İlkyaz’dan “BeşYüz” ile Türkiye Manzaraları
İlkyaz olarak bir sene önce başladığımız yayın hayatımızda Türkiye’nin dört bir yanından farklı gençlerin bireysel hayal güçlerine yer açıyoruz. Bu temasız yaklaşım en mühim emellerimizden biri olsa da birlikten doğan gücün edebiyat için de geçerli olduğuna inanarak bugün yazarlarımızı da bu konuda yönlendirecek yeni heyecanlı bir girişimi “BeşYüz“‘ü başlatıyoruz.
Yazarlar birçok açıdan toplumların gözlemcileridir. Çevrelerinde süregelen gerçekliği algılayıp, kalemlerine göre duygusal, sosyolojik ve daha birçok katmanını harmanlar ve böylece hepimize farklı bir bakı açısı kazandırırlar.
BeşYüz ile Türkiye’nin farklı illerinde veya mahallelerinde yaşayan beş yazardan aynı anahtar konu üzerine 500’er kelime yazılar toplayıp yayımlayarak, farklılıklarımız arasında ne kadar ortaklığımız olduğunu ve ortak noktalarımızın nasıl farklı anlamlar taşıyabildiğini genç edebiyat aracılığıyla yansıtmayı amaçlıyoruz.
Çağrımıza kısa yazılarıyla yanıt veren yazarların içinden seçilecek beş ismin her birinin çevrelerinde gözlemledikleri gerçeklerin içyüzünü kavrama çabalarını dışa vurmayı, bu sayede alıştığımız ülke manzaralarının farklı bölgelerden edebi bir mozaiğini ortaya çıkarmayı amaçlıyoruz.
Aynı konu üzerine edebi gözlemciliği farklı genç yazarlardan toplayarak bölgesel farklar arasında temel birliktelikleri, genelde çevremizde yer eden ortak noktaların yerelde farklı gözlerden bileşimini gözler önüne sermeyi umuyoruz. Bu ortak yazıları İngilizce’ye çevirerek sınırlarımızın ötesine köprüler kurmaya devam edecek ve giderek artan dünya vatandaşı okurlarımıza da bir pencere açacağız.
Hem kapasitemiz gereği hem de bu işi aceleye getirmemek amacıyla aylık bir yayım düzeninden muaf olacak BeşYüz’ün ilk konusu “BAKKAL” ve ilk beş yazarımızı aşağıda sizlere sevinçle taktim ediyoruz!
Bir sonraki konumuz “SOBA” içinse kapılarımız daha geniş şans tanımak amacıyla aylık ana yazar olarak seçilmemiş bütün genç kalemlere açık, 500 kelimelik metinler, seçilen kelimenin uyandırdığı duygu, deneyim, anı, an veya kurgusal bir metin olarak yazılabilir. Bu konudaki sınırlama, kelimenin bizlere verdiği ve yarattığı duygudan uzaklaşmamaktır. Yazılarınızı sitemizin İletişim kısmından veya ilkyaz2018@gmail.com adresimizden bize ulaştırabilirsiniz!
BeşYüz: “Bakkal”
1- Batıkan Köse: İniyor Çıkıyor Sepetler
Giriş katı bakkal olan apartman dairelerinden sarkan sepetler sokağı süslüyor. Çıraklar sepetlere koşarken ben de yeni bir öyküye koşuyorum. Zincir marketlerin kuryeleri geçiyor sepetlerin arasından. İniyor, çıkıyor sepetler. Arnavut kaldırımlarının arasına düşen para üstünü arıyor turuncu çoraplı kadın.
“Bozuk para mı düşürdünüz?” diyorum çekinerek.
“Özsaygımı düşürdüm,” diyor çekiştirerek.
Gülmeye başlıyor bakkal çırakları, sepetleri tutan iplerin sallamasından apartman sakinlerinin de güldüğünü anlıyorum. Doğulu yanım buradan güzel bir öykü çıkar derken batılı yanım evrensel ayrıntıları yakala diyor. Giriş katı bakkal olan bir apartmanda ne kadar batılı olunabilirse o kadar batılı oluyorum. Cebimdeki bozukluğu Arnavut kaldırımları arasında bulmuş gibi turuncu çoraplı kadına verip sokağa bakınıyorum. Kaldırıma taşmış dondurma dolapları bana henüz kapanmamış birkaç bakkalı daha müjdeleyince “Merhaba,” diyerek dalıyorum içeri. Dünkü maçı, seçim sonuçlarını, kimin evlenip boşandığını öğreniyorum. Bilgi alışverişim bitince “Üç gazete iki ekmek,” deyip yirmi lirayı uzatıyorum.
Bozamam deyip tezgâha eğiliyor. Para üstünü sakızla mı verecek derken oturduğum zengin semti aklıma geliyor. Havyarla vermeye çalışıyor para üstünü. Üstü kalsın diyorum. “Kalmasın,” diyerek bıçağın ucunda her şehrin peynirini tattırıyor bana. Tuzu fazla olanın fiyatı da tuzlu çıkınca “Deftere yaz,” diyorum. Estetik kaygıyla yazılmış kara ciltli bir veresiye defteri çıkarıyor karşıma. Mahallede herkesin ekonomik durumunu gösteren grafiklerle bana sokağın sosyolojik yapısı hakkında bilgi veriyor. Memurlar mavi, işsizler kırmızı, zenginler yeşil, öğrenciler turuncu renkle yazılmış. “Sarı kimler için?” diyorum. “Hardal dökülmüş,” deyip eliyle siliyor veresiye defterini. Benim için de bir başlık açıyor oraya. Ceketimin markasına bakıp adımı yeşil harflerle yazıyor. “Sonra ödersin kardeşim,” demesini beklerken “Bana bir öykü borcun var,” demesin mi? Şuna bir öykü uydurayım derken etrafıma bakıyorum. Bakkala yanakları top oynamaktan kızarmış ufacık bir çocuğun girmesiyle yıllar öncesine dönüyorum. Boyumun yetmediği rafları paramın zar zor çıkıştığı topları anımsıyorum. Arkada televizyonun sesini açan şişman çocuğu görüyorum. Padişahlığın babadan oğula geçişi gibi terazinin başında bakkallığın babasından ona
geçmesini beklerken bisküvilere, süt şişelerine, içecek dolabındaki yansımama bakıyorum. “Anıdan öykü olmaz,” diyor içimdeki çocuk. “Sen git bakkala,” deyip sokağın ortasındaki turuncu çoraplı kadınla göz göze geliyorum. Başlıyorum onu anlatmaya bizim bakkala. Arnavut kaldırımları arasına düşen özgüveninden, alçalıp yükselen sepetlerden bahsediyorum. Ekmeklerden, peynirlerden, zeytinlerden tırtıklayan çıraklardan bahsediyorum. Düşük harçlıklarını tatlı hırsızlıklarla tamamlayarak hayatı, hayat sandıkları oyunu öğreniyorlar diyorum. Öykümü nasıl bitiririm derken turuncu çoraplı kadın giriyor bakkala. “Merhaba,” diyor. Kadın daha ne istediğini söylemeden bakkal onun okuduğu gazeteyi, dergiyi, sevdiği yöreden beyaz peyniri kese kâğıdına dolduruveriyor. “Yaz deftere,” deyip gidiyor kadın. Öykümde ne olması gerektiğini biliyorum ama nasıl olacağını bilmiyorum. Aniden ayağımın önünde yaslandığım tezgâhtan ufacık bir kutu düşüyor. İçindeki futbolcu kartlarını görünce abimi anlatıyorum. Annemle onu okuldan almaya giderken her seferinde bakkalın önünde ağlıyor bana kıyamayıp birkaç futbolcu kartı veren bakkalı izlerken yokuştan inen abime göz kırpıyorum. Birden gözümden bir yaş iniyor. “Sildim borcunu,” diyor bakkal. Gözlerimi siliyorum ben de. Radyoymuş gibi kullandığı televizyonda süpermarketlerle bakkalların savaşını izlerken –yani dinlerken– boş kolonya şişelerini doldurmayı sürdürüyor. Sepetler iniyor kalkıyor, bakkala girenler yalnız gazete manşetlerini değil mahalledeki kiralık evleri de öğreniyor. Az önce satılan patlayan şekerlerin sesi dolduruyor mahalleyi. Raflardaki eşyalar anılara dönüşüyor. Sepetler iniyor, kalkıyor. Çıraklar çocuksu günahlarıyla eğleniyor. Bense bakkaldan yeni bir öyküyle çıkıp anılarımla yürüyorum.
Batıkan Köse Hakkında: Batıkan Köse 1995 yılında İstanbul’da doğdu. Öyküleri kitap-lık, Notos Öykü Gazetesi, Hece dergilerinde yayımlandı. Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler adlı kitabı 2015’te, Noktalı Virgülle Biten Bir Kitap adlı kitabı 2017’de İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Çektiği kısa filmlerle birçok uluslararası ödül kazandı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’nde okuyor. İstanbul’da yaşıyor.
2- Anıl Bayram: Ölesiye Defteri
Bakkal Zihni senelerin kırıştırmaya başladığı alnını külüstür kasaya dayamış, dakikalardır kıpırtısız duruyor. Ezkaza biri girse dükkâna, bakkalın parlak keli karşılayacak müşteriyi. Bu umarsız yatışı dün gece geçirdiği uykusuz geceden mi yoksa kara kara düşünmesinden mi, orası şimdilik muamma. Birden bir devinim başlıyor, başını yapıştırdığı külüstürden kaldırmadan eliyle masayı yokluyor. Bir iki denemeden sonra parmakları karanlık bir defteri kavrıyor ve aradığı bu olacak ki kafasını da usulca kaldırıyor. Bakkal Zihni gözlüklerini arayadursun, biz tezgâhın üzerindeki dertop olmuş bir kâğıt parçasına göz atalım. Belli ki veresiye defterinden koparılmış. Sayfanın başında büyük harflerle BÜLENT yazıyor, parantez içinde de topal. Alt alta sıralanmış onlarca ücret var. Bu rakamlar bazı yerlerde toplanmış ve yanına da tarih düşülmüş. Bu arada Bakkal Zihni gözlüklerini burnunun ucuna konumlandırmış, yatmaktan kızarmış alnından habersiz biraz önce dertop ettiği sayfayı elleriyle ütüler gibi yapıyor.
Tam bu esnada belediyeden ruhsuz sesli bir adam anons veriyor fakat hoparlörden öylesine cızırtılı sesler yayılıyor ki sokaklara, herhangi bir mahallelinin ne dendiğini anlaması mümkün değil. Bakkal Zihni kendi kendine mırıldanarak “Topal Bülent’in ölüm ilanı herhalde.” demese, bu cızırtılı titreşimlerin ne anlama geldiğini asla bilemeyeceğiz. Ama yine de pürdikkat dinliyor cızırtıları Bakkal Zihni, dinlemediği takdirde merhuma saygısızlık olacağını düşünüyor. Cızırtıların tizliğinden olsa gerek istemsizce ayaklanmış, senelerdir tek bir ürünün bile yerini değiştirmeyerek zamana meydan okuyan yirmi metre karelik dükkânın içerisinde volta atıyor. Tıka basa doldurduğu raflara sığmayan ürünleri yere yığdığından dolayı her seferinde yerdeki litrelik içeceklere ya da kuruyemiş çuvallarına çarpıyor, herhangi biri devrilecek gibi olduğunda hemen aksi bir hareketle toparlıyor.
Ccczzt, ccczzt seslerinden anonsun bittiğini anlamasıyla beraber kendini tutamayarak ve öfkeli olduğuna şüphe etmediğimiz bir ses tonuyla “Ulan” diyor, “Borcunu ödemeden nasıl ölürsün” ve söylediğinden anında pişman olarak hemen kapıya kaçamak bir bakış atıyor. Kendisini kimsenin duymadığından emin olsa da huzursuzlanıyor, iç sıkıntısı artıyor. Tezgâhtaki sayfayı yeniden alıyor parmaklarının arasına, kabaca bir hesap yapıyor. Bakkal Zihni yılların esnafı tabii, hiç hesap makinesi kullanır mı? Bir iki göz ve parmak hareketi nihayetinde “Neredeyse bir asgari ücret” diyor ve yeniden öfkesine hâkim olamayarak sayfayı dertop ediyor ve fırlatıyor. Sanki ne kadar uzağa fırlatırsa o kadar rahatlayacak. Ama öyle olmuyor.
Her cenazeden sonra içinde yeşeren umut, bu kez biraz daha erken peyda oluyor. “Belki” diyor içinden, “biri adamın borçlarını hatırlar ve öder.” Bu düşünce bir şimşek gibi geliyor ve geçiyor zihninden. Ardından kasvetli gök gürültüsü dolduruyor zihnini yeniden. Gayet iyi biliyor ki kimse hatırlamayacak topalın borçlarını. Hani oldu diyelim, bir babayiğit çıktı ve Bülent’in borçlarını sorguladı. Tüm esnafı tek tek gezip, kime ne borcu var öğrenmeye başladı ve sıra bakkala geldi. Bakkal Zihni “yok” derdi böyle bir durumda, “ölmeden evvel hesabı kapatmıştı, öleceği içine doğdu herhalde merhumun.” Prensipli bir adamdı bakkal, ona göre ölmüş insanın borcu olamazdı artık. Rahmetlinin hesabını öteki dünyada Allah kesecekti.
Veresiye defterinin içerisine sıkışmış hayatları böyle kurtarıyordu Bakkal Zihni. Biraz evvel fırlattığı sayfa, yalnızca bu yıl içerisinde karanlık defterden söküp attığı altıncı sayfaydı. Hiçbirinin borcunu istememiş, zaten kimse de sormayı akıl edememişti. Peki, kendisinin borçları ne olacaktı?
Şimdi, Bakkal Zihni intiharın borçlardan kurtulmanın basit bir yolu olduğunu düşünerek, bakkalının önündeki kaldırıma su serpiyor..
Anıl Bayram Hakkıda: 92’yi bir sonraki seneye bağlayan karlı bir akşamüstü Çanakkale’nin kuzey ilçelerinden birinde gözlerimi açtım dünyaya. Coğrafyamın sınırlarını aşmam ise on dokuz yıl sonra, üniversite vesilesiyle İstanbul’a gitmemle olacaktı. Özgür düşünce ortamının beni edebiyata yönelttiği bu harika dört yılın ardından, eğitimini aldığım mesleğimi icra etmek üzere bu kez de Kütahya’nın kuzey ilçelerinden birine atandım. Birkaç yıldır Tavşanlı’da psikolog olarak görevimi yaparken, edebiyatla haşır neşir kalmaya çabalıyorum.
3-Samet Karadeniz: Yok Bakkal
Her gün, hiç sektirmeksizin, sabahın nurunda açılan bakkal o sabah açılmamıştı. Parmaklıklı demir kapının üstündeki kilit öylece duruyordu. Sabahın erken saatinde ekmek almaya gelenler, işe giderken sigarasının bittiğini anımsayanlar, eve varmadan bir iki eksik almak için uğrayan henüz uyumamış gece işçileri… Hepsi o sabah, Yokuşlu Bakkal’ın sokağına kıvrılıp kapıdaki kilidi gördükten sonra yollarını değiştirmişlerdi.
Şehirde, ne tarafa yürünürse yürünsün, elbet bir başka bakkala ulaşılırdı. Ekmek, peynir, zeytin, bisküvi, dondurma, peçete, gazete, her bakkalda hemen hemen aynıydı. İçerde; tezgâhın arkasında kim varsa o değişirdi sade. Bir de ismi değişirdi tabii. Enes Bakkal olmazdı da, Rahmi Gıda olurdu; Aktaş Market olmazdı da, Bektaş Bakkaliyesi olurdu; biraz şakacısına denk gelirseniz Bakkal Gazi olurdu. Ama yine beyaz peynir ve kahve bulunurdu. Bir bakkaldan beklenen tek şey bakkal olmasıydı. Tam da bu sebeptendir ki yirmi küsur senedir her sabah açılan Yokuşlu Bakkal’ın o sabah açılmaması kimsenin hayatında bir eksiklik, kimsenin zihninde bir soru işareti yaratmamıştı. Şeyler sürmeye, arabalar geçmeye,
kediler gezinmeye, bacalar tütmeye devam ediyordu.
Bakkallar şehrin yamalarıydı adeta. Eskimiş apartman girişlerine, eprimiş sokak köşelerine birileri tarafından dikilmiş gibilerdi. Çoklardı. Farksızlardı. Nüfusu biraz daha az olan yerlerde, söz temsil köyde, kasabada, bambaşka bir anlamı ve yeri olabilecek bir dükkân, böyle kalabalık şehirlerde kenarlara köşelere iliştirilmiş birer tabeladan ibaretti. “Buraya bakın, bir ihtiyacınız varsa alın ve gidin!” İhtiyacın giderileceği anda hatırlanacak, sonrası için unutularak yaşanacak yerlerdi. Çünkü evlerin apartmanların arasındaki kimi dar kimi geniş sokaklar, yaşanmak için değil, gelip geçmek içindi. Bir sakin kuytudan, bir başka güvenli soteye varmak için kullanılıyordu. Hal böyleyken, bakkalın sabah ziyaretçileri, başka bir bakkala uğrayıp evlerine sorunsuz ve sorusuzca ulaştılar.
Yokuşlu Bakkal o gün hiç açılmadı. Gün boyunca uğrayan kim olduysa onlar da sabahkiler gibi başka bakkala doğru yol aldılar. Civardaki evlerin ışıkları bir bir söndü. Kediler çöpleri didiklediler. Sokak lambaları söndü. Gün uyandı. Yokuşlu’nun yokuşundan yine birileri geçti. Yine birileri döndü Yokuşlu’dan. Kilitte, kapıda ve bakkalda hiçbir hareket olmadı. Ve bu rutin haftalarca devam etti.
Kimdi Yokuşlu? Neredeydi? Başına ne gelmişti de birdenbire açılmaz olmuştu bu dükkân? Bir kişinin dahi aklına gelmemişti bu ve benzeri sorular. Velhasıl, ışığı yakılmayan, kilidi açılmayan; özetle, görülemeyen, seçilemeyen bir dükkân haline gelmişti, kimsenin tanımadığı, acaba ne oldu diye merak etmediği, muhtemelen soyadı Yokuşlu olan kişinin bakkalı.
Zaman sokağa birilerini getirdi, sokak zamanla birilerini yitirdi. Artık o bakkal, yol değildi. Kimse yanılıp da yolunu düşürmüyordu. Tabelanın bir kısmı da silinmiş, kırık dökük bir hal almıştı. Parmaklıklı kapı pas içindeydi. Camdaki çamur lekelerinden içerisi görünmüyordu. Günlerden bir gün, oyun olsun diye vurulmuş bir taş, sekti sekti de o çamurlu camı kırıverdi. İşte o zaman, bozuk peynirlerin, tarihi geçmiş bisküvilerin küf kokusu ve kimi bakkal replikleri sıyrıldı kırılan camdan dışarı. İki lira daha alıp para üstünü bütün vermeler, para bozdurmak için üç beş paket çikolata almalar, bozukluk çıkışmayınca para üstünü sakızla ödemeler… Hepsi kesif bir koku eşliğinde, önce sokağa, sonra mahalleye, sonra da şehre yayıldı. Görünmez bakkal, yok olduğunda görünür oldu. Meraklı çocuklar, memurlar, gazeteciler doluştu dükkânın önüne bir günlüğüne. Bir tür ayin gibiydi. Mahalle, bir gün içinde arındı küf kokusundan. Söküldü “YOK BAKKAL” tabelası.
Samet Karadeniz Hakkında: 1991 yılında Ordu’da doğdum. Üniversite için Ankara’ya geldim. ODTÜ Felsefe Bölümü’nü 2016’da bitirdim. Ortaokul yıllarından beri müzikle uğraşıyorum. Gitar, perdesiz gitar ve kopuz gibi enstrümanlar çalıyorum. Boyalı Kuş ve Sinağrit Baba isimli gruplarda icracıyım. Edebiyata ilgim ise lisede başladı. Edebiyat okuyucusu ve takipçisiyim. Aşağı yukarı yedi senedir de —günlük tutmaya başlamamla birlikte— kimisi ödüle değer görülen, gazetelerde, dergilerde veya fanzinlerde yayımlanan öykü, tiyatro metni, inceleme ve mizah yazıları yazıyorum.
4- Doğanay Şaban Tayyar: Başlangıçta söz vardı, söz bakkalı doğurdu, söz bakkalı mahvetti
Bahar, tekel 2000, samsun 216. Adamakıllı bakkal görmemiş, bakkal ile münasebeti yalnız üç aylık memleket ziyaretlerinde olan biri olarak, bakkalın ve bakkalın içindeki kimselerin -alıcı veya verici- aşağı yukarı nasıl bir karakter ve fikir içinde olduklarını özellikle biri olmak üzere sadece birkaç bakkal çerçevesinde değerlendirebilirim. Uzun bir süre benim de -dede alışkanlığı mı desem bilemediğim- içtiğim sigara olan tekel2000 ile tanışmam bundan yedisekiz sene öncesine dayanır. İlk olarak bahar’ın tercih edilip sonra tekel2000 bunlar yoksa da samsun216’nın alınması tembihlenir, bir bakkala göre büyükçe alana sahip olan fakat yine bir bakkala göre görece az alışveriş seçeneği sunan bu bakkala yollanırdım. Bu hem bir dış güçle yollanma hem de içten içe kendiliğinden bir yollanmaydı. Çünkü küçük yerlerde kimin neyi ne için aldığı bilinir ve niçin aldığı sorgulanmazdı. Bu köy yerinde herkes birbiriyle ve bakkalla alakadardı hem de herkes herkesle alakasızdı. Bu yüzden senin ne aldığınla değil bunu nereden gelip aldığınla ve o geldiğin yerde kimlerin çok açıkça olmayan, sırlı bir
biçimde nelerle uğraş içinde olduklarıyla ilgiliydi. Ben sigara alıyorsam bu dedemle alakalıydı ve bu sigaranın alındığı yerde insanlar iyiler miydi, nasıllardı.
Bakkala gitmem için tüm şartlar uygunsa ve gitmem icab ediyorsa anne tarafından mı yoksa baba tarafından mı yollandığımla alakalı birtakım kişisel ve gizli tutumları o bakkal yolunda içime işler, yolda orada söylemem gereken birkaç sözün, sorulacağını bildiğim birtakım soruların provasını yapar, sanki orada yaşanacak ve yaşanmış olan tüm kısa, samimiyetsiz, sinsi sohbetleri bir defa gerçekleşmesi zorunluluğu varmış gibi, orada, o bakkalda muntazam şekilde konuşur, gerçek olanın bakkal değil de yol olduğu bilinciyle çıkardım. Bakkal benim için yürünmesi gereken yol ve konuşulması icab eden birkaç rutin sözdü, birkaç düzensiz gerçekleşen rutin söz. Maddi ilişkinin olduğu tüm küçük esnaf gibi bakkal da bana sınırlı samimiyet dahilinde sunulmuş bir varlık gibi gelirdi. Hasbelkader ortaya çıkmış, onlarca yıl varolmuş ve onlarca yılın ardından sırf özlemle ve küçük sohbetlerin arasından antika derecesine varırcasına çıkacak biçimde anılsın diye tıpkı analog fotoğraf makineleri gibi ne yokolmuş ne de iskeletini dik tutabilmiş. O makinelerden tek farkı ise kimsenin hobi olsun veya eskiye özlem diye gitmemesi, aksine fiziksel bir alışkanlık olarak tıpkı bizim köy gibi yerlerde ve hatta daha da küçük yerlerde eski adamların bu alışkanlığın yerine bir şey koymamaları veyahut bunda zorluk çekmeleri.
Aslında kişi için hiçbir şeyin önemi yoktu. Tüm bu eskiye dair maddi şeyler ve bunların manevi çağrışımları anılara dair birtakım hisli çıkarımların gerçekleşmesi için vardı. Madde manevi olan içindi; düşünmek varetmek için yeterliydi ve düşünmek eşya kadar vardı. Sırf düşünecek şeylerin eksikliğini doldurmak için düşünülmüş şeylerin maddiyattan kurtulması gerekti ve bakkal da bunlardan biriydi.
Doğanay Şaban Tayyar Hakkında: Aslen Kayseri kökenli anne ve babanın bir oğlu olan Doğanay Şaban Tayyar, 2001 yılında Konya’da doğmuştur. Baba tarafından Selanik göçmenidir. Beş yaşına kadar Konya’da sonraki iki sene Kars’ın bir köyü olan Subatan’da ardından altı yıl Adana’da yaşadıktan sonra şuan da ikamet etmekte olduğu Ankara’ya 2014 senesinde gelmiştir. Tarih makalesi yazmakla meşguliyeti sürerken aynı zamanda fotoğraf çekmekte ve müzikle keman vasıtasıyla ilgilenmektedir.
5- Barış Bozdağlı: Kerpiç Bakkal
Yıllar sonra doğduğu yere geri gelmişti. İlk uğrayacağı yerlerden birisi de mahallesindeki bakkaldı. Bakkal çırağı olan çocukluk arkadaşıyla bakkalın olduğu yerin karşısına oturmuşlardı. Eğer kapı ortalansaydı etrafı eşyalarla süslü bakkalın tam karşısı olacaktı.
“Öyle işte babamın memuriyetinden dolayı il ilçe dolaştık.” Diye konuşmasını sürdürüyordu, Nazım. “Hatırlarsın, okuldan çıkar çıkmaz ilk uğradığım yer bakkaldı. Deterjan, ambalaj ve ne olduğu belirsiz tatlı kokuların birleşimi ancak bu kadar ferahlatıcı olabilirdi. O ışıl ışıl parlayan renk renk eşyalar sanki o koku iksiriyle birleşip beni büyülü bir yolculuğa çıkarıyordu. Paramın yetebildiği kadarıyla birkaç şeker, belki de sakız aldıktan sonra gözümün takıldığı, az önce keşfettiğim bir başka eşya beni bakkala bağlayan en önemli nedenlerdendi. Tabii bakkal amcanın şefkat ve samimiyeti de bunun cabasıydı.”
Tekrar görüşmenin verdiği mutlulukla derin bir sohbete dalmışlardı. İkisi de çok değişmişti. Çok büyümüşlerdi. Artık birer görüşleri vardı işte o kadar büyümüşlerdi.
“Ustam yıllar önce öldü” diye cevapladı bakkal çırağı.
“Allah rahmet etsin,” diye karşılık verdi. Üzülerek. “Beni çok severdi.”
“Kesinlikle” dedi bakkal çırağı. “Seni daha çok severdi. Aslında ara sıra bir şeyler kırıp dökmeseydim…
Nihayetinde uzun sohbetin sonu yaklaşmaktaydı. “Benim sürem doldu” diyerek. Ayağa kalktı. “Patron kızar. Bir ara yine görüşürüz.” Dedikten sonra elini uzattı. Nazım, “hazır buradayım bir film mi izlesem,” diye karşılık verdi. “İyi olur hem yeni bir sanat filmi çıkmış. Çok övülüyor. Dedi bakkal çırağı.
Arkadaşıyla ışıl ışıl parlayan, renkli ampullerle süslü koskoca AVM’nin önünde yeterince sohbet edip geçmişi yad etmişlerdi. Hep beraber kalabalığın arasından döner kapıya doğru ilerlerken. “Acaba bakkal hala yerinde olsaydı bu AVM’nin neresine denk gelirdi.” Diye içinden geçirdi. Döner kapıya girer girmez sanki küçüklüğündeki o bakkal kokusunu tekrar almış, zihninde bir şeyler canlanmıştı. Döner kapıyla beraber bir tur attı, iki tur attı, üç tur attı. O kokuyu alırken sanki çocukluğuna inmişti. Bakkal çırağı şaşkın bir ifadeyle dördüncü turda kolundan çekip aldı.
Yürüyen merdivenlerden ağır ağır yükselirken gözü hala o döner kapıdaydı. Birkaç küçük çocuğun da o kapıyla beraber birkaç tur attığını gördü. “Belki onlarda o görünmeyen bakkalın büyülü kokusunu keşfetmiştir.” Dedi kendi kendine.
Bir zamanların bakkal çırağı modern tezgȃhın arkasına geçti. Birkaç defa fareye tıkladı. Bekleyen arkadaşına uzayan bileti kesip uzattı. Nazım, elini uzattığında tekrar geri çekti. Şaka yaptığını zannedip gülümsedi. Fakat bakkal çırağı bir şey unutmuştu. AVM’deki bir mağazanın reklam kartını biletin üzerine koyarak yeniden uzatıp, “iyi seyirler” dedi. Nazım hiç bakmadan ikisini de cebine attı. “Görüşürüz” diyerek oradan uzaklaştı.
Devasa koridorlarda yavaş yavaş adımlamaya başladı. Kucaklarında koca mısır kutularıyla çocuklar, elleri birbirine sıkıca kenetlenmiş sevgililer, somurtan karı kocaların arasında asitli içeceği iştahla yudumlayan Batman giyimli küçük çocuklar, aldığı eşyanın markası üzerine iri iri harflerle yazılan poşetin bile havasına kapılarak büyük bir gururla yürüyen gençler, yetişkinler ve hatta yaşlıların o loş ışığın eşliğinde anonsu yapılan kapılara doğru homurdanarak ilerlediğini görünce elindeki bilete bir göz attı. 10 dakikası kalmıştı. Gözleri filmin adına değince iyice açıldı. “Kerpiç Bakkal” yazıyordu. Bunun bir şaka olduğunu
zannetti. Açıp fragmanına bakınca neredeyse içinde büyüdüğü, çocukluğundaki bakkalın film olduğunu gördü. Hem de sanat filmi. Artık neredeyse yok olan bakkal gibi köklü, sıcak ve samimi mekanlar sanat filmlerine konu oluyordu.
Barış Bozdağlı Hakkında: 7 Mart 1995 yılında Muş’ta doğdum. Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Dava, Doğu, İzdiham, Hezeyan, Keşke, Elmacık Kemiği, Sinada, Ketebe Piyan, Yazıyorum, Edebiyat Sandığı, Kavuştak gibi çeşitli dergilerde kısa öykülerim yayımlandı.
Ilkyaz Presents “FıveFaces*” Insıghts from Turkey
As İlkyaz, since we went live a year ago we have been making space to the personal imagination of various youths from four corners of Turkey. Whilst this unadulterated approach remains one of our core objectives, in firm belief that union is strength today we are starting a new initative aimed at directing our writers on this issue: “FiveFaces” (*BeşYüz: beş means five in Turkish and Yüz is a word with double meaning both “face” and “a hundred”)
Writers are in many ways the observers of societies. They interpret the reality revolving around them and collate it’s emotional, sociological and other various layers in light of their writing, thereby providing all of us with a different point of view.
Through “FiveFaces” we aim to reflect through young literature how we have many commonalities amidst our differences and how our common notions can carry various meanings by gathering 500 word insights from five writers living in different parts of Turkey on the same topic.
By choosing through voting, five names out of writers who send short pieces as an answer to our call, we hope to externalise their efforts of gaining insight into realities they observe around them, thereby to establish a literary mosaic of the country’s sceneries from different cities.
In doing so, we wish to present the core associations in regional differences and the merging of common points ingrained around us at the nation-wide level with their various observations at the local level.
We will continue to build transnational bridges by translating these mutual writings into English and provide a window into Turkey for our increasing readers of world citizens.
Due to both our capacity and in order to avoid a rush on these efforts, this coagulation will not be subjected to a monthly deadline. The first word of choice is “BAKKAL” the translation of which is: “A very common grocery store set up in every other street in Turkey that would be familiar with the residents and often run a tab for them. Varying in size, the shop is generally much smaller than a supermarket. The word can also be used to indicate the person who is the owner of or in charge of the shop.” We proudly present our first five writers and their writings below!
1- Batıkan Köse: Baskets Go Up and Down
The street is decorated with baskets dangling from apartment houses that have a bakkal* on the front entrance. As the apprentices run towards empty hanging baskets, I run towards a brand new short story. Couriers of chain markets pass between the baskets. The basket come down and go back up. A lady wearing orange socks, is busy searching for the coins which dropped in between cobblestone pavements.
“Did you drop some change?” I ask hesitantly.
“I dropped my self-respect,” she answers while plucking.
All of the apprentices began laughing. From the trembling ropes tied to the baskets, I can tell the occupants in the apartments are also laughing. My Eastern side tells me this is a decent short story material, my Western side on the other hand keeps telling me to keep an eye for universal details. I am as Western as I can be whilst standing in front of an apartment which has a bakkal on the ground floor entrance. I fake finding the coins in my pocket in between the cobblestones and look around as I give them to the lady in the orange socks. The ice cream freezers outside the bakkal joyfully reminds me that there are other bakkal’s around here, so I barge in and say, “Hi.” I learn the score of last nights football match, the election results and news of celebrities which got married or divorced. When I’m enlightened enough, I stretch out the twenty liras I have and say, “Three newspapers and two breads.” He bends down the counter and says he has no change. As I think to myself whether he decided to pay the remainder of the money with gum, I remember, this is a very posh neighbourhood. He tries to pay me back with caviar instead of gum. I tell him to keep the change. He denies and decides to pay me back by making me taste cheese from all over the country. He cuts and offers me the cheese on the tip of the knife. When he goes too far and the salty cheese is indeed very salty in price too, I say “Write it on my tab” He takes out a very aesthetic black bound notebook. He gives me a quick lecture the sociological standing of the street and shows me the economical status of everyone in the neighbourhood, with exemplifying pie charts. Officers are coded blue, unemployed people are red, rich people are green and students are orange. I ask, “What’s the yellow for?” He responds, “I spilled some mustard there,” and wipes the tab book with his hand.
He opens a new tab for me. He checks the brand on my jacket and writes my name in green. While I expect him to say, “It’s ok, You can pay later brother,” he says “You owe me a story.”As I’m thinking let me make up a story about this I look around. With a small kid coming into the Bakkal with red cheeks from playing ball I go years back. I remember the balls on shelves that my height wouldn’t reach and my money could barely afford. I see the fat kid in the back turning up the volume of the TV. While he waits infront of the scales for his reign in the bakkal to pass onto him from his father like a sultan to his son, I gaze into the biscuits, bottles of milk and my reflection on the beverage cooler. “Memories don’t make stories,” the kid inside me says. “You go to the bakkal,” I say and meet the eyes of the woman with orange socks in the middle of the street. I start describing her to our bakkal. I talk about her self confidence over the cobblestoned pavement, about the descending and ascending baksets. I speak of the apprentices nibbling on loaves of bread, various types of cheese and olives. I say they are learning life or rather the game they mistake for life through topping up their marginal allowence by sweet robberies. As I’m thinking of how to finish my story the women with the orange socks enters the bakkal. “Hello” she says. Before the woman says what she wants, the bakkal fills the newspaper and magazine she reads, the white cheese from the region she likes into a brown bag. “Write it n the notebook” she says and takes her leave. I know what should be a part of my story but I don’t know how and just then a tiny box falls off the counter I’m leaning against. When I see the footballer cards inside I recall my brother. I wink at him as he strides down the slope watching the bakkal giving me a few football cards unable to resist my crying on my way to school with mum. All of a sudden a tear drops from my eye. “I erased your debt,” says the bakkal. Then I wipe my eyes. He continues to fill the empty bottles of cologne as he watches – I mean listens to- the battle between supermarkets and bakkals on the TV that he uses like a radio the baskets go up and down, people entering the bakkal learn not only about the newspaper headlines but the houses up for rent in the district. The sounds of popping candies that have just been sold fill the neighbourhood. The objects on the shelves turn into memories. Baskets go up and down. Apprentices have fun with their childish sins as I leave the bakkal with a new story and walk towards my memories.
Translated with the author’s approval by Ege Dündar and Irmak Ertaş
About Batıkan Köse: Batıkan Köse was born in İstanbul in 1995. His stories have been published in kitap-lık, Notos Öykü Gazetesi, Hece magazines. His book Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler was published in 2015 and Noktalı Virgülle Biten Bir Kitap was published in 2017 by İletişim Yayınları. He won multiple International prizes with his movies. He is currently studying Cinema and Television at Mimar Sinan Fine Arts University. He lives in İstanbul.
2- Anıl Bayram: Notebook To Death*
Bakkal** Zihni, is standing still for minutes, resting his forehead wrinkled from the years against the decreipt cash register. If someone walks in to the shop by chance, they will be greeted by the bakkal’s shiny bold head. It remains to be known whether this reckless position is because of the sleepless night he had last night or brooding on thoughts. All of a sudden action sparks and he feels for the table without lifting his head from the rattletrap it lies against. After a few attempts his fingers grip a darkened notebook and ending his search, he slowly lifts his head up. While Bakkal Zihni is looking for his glasses, let us take a look at a piece of paper rolled into a ball on the counter. It has obviously been ripped apart from the notebook used for keeping tabs. The top of the page reads BÜLENT” with topal in paranthesis. There are many costs listed over each other. These numbers have been added in some places and a date noted next to them. In the meantime, Bakkal Zihni put his glasses on the tip of his nose, unaware of his reddened forehead, appears to be ironing the piece of paper he curled into a ball a while ago.
Just then a man from the municipality with a soulless voice is making an announcement from a megaphone, yet the sounds are so scratchy that it’s impossible for the neighbourhood folk to understand what is being said. If it isn’t for Bakkal Zihni murmering to himself “Must be Hobbler Bülent’s notice of death” we won’t ever know what the scratchy vibrations mean. Nevertheless the Bakkal Zihni listens to the whizzing, thinking that otherwise it would be disrespectful to the deceased. He is up on his feet, likely from the sharp shrill of the sounds, pacing the 20 square meter shop, defying time without any product changing it’s spot for years. Because he has stacked all the products that wouldn’t fit on the shelves to the ground, every time he knocks over the liter-sized drinks or bags of dried nuts, and one seems to falter he immideatly tidies it up with a grumpy gesture.
Making out from the cczzzt, cczzzt sounds that the announcement is over, unable to restrain himself and with a tone of voice we don’t doubt to be angry he says “Buster, how can you die without paying your debt”. Directly regretting what he just said, he takes a evasive gaze at the door. Altough he is sure that nobody heard him, he gets uncomfortable, his chagrin grows. Taking the piece of paper back from the counter between his fingers, he makes a rough calculation. Bakkal Zihni is the shopkeeper of years of course, would he ever have use for a calculator? Following a few finger and eye movements, he says “it’s nearly a minimum wage” and unable to control his anger he rolls the page back into a ball and throws it. It’s as if the further it goes, the better he will feel, yet it doesn’t turn out so.
The hope that blooms inside him after after each funeral, springs up a little earlier this time. “Maybe” he thinks to himself “someone will remember the man’s debt and payes up” This thought comes and goes like a lightning from his mind, leaving a bleak thunder rambling to fill it again. He knows well that no one will remember the hobblers debts. And even if they did, a brave fellow turned up and inquired about Bülent’s debts. Wondering past every single shop, learning what he owes who and ended up at the bakkal. Bakkal Zihni would say “he has none” at such an incident, “he had payed up before he passed, I guess he must’ve felt that he was going to die.” Bakkal was a principled man, according to him a dead man couldn’t hold a debt. The account of the deceased would be handled by Allah in the other world.
This is how Bakkal Zihni saved lives stuck inside the notebook of tabs. The page he just threw out was the sixth in this year alone that he ripped to chuck out from the darkened notebook. He hadn’t chased after the debts of any of them, no one considered asking anyhow. Well, what would happen to his own debts?
Now, Bakkal Zihni is dabbling water on the sidewalk outside the shopwindow, thinking suicide is an easy way out of debt…
*Original Title “Ölesiye Defteri” is a word play on “Veresiye Defteri” which is the name given for the notebook the owner of a corner shop uses to keep a tab for customers who can’t afford to pay on the spot.
** A very common corner shop/grocery store set up in every other street in Turkey that would be familiar with the residents and often run a tab for them. Varying in size, the shop is generally much smaller than a supermarket. The word can also be used to indicate the person who is the owner of or in charge of the shop
Translated with the author’s approval by Ege Dündar
About Anıl Bayram: I opened my eyes in a town in Northern Çanakkale, on a snowy afternoon which tied the year ‘92 to the new year. Expanding the limits of my hometown took 19 years where I left Çanakkale to study in İstanbul. After 4 years of college where the open minded atmosphere lead me to literature, this time I was appointed to Kütahya for my profession. For the last few years I’ve been working as a psycholog in Tavşanlı and try to remain cheek by jowl with literarture.
3-Samet Karadenız: Absent/Ascent Bakkal
That morning, the bakkal which opened at the crack of dawn every day without missing a beat, was closed. The lock on the barred iron door stood firm. All those who had arrived early in the morning to buy bread, those who remembered their cigarettes ran out on their way to work, nightly workers yet to sleep who stopped by on the way home to pick up a few things… All of them that morning had changed their paths upon meandering to Ascent Bakkal ’s street and seeing the lock on the door.
In the city, one could surely reach another bakkal whichever way they walked. Bread, cheese, olives, biscuits, ice cream, napkins, newspapers was almost the same in each of them. Inside; the only thing to change would be whoever is behind the till. And the name of course. It was Rahmi Gıda, if it wasn’t Enes Bakkal; Aktaş Market, if not Bektaş Bakkaliye; and if you came across a joker type it could be Bakkal Gazi. And yet, you’d still find cheese and coffee. The only thing expected from a bakkal was to be a bakkal. This is precisely why the fact that Ascent Bakkal that has been open every morning for an odd 20 years or so hadn’t opened that morning didn’t cause any absence in anybody's life nor a question mark in their minds. Things continued to happen, cars to pass, cats to cats to dwell and smokestacks to fume.
Bakkals were like patches for the city. It was as if they had been planted by someone to the entrances of olden apartments, and soured street corners. They were many. They were uncanny. The shop that could hold such a different and dire meaning and place in towns and villages with less of a population, was reduced to a mere signs off beaten tracks. “Look here, if you have something you need, get it and leave!” They were places to be remembered in a moment of need, only to be forgotten later. Because the streets between houses and apartments, some wide and some narrow, were not to be lived but to pass through. Used only to get from one safe corner to another secure site. That being the case, the morning visitors of the bakkal stopped by into another one and reached their homes safe and sound.
Ascent Bakkal never opened that day. Whoever stopped by during the day went scavenging for another bakkal along their way, just as the customers who stopped by early in the morning did. The lights of the houses around the neighbourhood went out one by one. It never opened that day. Cats delved into piles of garbage. Street lights went out. Day roused once again. Strangers passed by Ascend bakkal and climbed its slightly steep hill. Yet again, strangers returned from the bakkals locked door. There was no sign of movement on the lock, the door or the bakkal itself. And this went on for weeks.
Who was the owner? Where was he/she? What happened to him which led to closing down the bakkal for weeks? Not even one person thought of asking such questions. So naturally, the bakkal, which most definitely belonged to someone with the surname Ascend, ended up being unattended and dark; it was not cared for by anyone. More profoundly, it was unseen and unrecognizable.
Time led new residents to its street and the street lost some residents of its own. The street with the bakkal wasn’t a chosen path like it was before. People got used to it being closed, they weren’t mistaken anymore. A part of the signboard was erased, it almost fell apart. The wrought iron fence in front of the door was covered in rust. The windows were muddy, you couldn’t see the inside anymore. One day, a small pebble which someone played with, bounced from the ground and broke the muddy glass. Right then, the strong
odour of rotten cheese, moldy out of date cookies and familiar bakkal dialogues found their way outside the window.
Asking for two more liras to pay back the rest as a whole instead of coins, buying a few packets of cheap chocolate just to get change or paying the remainder of money with a bunch of gum or bonbons as exchange… All of these along with the strong scent spread along the street first, then the neighbourhood and finally over the city. The bakkal which was unrecognized, was finally visible when it was no more. Curious kids, officers and journalists crowded around the shop for one day. It was like a ritual. The neighbourhood was cleansed off the moldy smell in less than a day. The signboard which now read “A b sen t Bakkal” was removed.
** A very common corner shop/grocery store set up in every other street in Turkey that would
be familiar with the residents and often run a tab for them. Varying in size, the shop is
generally much smaller than a supermarket. The word can also be used to indicate the person
who is the owner of or in charge of the shop
Translated with the author’s approval by Ege Dündar and Irmak Ertaş
About Samet Karadeniz: I was born in Ordu in 1991. Arrived in Ankara for university and graduated from the Philosophy department at ODTÜ(Middle-East Technical University) in 2016. I have been busy with music since since my middle-school years, playing instruments such as guitar, fretless guitar and lute. I am a performer in bands named Boyalı Kuş and Sinağrit Baba. My interest in literature began in high school. I am an avid reader and follower of literature. More or less for seven years – starting with keeping diaries- I’ve been writing stories, theatre texts, analysis and humorist texts in newspapers, magazines and fanzines, some of which have been awarded with various prizes.
4- Doğanay Şaban Tayyar: In the begınnıng there was The Word, the Word gave bırth to the Bakkal (1) and then became the end of hım (2)
Bahar 3 , tekel 2000 4 , samsun 216 5 . I don’t have a profound idea of bakkal, my relationship with it is limited to those three months spent in my hometown. Therefore, my opinions about what kind of characters and ideas bakkal himself and everyone in it – be it shopper or personnel – might have adopted are restricted to my only points of reference consisting of a few bakkals and particularly one of them. How I was introduced to tekel2000, a brand that I have smoked for a long time – I guess we can call it an inherited habit from my grandfather – goes back seven or eight years. Bahar would be the first choice, then tekel2000 and if they don’t have it I was told I could buy samsun216. Then I would be sent off to a bakkal which was spread towards a larger space than one would expect from any bakkal, but offered less options when it came to shopping nevertheless. This sending off was both implied by an outer force and coming from within. Because in small towns, everyone knew who was buying what for which reason and therefore it was never questioned. In this little village, everyone was involved with each other and the bakkal but indifferent at the same time. That is why everyone was concerned about the environment you were coming from and what kind of veiled and secret activities you were keeping yourselves occupied with rather than what you are buying. If I was buying cigarettes, it had to do with my grandfather and whether people were doing fine where the cigarette was bought for.
When the conditions were suitable and I was needed to go off the the bakkal, I would meticulously embody certain personal and confidential attitudes towards whether I was coming from my mother’s or my father’s home on my way. I would practice a few words and a few questions that I knew were going to be asked. Like as if every brief, insincere, insidious conversation that had taken place and will take place there would have to be condensed into one encounter, I would lead an orderly conversation with the bakkal and would start my journey knowing what is real is not the bakkal itself but the journey. Bakkal, for me, was a road that I had to walk and a few routine words that had to be spoken, a few irregular routine words. Bakkal always occurred to me as an entity that is presented with a limited sincerity, like all small businesses that I had a material relationship with. Emerged accidentally, after having existed for dozens of years; bakkals were neither extinct nor with preserved integrity. They existed merely to be recalled like an antique piece in small talks, inspiring a feeling of yearning, much like analogue cameras. The only difference between bakkal and those machines was that no one was going to bakkal as a hobby or an act of nostalgia. On the contrary, in small towns such as our village or especially in smaller places, the reason why old-fashioned men would go to bakkal was merely out of a physical habit that they did not replace or struggled to do so.
Actually, nothing was of importance for the man. Everything that belonged to the past and their spiritual connotations existed to serve to the purpose of inspiring emotional inferences about memories. What was material was for the spiritual; to think was enough to actualise and to think existed as much as objects did. The thoughts that were actualised solely for the sake of fulfilling the shortcomings of things-to-be-thought-of, had to be freed from the materiality – and bakkal was one of them.
1 A very common corner shop/grocery store set up in every other street in Turkey that would
be familiar with the residents and often run a tab for them. Varying in size, the shop is
generally much smaller than a supermarket. The word can also be used to indicate the
person who is the owner of or in charge of the shop.
2 Reference to the Bible.
3 Turkish cigarette brand.
4 Turkish cigarette brand.
5 Turkish cigarette brand.
Translated with the authors approval by Özge Sargın
About Doğanay Şaban Tayyar: Originally the son of a mother and father from Kayser, Doğan Şaban Tayyar was born in 2001 in Konya. His father’s side immigrated from Salonica. He arrived in Ankara where he resides now in 2014 after staying in Konya until the age of five, spending two years in a village caled Subatan near Kars and living in adana for six years. He is interested in photography and music on violin whilst continuing to keep busy with writing articles in history.
5- Barış Bozdağlı: Mud-brick Bakkal
Many years later, he was back to where he had been born. One of the first places he would stop by was the bakkal* in his neighbourhood. He and his childhood friend who was also the bakkal’s apprentice, sat opposite the bakkal. If the door had been centered, it would have been right opposite the bakkal adorned with lots of stuff to sell.
“Well, because of my father’s civil service, we travelled from province to province, locality to locality,” continued Nazım. “If you remember, the very first place I stopped by soon as I got out of school was this bakkal. The combination of detergent, packaging and various vague, sweet scents couldn’t have been more refreshing. It was as if those sparkling colourful objects combined with that potion of scent, were taking me on a magical journey. After getting as much sugar or chewing gum as I could afford, another thing that freshly caught my eye as I left the shop was one of the most important reasons that kept me coming back to the bakkal. Not to mention of course the avuncular affection and friendliness of the shop keeper himself. They were immersed in a deep conversation with the happiness of getting together again. Both had changed a lot. They were so grown up, enough to hold differing views on life by now. “My master died years ago,” said the bakkal’s apprentice. “May Allah have mercy on him,” he replied, regretfully. “He liked me very much!” Absolutely,” said the apprentice. “He liked you more. Actually, if I just hadn’t broken things once in a while, maybe…”
Ultimately, the long conversation was drawing to an end. By saying “My time is up!” the apprentice stood up, “or the boss gets angry. We should meet again some time,” and then he stretched out his hand for a handshake. “Shall I watch a film while I’m here?” asked Nazım. “I think you should, besides, a new art film was recently released. It is highly praised,” replied the apprentice. The two old friends had spent enough time chatting and reminiscing about the old days, in front of the huge shopping mall, which was glistening and decorated with colourful light bulbs.
As he walked through the crowd towards the revolving door, “If the bakkal was still in it’s old place, which part of this mall would it correspond to?” he thought. As soon as he entered the revolving door, it was as if he regained the scent of the bakkal in his childhood, and something had revived in his mind. With the revolving door, he rotated once, twice, three times… When he sensed that smell again, it was as if he travelled to his childhood. Surprised, the bakkal’s apprentice, on the fourth rotation, grabbed his arm and pulled him out. His eyes were still fixed on that revolving door as he slowly ascended on the escalator. He
noticed several children turning around a few times through it. “Maybe they too discovered the magical scent of that invisible shop,” he said to himself. His friend, once a bakkal’s apprentice, got behind the modern stand. He clicked the mouse several times before handing out the ticket. When Nazım reached out for it, he pulled his hand back. Nazım smiled because he thought his friend was kidding him. In fact, the bakkal’s apprentice had forgotten something. He put the promotional card of a store in the mall on the ticket and passed it back again while saying “Enjoy the film!” Nazım put both of them in his pocket without looking and walked away replying “See you later.”
He began to step quietly through the gigantic corridors. Children with big popcorn bags on their laps; lovers with hands clasped tightly together; young children in Batman costumes greedily sipping acidic beverages among sullen married couples; young people, adults and even old people walking proudly under the influence of the bags they were carrying, on which the brand names were printed in big and cool letters, when he saw all of them were moving loudly towards the announced doors under the dim light, he glanced at the ticket in his hand. He had 10 minutes. His eyes widened when he saw the name of the film. “Mud-brick Bakkal” was written on the ticket. He thought it was a joke. When he checked the trailer, he noticed that a bakkal almost identical to the one in which he had grown up and spent his childhood was covered in the film. And what’s more in an art film. Long-established, warm and intimate places like the bakkal, which were almost no more nowadays, were now the subject of art films.
*A very common grocery store set up in every other street in Turkey that would be familiar with the residents and often run a tab for them. Varying in size, the shop is generally much smaller than a supermarket. The word can also be used to indicate the person who is the owner of or in charge of the shop.
Translated with the author’s approval by Halil Gediz
About Barış Bozdağlı: I was born on 7 March 1995 in Muş, Turkey. I graduated from Pamukkale University with a degree in Turkish Language and Literature. My short stories have been published in various journals such as Dava, Doğu, İzdiham, Hezeyan, Keşke, Elmacık
Kemiği, Sinada, Ketebe Piyan, Yazıyorum, Edebiyat Sandığı, Kavuştak.