuları karşılıklıydı. O vakitte o kadar az torun – nine kalmıştı ki. Bilmekteydi ikisi de yaşadıkları anların efsununu.
“O pirinç taneleri ki, tüm duyguları anlatır. Yaprak insan olur; pirinç yaşam. Suyla haşlanır pişer ruhları. Sonra sen gibi küçük keçiler yutuverir hepsini.”
Çocuğun gözleri dağların çehresinde; kulakları nenesinin yüreğinde; damağı yaşamın lezzetinde… Henüz ham çocuk; bilmekte kadın, pişmesini istememekte, yanmaksa kaçınılmaz son gibi bu evrende. Umutsuzca kabullenmekte, kabullenmekte…
Bunları da Sevebilirsiniz
May’s Wrıtıngs Are Lıve!
As İlkyaz, we work to introduce three young writers every month. We translate these works, which are be made up of a short stories or poems, into English and endeavour to introduce them to readers outside of Turkey. April’s works are now live and can be found below. This, we hope, will create new audiences …
Derman Arıbaş Önoğlu + Alev Cınbarcı
EDEBİYAT: DERMAN ARIBAŞ ÖNOĞLU – SAÇ Yeryüzünün bilinmeyen bir noktacığında sayısı belirsiz apartman birbirlerine yaslanmış, yılların keder ve sıkılganlığını bu sayede taşıyabiliyorlardı. Söz gelimi; içlerinden birinin kılına zarar gelecek olsa topyekûn yerle yeksan olacak kadar bağlıydılar birbirlerine. İşte bu hakikatli sokağa bakan yüzlerce loş, rutubetli dairenin birinde, bir masa düzlüğündeki kalçalarını gizleyebilecek kadar sık ve uzun …
Anılcan Uğuz + Laris Polat
Literature: Anıl Can Uğuz – İncire Ağıt / Lament To A Fig /Klagesang Til Fiken (Şiir) I won’t fit this coffin Leyla The sun below the earth is warm still but When the ways you don’t love me Like crows have aligned on cornfields To amass sands in my mouth Would be good news to …