Bir… İki… Üç…
Saymak rahatlatmıyordu. Ama geciktiriyordu. Saydıkça on, yüz, bin olacaktı, ve bir noktada paydos zili çalacaktı. Tam karşımdaki, durmadan gözümü alan parlak ışığa bir küfür salladım ama sabahtan beri ustabaşının asansörde söyledikleri aklımdaydı ve ışıkla dikkatimi dağıtamazdım. “Bugün iki ton çıkartana, akşama içebileceği kadar bira!”
“İçebileceği kadar mı?”
“İçebileceği kadar!”
Acaba paydosa ne kadar kalmıştı? Acaba kaç kilo kömür çıkartmıştım? Az kalmış olmalıydı, ikisine de… Kazmayı bütün gücümle taşa vurdum. Kollarım ağrıyor ve midem bulanıyordu, nefes nefese kalmıştım, ama şu sıcak, pislik ve ter içindeki adamcağıza hayali bir bira bardağı ve tepesindeki dolgun, kenarlardan davetkar bir bulut gibi akan köpüğü o kazmayı bir kere daha vurmak için sebep veriyordu.
Bir… İki… Üç…
Kazmanın ucundan kurşun gibi fırlayan kayalar, ellerini önünde birleştirmiş, gözleri kapalı yatan adamın kaskından sekti. Derin bir of çekti. “Yavaş be!” Cevap vermeden kazmaya devam ettim. Dikkatimi dağıtamayacak kadar yakındım ödüle. Buna emindim. Adam burnunu çekip bana döndü. Işık, sarı kaskından gözüme yansıyordu:
“Napıyosun sen? Yoksa…” Gülmeye başladı. Benimle alay edip sinirimi bozmak için mi gülmüştü, yoksa gerçekten içinden mi gelmişti? Kim bilir… “Akşama istediğin kadar bira içeceksin değil mi?”
Madenin ilerisine doğru bağırdı:
“Beyler, duydunuz mu, İ. ustabaşı için iki ton kömür çıkartacakmış. Akşama bira içmek için.”
Karanlığın içinden bir iki kişinin gülüşü duyuldu. Kazma sesleri durmamıştı.
“Bak, sana bir şey söyleyeceğim, ve bunu daha ilk günki vardiyanın ortasında öğrendiğin için bana teşekkür edeceksin: Çıkışta ustabaşı da sen de paşa paşa evinize gideceksiniz. Bira falan yok.”
“Hayır” dedim, içimden “vardiyanın ortası mı?” diye düşünerek. “Söz verdi”
“Yani?” Üzerindeki tozu silkip ayağa kalktı, ellerini yakasına atıp kaşlarını kaldırarak tanımadığım birisinin taklidini yapmaya başladı: “İ, sana söz veriyorum eğer benim için de iki ton çıkartırsan çıkışta seni uçağımla Batı’ya götüreceğim ve Marilyn, sen, ben ve Gilda teknemde grup yapacağız. Kennedy de bizi filme çekecek.”
Taklidi bitince tekrar güldü. “Oldu mu? Benim için de çıkartacak mısın?”
Hayır. diye düşündüm. Kendi tembellik yapıyor ve sen çok çalışarak onu kötü gösteriyorsun. Sakın onu dinleme.
Vurmaya devam ettim.
Bir… İki… Üç…
Adam umursamazca bir “eh” çekip geri yattı. “Kendin bilirsin. Uyarmadı deme.” Oturup, sırtını karanlık duvara yaslarken hala kendi kendine konuşuyordu:
“Üstelik çıkışta birayı ne yapacaksın ki? Zaten yorgunluktan bir şey yapacak halin kalmayacak. Şimdi vereceğim deseydi, ve siz iki ton çıkartana kadar burada kalacaksınız, bunu düşünmeden kabul ederdim işte! Tek bir bardağa bile razıyım! Bir taverna dolusu hayali bira yerine elimle kavradığım, boğazımdan aşağı dikebileceğim tek bir bardak bira! Bu iyi bir anlaşma olurdu işte!”
Gözüme giren, tenimi terleten, karşımdaki simsiyah kayayı olduğundan daha da karanlık gösteren ışık adama en ufak rahatsızlık vermiyordu ki kaskını eğer eğmez horlamaya başladı. Benimse yapacak bir görevim vardı:
Bir… İki… Üç…
Tam bu sırada arkamdan bir ses duydum. Yaşlı B. geçiyordu. Bu işi bana o ayarlamıştı, hatta sabah kendimi daha rahat hissetmem için asansöre kadar gelip beni kapıdan almış, ustabaşı biralardan ve kömürden bahsederken, o da bana işimi kolaylaştıracak bir şeyler anlatmıştı. Yani, kolaylaştıracağını düşündüğü şeyler. İyi niyetli bir adamcağızdı, içtenlikle bana yardım etmek istiyordu, ama işin doğrusu her gün büyüyen madende derinlere indikçe neyle karşılaşacağımızı hiç kimse tam olarak bilemezdi ve bana verdiği tavsiyeler en fazla dün işime yarayacak tavsiyelerdi.
“B? Nereye?”
Belini tutarak, acı içindeki bir suratla, tükürür gibi cevap verdi:
“Vardiyam… Bitti… Çıkıyorum.”
“Tamam, kolay gelsin.”
Tam gidiyordu ki, dönüp bir kere daha bana baktı.
“İyi iş çıkartıyorsun. Seni getirdiğim iyi oldu…”
Burada beni tanıyan tek kişi olan B., geldiğimiz taraftan karanlığın içine yürüdü ve artık ben, her yerden kazma sesleri, kahkahalar, bağırış çağırışlar ve motor gürültüleri ve bir maden dolusu madenci arasında yapayalnızdım. Şu lanet paydos gelse de gitsem…
Bir… İki… Üç…
Işık hala gözüme vuruyordu. Bir küfür savurup alnımdaki teri temizledim ve bütün gücümle duvara vurmaya devam ettim. Yanımdaki horladıkça sözleri aklımda dönüyordu. Yerdeki parıl parıl parıldayan taşlara baktım. Hepsini ben çıkartmıştım, ve her birinde bir ter damlam, bir nefesim, sırtımda ve dirseğimde hissettiğim bir acım vardı. Şimdi bu parlak ışık altında ne kadar zavallı, ne kadar yetersiz görünüyorlardı! Ve karşımdaki duvar, ne kadar karanlık, ne kadar derin ve sonsuzdu! Zaman gittikçe daha hızlı geçiyordu, ve ben hiç bir zaman başarıp başaramadığıma emin olamayacaktım, tam olarak değil… Ya sadece bir kiloyla, yahut beş dakikayla ödülü kaçırırsam? Bütün gün bu adam gibi yatıp dinlenecekken ve şarkı söyleyip diğerleriyle gülecekken kazma sallamış olursam? Evet, tembel herif muhtemelen haklıydı. Üstelik ustabaşının dürüst bir adam olduğu ne malumdu? Ya bu çömezlere yapılan acımasız bir şakaysa, veya düpedüz ben işin aslını öğrenene kadar sıkı çalışayım diye söylenen adi bir yalansa?
Bir… İki… Üç…
Işığın altındaki ter, duvar ve kömür. Ne yapmam gerektiği ortayadı. Kaskımı düzelttim, kabloları takip ederek ışığa ulaştım, ve tek bir vuruşta onu patlattım. Artık her yer karanlıktı. El yordamıyla ve horlayan adamın sesiyle aşağı yukarı yerimi geri buldum, ve artık paydosa kadar içi dikkat dağıtıcı düşüncelere kapılmayacak zihnimi tek bir şeye odaklayıp vurmaya devam ettim:
Bir… İki… Üç…