Damla o sabah uyandığında havanın hiç de Ağustos ayına uygun olmadığını hissetti. Sanki kocaman bir şemsiye güneşin yüzünü kapatmış, sanki bulutlar yeryüzüne hüzün gözyaşları saçmıştı. Rüzgâr ılık ılık değil öfkeyle eserken yaz veda bile etmeden sesiz sedasız yerini hırçın bir sonbahara bırakmıştı. Yatağından gönülsüzce kalkıp perdesini açtı, her zaman ışıkla aydınlanan odası sanki kara bir gölgenin esiri gibiydi, içine derin bir huzursuzluk doldu.
Acaba çok mu erken uyanmıştı bugün, yoksa hala gece miydi anlayamadı. Duvardaki saate baktığında vaktin 09:30 oluğunu görüp şaşırdı. Nasıl böyle bir şey olabilirdi ki? Bu saatte güneş çoktan gelip bir kuş gibi penceresinin önünde yerini almalıydı. Derin bir sessizlik vardı evlerinde, oysa kendisinden iki yaş küçük yaramaz, geveze bir kardeşi vardı. Şimdiye kadar çoktan gelip kendisini uyandırması gerekirdi. Annesinin her sabah hazırladığı kahvaltısının mis gibi kokusunu aradı o da yoktu, etrafta kokan tek şey yalnızlıktı. Kapıyı açıp annesine seslendi, yanıt bekledi, ama sessizlikten başka hiçbir şey duyamadı. Bir şeyler vardı sanki bir tuhaflık vardı evin her köşesinde. Annesinin odasının kapısı açıktı, başını uzatıp içeri baktı, O derin bir uykudaydı. Parmak uçlarına basarak O’nu uyandırmadan koridorda ilerledi. Babası işe gitmişti anladı, her zaman girişte duran iş çantası yerinde yoktu çünkü. Can sıkıntısıyla kardeşinin odasının kapısını açtı, yatak boştu. Demek ki kardeşi ondan daha erken uyanmış, köpekleri Luci ile oynamak için dışarı çıkmıştı. O da annesi uyanana dek zaman geçirmek için bahçeye çıktı. Aradı, kardeşi bahçede değildi, Luci bir köşede sanki bir şeylerden korkmuş gibi şaşkınca duruyordu. Yanına gitti, başını okşadı, nedenini bilemese de onun çok huzursuz olduğunu hissetti. Bir taşa oturup gökyüzüne baktı, çevresine dikti gözlerini, birden korkuyla haykırdı.
-Burada neler oluyor böyle?
Bahçedeki elma ağaçlarının dallarından buzlar sarkıyor, kuşlar tersine uçuyor, çiçeklerin yapraklarında çiğ taneleri dolanıyordu. Öyle çok korktu ki, bütün gücüyle eve kaçmak için ayağa kalktı. Eve girmek üzereyken Luci’ nin ağzında kardeşi Ezgi’nin oyuncak ayısını gördü. Bu nasıl gelmişti buraya, kardeşi oyuncağını asla evden dışarı çıkarmazdı, hiç kimseye vermezdi, her zaman geceleri ona sarılıp uyurdu. Luci’ nin yanına gitti, oyuncağı almaya çalıştı, ama köpek bir türlü bırakmıyordu. Ter içinde yorgun bir şekilde yere oturdu.
-Luci Ezgi nerede? Bu oyuncak neden sende? Kardeşimin yerini biliyor musun?
Köpek söylenenleri anlamış gibi ağzından oyuncağı bırakıp, bahçe kapısına doğru yürüdü. Sanki peşimden gel dercesine durup Damla’ ya bakıyor, kendisini takip etmesini istiyordu. Bahçeden çıkıp ağır ağır arkalı önlü yürürlerken, bu nasıl bir saçmalık, bu bir rüya olmalı diye düşündü. Luci’ nin havlama sesiyle kendine geldiğinde onun evlerinin önünde akan nehre doğru koşmaya başladığını gördü. ‘Olamaz!’ diye bağırdı. Yoksa kardeşi nehre mi düşmüştü? Köpek nehrin kıyısında delirmiş gibi havlarken, o da kardeşine ait bir şeyler görebilmek için dikkatlice suya bakıyordu. Birden dengesini kaybetti, sanki bir el onu nehrin içine çekmişti. Suya düştüğünde yukarı çıkmak için çok çabaladı. O çabaladıkça su onu daha da derinlere çekti. Kapkara bir girdabın kendisini yutmak üzere olduğunu fark ettiğinde gözlerini kapadı çünkü dalgalara dayanacak gücü kalmamıştı. Kendini zorlayarak gözlerini açmaya çalıştı. Suyun maviliği yerine kızıl dalgalar içine çekiyordu onu. Aklı başından uçup gitmişti. Kalbi nerdeyse çatlayacak gibiydi. Sanki güçlü bir el kemiklerini kırmak istercesine onu sıkıyordu. Bütün vücudu acı içindeydi, sanki ciğerleri içindeki oksijeni burun deliklerinden dışarı atıyordu. Sanırım ölüyorum diye düşündü. Korkmadı, yaşadığı acının bitmesi için ölmeye bile razıydı çünkü.
Damla kendine geldiğinde ciğerlerinin ateş yutmuş gibi yandığını hissetti. Soluk alıp verirken kemikleri parçalanıyormuş gibi geliyordu. Kumların üzerinde yatıyor olmasına rağmen sanki bir buzulun içinde mahsur kalmış gibi üşüyordu. Kızıl bir aydınlık gözlerini kamaştırsa da, mavi gökyüzünü neden göremediğini anlayamıyordu. Güçlükle doğrulup etrafına baktı. Burası neresiydi? Nasıl gelmişti buraya? Annesi, babası, kardeşi neredeydi? Nefes almakta artık o kadarda zorlanmadığını fark ettiğinde, görünmez bir elin kendisini nehre çektiğini, kara deliğin içinde dönüp durduğunu hatırladı. Güçlükle de olsa bir kayaya tutunup ayağa kalktı. Etrafına baktığındaysa kızıl aydınlığın içinde kökleri dışarıda, gövdesi toprak altında olan ağaçları, sanki camdanmış gibi duran tersine akan nehirleri, nehrin kıyısında uyuklayan balıkları gördü. Gökyüzüne baktı, kırmızıydı. Rüzgâr estiğinde toz yerine yeşil güller savruluyordu. Rüya görüyorum ben dedi kendine, başını kaldırdığında mor bulutları fark etti. Artık o kadar da çok üşümediğini anladı. Çok güzel gelmişti bu yer gözlerine, cennet mi acaba burası diye düşünürken gökyüzünde derin bir mavilik gördü. Sendeleyip yere yuvarlandı, nerdeyim ben? Diye avaz avaz bağırmaya başladı, çünkü başının üstünde duran mavilik DÜNYAYDI.
Tıpkı geldiği yerde olduğu gibi burada da gecenin olduğunu görünce şaşırdı, acıkmıştı ve çok susamıştı. Nehre gidip ellerini suya soktu. Sanki camdandı damlalar, ışıl ışıl parlıyordu. Bir yudum içti tadı güzeldi. Kana kana içerken suyu, anladı. Sadece susuzluğu değil açlığı da bitmişti, tıpkı buraya gelişi gibi, nehir de mucizelerle doluydu. Korkularına rağmen böyle bir mucizeyi yaşamak iyi gelmişti ona. Bir kenara uzanıp uyuyana kadar neler olduğunu anlamaya çalıştı.
Ertesi sabah kızıl bir güne uyanırken tanıdık bir ses duydu. Bu Ezgi’ydi, şarkı söylüyordu. Kardeşini arayıp bulduğunda ona sıkı sıkı sarıldı, gözyaşları adeta bir buluttu, sağanak dinmiyordu. Kardeşinin yalnız olmadığını fark ettiğinde korkuyla geri çekildi. Ezgi, kulakları çay kaşığı kadar, çok iri gözlü, alnının ortasında ışık topu parlayan bir canlıyla beraberdi. Korkusunu gizlemeye çalışarak yaklaştı. Ezgi ablasını görünce çok şaşırdı, sevinç çığlıkları attı. İki kardeş başından geçenleri birbirlerine anlattı. Ezgi de tıpkı onun gibi nehre düşmüştü. Onu kumların üstünde baygın yatarken Vovo bulmuş ve kucaklayıp ailesinin yanına götürmüştü. Vovo’nun annesi onunla ilgilenmiş nehrin mucizevî suyuyla onu beslemişti. Ezgi:
-Bak abla, bu benim arkadaşım Vovo, beni O buldu ve burası da kara girdabın iki gezegen arasına açılan kapısı.Korkuyla Vovo’ya yaklaşıp, ‘Merhaba ben Damla, Ezgi’ nin ablasıyım.’ diye fısıldar gibi konuştu.
Korkusunu tam olarak yenemese de, Vovo’ nun sevgiyle bakan gözlerinde kötülük olmadığını anlayan Damla O’na da sarılıp, kardeşine baktığı için teşekkür etti. Vovo, Damla’ya kırmızı yağmur yağdığında ailesinden gizlice bu kara girdaptan geçip dünyaya gittiğini, insanlar kendisini göremediği için istediği her yeri gezdiğini söyledi. İnsanoğlu Vovo’ nun çok ilgisini çekiyordu. En çok da birlikte kalabalık bir şekilde yaşamalarına hayrandı. Doğası gereği gördüğü ve duyduğu hiçbir şeyi unutmuyor olması şimdi çok işlerine yaramıştı. Kızlarla konuşurken bu yüzden iletişim sorunu yaşamıyordu. Vovo dünyalılardan öğrendiği gibi dostça Damla’ nın elini sıkıp, MARS’a hoş geldin dedi. Gördükleri ve yaşadıklarından sonra artık hiçbir şeye şaşırmayacağını sanan Damla, Marsta olduğunu öğrenince nerdeyse düşüp bayılacak gibi olduğunda, Marslı arkadaşı düşmeden onu tuttu. Artık hava kızarıyor deyip Ezgi ve Damla ile birlikte evlerinin yolunu tuttular. Damla etrafı inceliyor, gördüğü her şeyi çığlıklarla Ezgi’ye gösteriyordu. Ezgi gülümseyip, zaten uzun zamandır burada olduğunu ve her şeyi gördüğünü söylediğinde; ‘Nasıl yani? Daha dün akşam ikimizde evimizdeydik. Nasıl uzun zamandır burada olabilirsin?’ diye sordu. Vovo O’na dünyada geçen üç saatin, burada bir güne eşit olduğunu söylediğindeyse gülümseyip, tamam artık hiç bir şeye şaşırmayacağım dedi.
Yürüdükleri yolun sonunda, kendi evlerinden çok farklı bir yapıyla karşılaştı. Futbol stadı büyüklüğünde bir kraterin ortasında, buzulları hatırlatan tuz kayalarının üstündeydi evleri. Vovo Damla’yı ailesiyle tanıştırdı. Onlar da Vovo’ ya çok benziyordu. Alınlarında parlayan ışık kalplerini aydınlatıyordu sanki. Vovo farklı iki dünya canlısına tercümanlık yaptığından dolayı anlaşmakta da zorlanmadılar. O gece mavi ay doğana kadar sohbet ettiler, uyumadılar. Bir ara Vovo mahcup bir şekilde: ‘Beni affedin. Biz siz insanlar gibi çok kalabalık değiliz bu gezegende, topluluk halinde de yaşamıyoruz. Benim yaşımda da hiç çocuk olmadığından çok yalnızdım. Dünyaya gittiğimde hep sizi izliyordum. Bende sizinle olmak için sizi suya ben çektim.’ dedi.
Damla anlayışla gülümsedi: ‘Önemli değil biz de sayende Marsa yolculuk yaptık. Ama bir sorun var. Benim vücudumda, damarlarımın içinde bir hastalık var. Bunun adı kanser. Maalesef burada olduğumuz için ilaçlarımı alamayacağım. İnşallah durumum daha kötü olmadan evimize dönebiliriz.’ dedi. Marslı aile Damla’ ya anlayışı için kendi dillerinde teşekkür etseler de, hasta olduğunu duyduklarında çok üzüldüler, kırmızı yağmur yağıp girdabın kapısı tekrar açılana kadar bu küçük kızın daha da çok hastalanmasından korktular.
Ertesi gün mavi ay bir lamba gibi tepelerinde durduğunda Marsın ayrı bir güzelliğini daha gördüler. Her yerde çok geniş kraterler vardı ve her kraterin içinden gökkuşakları uzayın karanlığına doğru yükseliyordu. Vovo’ nun annesi; ‘Her mavi ay doğduğunda böyle olur, gökkuşakları gökyüzüne doğru yükselir.’ dedi. Damla aklından, keşke hasta olmasam, keşke ailem de burada olabilse, keşke ben de gökkuşağının üstüne binip dünyama gidebilsem diye geçirdi. Vovo’ nun annesi O’na yaklaşıp şefkatle sarıldı. Vovo, Damla’ ya alınlarındaki ışık sayesinde akıl okuyabildiklerini, annesinin onun düşünlerini okuduğunda çok üzüldüğünü söyledi.
Annesi Vovo’ya kızların anlayamadığı bir şeyler söylediğinde, Vovo gülümsedi: ‘Haydi kızlar toparlanın annemin size bir sürprizi var!’ dedi. Yüksek bir kayanın üzerine çıktılar. Vovo’ nun babası kulakları acıtan bir çığlık attığında, serin bir rüzgâr gelip hepsini kucakladı. Nasıl gittiler, ne kadar zamanda gittiler Damla hiç anlayamadı. Ezgi’ye baktığında onun rahatlığından, daha önce böyle bir yolculuk yaptığını anladı. Bir süre sonra kumları dağıta dağıta rüzgâr onları yere bıraktı. Tıpkı bir tavus kuşunun kanadı gibi renk renk farklı yönlere açılmış bir denizin yanındalardı. Vovo Damla’ya renk denizine girip, tüm renkler solana kadar orda kalmasını söyledi. ‘Kokma, her renk sana hayat katacak’ dedi. Damla büyülenmiş gibi girdi suya, bütün hücreleri sanki onunla konuşuyor gibiydi, zamansız bir anın içinde olduğunu hissetti. Bekledi bekledi ta ki, deniz tüm rengini kaybedene kadar. Elinden tutup sudan çıkardıklarında denize tekrar baktı, solan bütün renkler o sudan çıktığında geri gelmişti.’ Burası cennet suyu’ dedi Vovo’ nun babası. ‘Artık damarların temizlendi, bedenin iyileşti, hastalığın bu renklerin arasında eridi yok oldu’ dedi. Damla çok mutluydu.
Çok değişikti Mars, dünyaya benzemiyordu. Gece siyah değil kızıldı, yemek hiç yenmiyor, kristal nehirden içilen su hem açlığı, hem de susuzluğu gideriyordu. Çocuklar kraterlerin etrafında koşturuyor, tuz kayalarında dinleniyorlardı. Kızıl gece oluğundaysa ipe dizilmiş gibi duran güneş sistemini merakla, gökyüzünde asılıp kalmış çok uzaklardaki dünyayı hasretle seyrediyorlardı.
Çok yorgun geçirilen bir kızıl günün ardından uykuya çekildiler. Yatakları yoktu. Vovo’ nun babası onlara nasıl havada uçarmış gibi yatmayı öğretmişti. Çocuklar buna bayılıyordu, küçük bir sorunları oluyordu tabi ki, henüz doğru şekilde yere inmeyi öğrenememişlerdi. Vovo heyecan içinde yanlarına geldi:
-Uyanın, yağıyor, kırmızı yağmur yağıyor, dedi.
Gürültüyle uyanan iki kardeş kendilerini, yine yerde buldular. Hep birlikte şarkı söyleyerek, geri dönüş için hazırladılar iki kardeşi. Yola çıktıklarında Vovo’ nun ailesi de yanlarındaydı, kristal nehre kızıl yağmurda ıslanarak beraber gittiler. Sanki gezegen onlara veda eder gibiydi. Rüzgar onlara eşlik ediyor yıldızlar yollarını aydınlatıyordu. Gözyaşları içinde vedalaşıp ayrılırken, Vovo’ nun annesi çocuklara birer kolye armağan etti.
-Bizleri tekrar ziyaret etmek isterseniz, bu kolyeler kızıla döndüğünde aynı nehre atlayın. Girdap sizi buraya getirecektir.
Sevgiyle birbirlerine tekrar sarılıp, iki kardeş el ele tutuşarak suya atladılar.
Damla ve Ezgi kendilerine geldiklerinde çok üşüyorlardı. Nefes alıp vermekte zorlanıyor, sırt üstü yattıkları yerden mavi gökyüzünün aydınlığı gözlerini yakıyordu. Anne ve babaları yanlarındaydı, her ikisi de çocuklarına sıkı sıkı sarılmış mutluluktan ağlıyordu. Birçok insan heyecanla onları izliyor, nehre nasıl düştünüz çocuklar diye soru yağmuruna tutuyordu.
İlk iş olarak çocukları hastaneye götürdüler. Yapılan testlerden sonra çıkan sonuç ikisinin de çok sağlıklı olduğuydu. Öyle ki, bir mucize olmuş, Damla’ nın hastalığı hiç var olmamış gibi kaybolmuştu.
Her şeye rağmen çocuklar çok şaşkındı. Eve döndüklerinden beri birbirlerine, acaba rüyamı gördük diye soruyor, Vovo ve Mars seyahati gerçek miydi emin olamıyorlardı.
O sabah annelerinin mis kokulu yemeklerinin olduğu kahvaltı masasında sessiz, dalgın oturan çocuklar babalarının sesiyle kendilerine geldiler:
-Çocuklar nerdeyse unutuyordum. Sizi bulduklarında bu kolyeler boynunuzdaymış. Rahat nefes almanız için çıkarmışlar. Bu sabah getirip verdi komşular.
İki kardeşin gözlerinde kızıl bir ışık çaktı. Koşarak kolyelerini alıp boyunlarına taktılar. Damla Ezgi’ nin kulağına gülümseyerek fısıldadı:
-Önümüzdeki kızıl yağmurda Mars’a seyahate var mısın?
When Damla woke up that morning she felt that the air was not suited for the month of August at all. It was as if a giant umbrella had covered the face of the sun, as if the clouds had scattered tears of sorrow across the earth. The summer had departed quietly without saying goodbye, leaving it’s place to autumn as the wind swept angrily. She got up from her bed unwillingly and pulled her curtain open, her room that always illuminated with light seemed a captive of some dark shadow, filling her with a deep sense of unease. Had she got up too early today or was it still night time, she couldn’t make out. Looking at the clock on the wall she was surprised to see it was 09.30. How could this be? At this hour the sun should’ve already landed like a bird on her window. A deep silence had a hold over their house, although she had a mischievous, chatterbox of a sister two years younger than her. She should’ve already come to wake her up.
She sniffed around for the tasty scent of her mother’s breakfast that she prepared every morning but that too was nowhere to be found, the only thing that could be sensed was loneliness. She opened the door and called out for her mother, expecting an answer but heard nothing but silence. It was as if every corner of the house was surrounded by a strangeness. Her mother’s bedroom door was open, she leaned in to take a look, finding her in a deep sleep. She tiptoed across the hallway in order not to wake her up. Her dad had gone to work, she figured as his briefcase that always stood at the entrance was gone. She cracked open her sisters bedroom door with boredom and the bed was empty. This probably meant that she woke up earlier than her and went out to play with their dog Luci. She decided to go out into the garden to pass time until her mother woke up.
She searched around but her sister was not in the garden. Luci was standing perplexed in a corner as if she had been startled by something. She walked over to her, petted her on the head and felt that she was very uneasy without knowing why. She sat on a piece of rock and looked up at the sky, then gazing around her surroundings before screaming in fear:
-What is happening here?!
Ice was hanging off of apple trees in the garden, birds flying backwards and bits of hail were revolving around the leaves of flowers. She was so scared that she jumped on her feet to run towards the house. On her way in she saw her sister Ezgi’s toy bear in Luci’s mouth. How had it come here, her sister would never take it out of the house or give it to anyone, hugging it while she drifted off to sleep every night. She approached Luci and tried to take the toy but the dog won’t let it go. She sat down on the floor tired and drenched in sweat.
-Luci where is Ezgi? Why do you have her toy? Do you know where my sister is?
The dog as if to comprehend what was being said left the toy and walked towards the garden door. He stopped every few steps to look at Damla, asking her to follow along. While they were walking in line slowly after exiting the garden she thought, what a load of nonsense, this must be some kind of dream. When she came around by Luci’s barking she saw her running towards the river flowing in front of their house. “Oh no!” she yelped. Did her sister fall in the river? As the dog barked crazily by the side of the river, she was carefully looking in to find anything that belonged to her sister. All of a sudden, she lost her balance, it was as if a hand had pulled her into the river. When she fell, she tried very hard to swim back up. The more she tried, the deeper it pulled her. When she realized that a pitch black vortex was about to swallow her whole she closed her eyes as she had no strength left to resist the waves. She tried to force herself to take a peak. Scarlet waves were now pulling her in rather than the usual blue of water. She lost her consciousness. Her heart seemed as if it was about to crack. It was like a strong hand was squeezing her like wanting to break her bones. Her whole body was in pain, like her lungs were pushing out the oxygen outside from her nostrils. I must be dying, she thought. She wasn’t afraid, because she was even ready for death to end the pain she was going through.
When Damla regained consciousness, she felt her lungs burning as if she swallowed fire. Breathing in and out felt like her bones were being crushed. Although she was lying on sands, she was cold like she was trapped in a cube of ice. Although a scarlet brightness blinded her eyes, she couldn’t understand why she wasn’t seeing the blue of the sky. She pulled herself up and looked around. Where was this place? How did she get here? Where was her mum, dad and sister? When she realised she wasn’t struggling so hard to breathe anymore, she remembered that an invisible hand had pulled her to the river and how she swirled around a black hole. She hardly held on to a piece of rock and got up on her feet. When she had another look around she saw trees with roots outside and trunks under the earth, rivers that stood still as glass, and fishes sleeping by the riverbank. She looked at the sky, it was scarlet When the wind blew, green roses swirled rather than dust. I am seeing a dream she said to herself when she noticed purple clouds. She realised she wasn’t so cold anymore. This place seemed to be very beautiful, and as she was thinking could this be heaven she saw a deep blueness in the sky. She stumbled and rolled on the floor, “where am I?” she screamed at the top of her lungs, as the blueness above her head was PLANET EARTH.
She was surprised to see that just like where she came from, night time existed here, she was hungry and very thirsty. She walked by the river and reached her hands in the water. It was as if the drops were made of glass, shining brightly. She had a sip, it tasted good. As she guzzled the water she understood. Not only her thirst but her hunger was fulfilled. Just like her arrival here, the river was also full of miracles. Despite her fears, going through such a miracle had been good for her. She laid down on the side and tried to figure out what had happened until she fell asleep.
The next morning waking up to a scarlet day she heard a familiar sound. This was Ezgi, she was singing. When she called out for her and found her, she hugged her tightly, her tears were almost a cloud, the downpour wouldn’t stop. When she realised her sister was not alone, she stepped back in fear. Ezgi was with a being whose ears were small as a teaspoon, with massive eyes, and a ball of light shining in the middle of it’s forehead. Trying to hide her fear she approached it. Ezgi was very surprised to see her sister, screaming in joy. The two sisters told each other what had happened to them. Like her sister, Ezgi had also fallen in the river. Vovo, who had found her lying unconscious on the sands grabbed and carried her to his family. Vovo’s mother had tended to her and fed her with the rivers miraculous waters. Ezgi said; “Look sister, this is my friend Vovo, he found me and this place is the doorway between the two planets that opens at the bottom of the black vortex.” Damla approached Vovo in fear and talked as if to whisper “Hello, I’m Damla, Ezgi’s sister”
Although she couldn’t entirely do away with her fear, Damla understood there was no evil in Vovo’s loving eyes and hugged him, thanking him for looking after her sister.
Vovo said he went to earth through the black hole when the scarlet rain fell and that she wandered freely since people couldn’t see him. People were a subject of interest for Vovo. What he admired the most was how they managed to live as great masses. The fact that he never forgot the things he heard and saw was of great help so far. This was why he had no trouble talking to females. Vovo, mimicked what he saw in humans; he shook Damla’s hand and said, Welcome to MARS. When Damla, who thought she couldn’t get more surprised, discovered she was in Mars, she almost fainted. Her Martian friend grabbed her before she fell. They started walking back since the day was turning scarlet and it was late. Damla was looking around and showed everything she saw to Ezgi. Ezgi grinned and, and said she was here for a long time and knew all of the things she showed her; “How? Last night we were both at home. How could you have been here for a long time?” Vovo answered her saying three hours on earth corresponded to a day here.
At the end of the road they were walking, she came along a house much different than their house back on earth. Their house was in the middle of a crater the size of a football field and was on placed on top what resembled rocks of salt. Vovo introduced Damla to his family. They all looked like each other. The light that shone on their forehead seemed to enlighten their hearts. Vovo translated all the conversations back and forth so they talked easily. That night no one slept, they talked until the blue moon came along. Vovo said
“Please forgive me. Unlike humans, we don’t have a great population on this planet. I felt very lonely because there were no kids my age here. When I visited earth, I watched you two and one day I pulled you inside to enjoy your company.”
Damla smiled with reassurance: “It’s alright. We got to see Mars thanks to you. But there is a problem. I have a disease. It’s called cancer. Since we came here, I couldn’t take my medicine. I hope we can get back home before I get worse.” The martian family thanked Damla for her understanding in their own language but were devastated to hear the bad news. They hoped the gate would open before the little girl went ill.
The day after the blue moon was high above, making the surface of Mars shine. There were huge craters everywhere and from inside each of them were rainbows accelerating towards the dark space. Vovo’s mother said, “on each blue moon, rainbows reach the dark sky.” Damla thought to herself, ‘I wish I wasn’t sick, I wish my family was here and I wish I could ride through the rainbow and reach home. Vovo’s mother embraced her with kindness. She explained they could read minds using the power of the light on their foreheads and that she was sorry to read her thoughts.
She said something in their language to Vovo and smiled. “Come on girls, my mother has a surprise for you!” They climbed on top of a rock. Vovo’s father screamed so high that their ears were almost hurt and then a chill breeze surrounded them. How long it took, or how and when, Damla couldn’t understand. She looked at Ezgi and understood right away that this wasn’T a first for her. A while later, the breeze left them on the ground, scattering the dust on the ground. They were near the sea, which looked like peacock wings wide open and colorful. Vovo said Damla should get in the sea of color and remain inside until all the colors vanish. “Don’t be afraid each color will tie you back to life.” Damla stepped in the water, mesmerized. It was as if all her cells were speaking to her. She felt like she was in a timeless moment. She waited and waited till the sea lost all color. When she escorted her out of the water, she looked back at the sea, all the colors that faded when she was inside were now back again. This is the water of heaven, said Vovo’s father. “Now your veins are clean, your body is healed, your illness dissolved into the color of the sea.” Damla was very happy.
Mars was much different than world. At night it wasnt black but scarlet, no food was eaten, the water which people drank from the crystal river took care of both hunger and thirst. Children wander around craters and hid behind rocks of salt. And when it was scarlet night, they were busy watching the solar system and planet earth in amazement, hanging in the sky far away. After a very long scarlet night they went to sleep. They didn’t have beds. Vovo’s father taught the girls how to sleep in the air, like they were floating. They loved this. But there was a problem, they still haven’t learned how to stop floating and get back on their feet. Vovo came along in excitement:
He said, “Wake up!! It’s the scarlet rain.”
Two sisters waking up to this sound, found themselves on the ground. Accompanied by ballads, they readied the girls for their trip back on earth. Vovo’s family was with them on the way back. They walked to the crystal river, passing through the pouring scarlet rain. It was like the planet was trying to say farewell to them. The wind was accompanying them and the stars shone on their path. Vovo’s mother offered the girls necklaces as they said goodbyes in tears.
“If you want to visit us, jump in the river when these necklaces turn red. The tide will bring you here.”
Two sisters hugged each other, held hands and jumped in the water.
Damla and Ezgi were trembling when they woke. They had trouble breathing and the bright blue sky above them hurt their eyes. Their parents were near them; they were crying in happiness while hugging them tightly. Many people were watching in excitement and kept asking how they fell into the river.
First things first they took the kids to the hospital. These tests showed they were both healthy. A miracle happened and Damla’s cancer was gone.
The kids were confused. They kept asking each other if all this was a dream and they couldn’t be sure if Vovo and the trip to Mars was real.
That morning their mother fixed them breakfast and as they were sitting, thinking, they woke up to the sound of their father.
“Kids I almost forgot, you were wearing these necklaces when they found you. They took it off so you could breathe easily. Neighbours gave it back to me this morning.
A spark licked the pupils of both girls. They ran and wore the necklace in a hurry. Damla whispered to Ezgi, with a smile,
“Are you up for a trip to Mars in the next scarlet rain?
Translated by Ege Dündar and Irmak Ertaş