Saydım, tam yirmisekizbinbeşyüzaltmışbeş gün yaşamışım. Bu binlerce günün uzaktaki bir kısmında sokağa adım atmış, Ermeni manavdan meyve sebze almış, Rum bakkaldan alışveriş yapmışım. Ben, mösyöler ve madamlar arasında çocuk olmuş, kapı önünde ip atlamış, sokağın başındaki bozacıdan boza içmiş, en karanlık gecelerin bile tenhalarından korkmamışım. Bu binlerce günün yakındaki en çoğunda evimi mahzen yapıp dışarının barut, küf, kirli karanfil, lağım, midye aromalı yeni kokusundan kaçmışım ben.
***
Yaslandığı duvarın dibinden perdeyi aralayıp sicim gibi ince ve eğri sokağa göz ucuyla baktı. Yokuş, üzerinden kaç yüz gün geçerse geçsin, bir başka gözüküyordu. Boşlukları bile tehlike, boşlukları bile keyif doluydu. Yaşam ve ölüm arasına sıkışık sokağın üstünde gün boyu çeşitli kimseler oturur, güler, ağlar ve haykırırdı. Henüz bıyığı çıkmamış toy delikanlılar, gündüzleri sokak ortasında köpekleri dalaştırır, geceleri orta yeri kendileri alır, biri diğerinin suratına tükürür; diğeri birine bıçak çekerdi. Geceleri saat on iki olduğunda kadın gibi giyinmiş adamlar yahut adam gibi konuşan kadınlar, apartmanın önünde görünmez turlar atardı. Görünmez turları gören bıyıklı adamlar peşlerine gizliden takılır, camdan bakınca görünmeyen karanlıklara süzülürlerdi. Yaşlı kadın yıllardır tüm bunları kırık camından sadece duyardı: Kadınların ve adamların çığlıkları ve kahkahaları birbirine karışırdı. Bu kahkahalar bazı neşeli, bazı ürkek olurdu. Bunlar olurken yaşlı kadının camı kırık… içeriye kan kokusu, küfür, polis sireni dolardı. Bunlar olurken kimse gelip de cam kırığı arasından içeri bakmazdı. Tan ağarmadan koca koca çuvallarla soygundan gelen adamlar, içeride saklı altınları, bilezikleri, aile yadigârı mücevherleri, daha da kırılası çatlak camları hiç mi düşünmezlerdi? Balık ağı çoraplı sarışın kadınlar içeride bıyıklı adam var mı diye hiç mi merak etmezlerdi?
Doğrusu kilit vurulmamış kapılar, parmaklığı olmayan pencereler insanda merak yahut heves uyandırmazdı. Hırsızlar yalnız cam önleri parmaklıklarla örülü evlere sızar, polisler büyük kilitli kapıları kırıp evlere dalardı. Mahallenin çocukları yalnız perdesi kapalı evlerden deliler, yaşlılar ve perili köşklerle ilgili dinlemesi güzel, dinlemesi bunaltıcı efsaneler türetirdi. Yaşlı kadın, bu efsanelerin hiçbirine konu olamadığını dışarının umursamaz bakışlarından, bazense hiç bakmayışlarından anlardı. Ucuna oturduğu koltuktan üç, dört veya beş çerçevenin olduğu küflü duvara gözlerini sabitledi. Sanki duvardan bağımsız bir şeyler eski kokuyor, yaşlı kadının gözlerini kavuruyor, göz pınarlarını ıslatıyordu. “Gittiler işte!” diye bağırdı, “Gelmeyecekler geri!” Önce yan komşusu Despina gitti, Rum manav ve Yahudi aile gitti ve ardından birkaç Türk aile geldi, sonra onlar da gitti ve geri gelmediler. Kimi öldü ve geride kalan eşyaları kocaman yangınlarda kül oldu, tuzla buz edildi; kimi burayı bırakmayı aslında hiç istemedi ama hepsi eninde sonunda bohçalarını alıp gitti. Kimi hastalandı, öldü ve evleri hiç kimselere kaldı. Yaşlı kadının kocası önce biraz öksürdü, sonra burnundan kanlar geldi ve öldü, bir daha da dirilmedi. Saydı, onsuz geçen günlerinin sayısı binlerden türemişti. Evlere yeni insanlar geldi ama komşu değillerdi, kimse kapısını çalmadı yahut selam vermedi ona. Yeni komşuları eski evleri yıktı ve yenilerini yaptı, köşebaşlarında fısıldaştı, sokak ortalarında çığlık çığlığa… saç saça… Yeni komşular çocuklarını kıyafetsiz bıraktı ve kendileri de giyinmedi. Yeni komşuları onun bahçesinden onun odunlarını çaldı ve odunlarla çığlık çığlığa… saç saça… Yeni komşuları güldü, gündüzler ve geceler boyu güldü. Yaşlı kadın hiçbir eğlenceye çağırılmadı ama baba yadigârı evini de hiç bırakmadı. “Buradayım!” diye bağırdı bu kez kalbinin orta yerindeki ağırlıkla, “Yirmisekizbinbeşyüzaltmışbeş gündür buradayım!”
Saydı, on binlerce günün ardından az bir zamanı kalmıştı. Öleceği günün yakın olduğunu, ölümün onu salondaki koltukların birinde yakalayıp yavaşça nefesini keseceğini biliyordu. Yaşlı kadının suratına sinekler konacak, bir yerlerde saklandığına emin olduğu fareler kulaklarını kemirecekti. Sineklerin vızırtıları sarhoş naraları arasında yitip gidecek, sarhoşların şarapla tütsülenmiş kusmuk kokuları onun cesedinden beter kokacaktı. Annesinden kalma koltukları, üzerinde bir ölüyle çürüyecek, delik deşik olacaktı. O hareketsiz yatarken günler geçecek, ancak haftalar veya aylar sonra birileri içeride -ölü- bir kadının yaşadığını anlayacaktı. Kesik kesik düşünceler kafasının içinden alnına doğru sesleniyor; yaşlı kadın küçük saniyelerde büyük kararlar veriyor, büyük saatler boyu bir şey düşünmüyor ya da düşündüklerini unutuyordu. Dışarı çıkacak olsa girilmedik delik bırakmayıp eski komşularının izlerini didik didik edecek, hatıralarını yakalayacaktı. Burayı terk edenlere sitem edecek, burada ölenlere bilmediği duaları okuyacaktı. Dışarı çıkacak olsa bir “Buradayım!”ı da sokağın ortasında patlatacak, yirmi yıllık yeni komşularıyla tanışıp onlara sarılacaktı. Yaşlı kadın Ermeni olmayan manavdan elma alacak, Rum olmayan bakkala para bozduracaktı. Kesik bir düşünce başka bir kesik düşüncesinin ucundan tuttu ve küçük bir saniyede büyük bir karar verdi: Yaşlı kadın çok çok yıllar sonra nihayet dışarı çıkacaktı.
Evler vardı, sürüyle bitişik evler… ve renk renk… kiremitli evler, kaz yeşili evler, mavi kapılı evler, taş duvarlı evler… Saydı, kendi evi gibi ahşap evlerin sayısı… sıfırdı. Yaşlı kadın eğri sırtını duvara yasladı; elleri ceplerinde yokuş aşağı yürümek, şımarık caddeye karışıp mahallenin is kokusunu üzerlerinden silkelemek için evlerinden çıkan adamlara baktı. Kimi uzun, kimi kısa, kimi bıyıklı, kimi sakallı, kimi siyah, kimi esmer ama hepsi iştahsız bakışlarla çalışmaya yahut aylaklığa gidiyordu. Kapı önlerinde sayısız kadın vardı. Giydikleri basmaların kırmızısı, pembesi, mavisi esmer tenlerini daha da ortaya çıkarmıştı. Bakışlarında her an bir kavgaya hazır oluş ve sivri tırnaklar vardı. Kadınların kucaklarındaki çocuklar madamlar ve mösyölerden uzakta çocuk oluyordu. Asfalt, bu çocukların çıplak ayaklarını simsiyah yalıyor, taşlar onları hasta ediyordu. Burunları çenelerine kadar akmıştı ve dilleri ağızlarının kenarına uzanmıştı. Karşıdaki kahvede, demlenen çayın altında aylaklık ve işsizlik kaynıyordu. Yaşlı kadın çocukların adlarının çığlık çığlık yankılanmasından bilirdi ki kadınlar, bu adamlardan çocuklarını sakınırdı. Kahvenin içine bakarken sarı bir kedi ona yanaşıp fısıldadı:
“Bu çocuklar o adamların babaları!”
Yaşlı kadın, çok çok yıldır değişmeyen sokağın kedilerine baktı. Bu sokaktaki kediler miskin, şişman; zayıf, korkak; cevval ve dişliydi. Bazı kedilerin gözleri kırmızı, kuyrukları kesik, bacakları kopuktu. Bazı kedilerse çöpler içinde, bina enkazlarında ve duvar diplerinde öylesine mutluydu. Öteki taraftan bakmaya alışık olduğu duvarların üzerinde birkaç küfür, sayı ve slogan yazılıydı. Bunları kimin yaptığını düşündü, kimin başkasının duvarına yazı yazabileceğini ve bunu yapanların neden bir defa olsun onun duvarına dadanmadığını düşündü. Apartmanın önündeki gençlere baktı, baktı ve yıllarca içine içine konuşan, kendi hariç kimseye, hiçbir canlıya söz söylememiş kadın, konuştu:
“Kim yazar?”
Gençler, daha önce hiç görmedikleri bu uzun beyaz saçlı kadının sorusuna boş gözlerle bakarken aralarından biri:
“Valla duvardakileri diyorsan biz yapmadık teyze! Kesin yan sokakta oturan serseriler yapmıştır! Yoksa bizden çıkmaz böyle şeyler!” dedi. Gençlerin kahkahaları, yaşlı kadının suratına iğne gibi batıp canını yaktı fakat yaşlı kadın bir yandan ağır ağır yürümeye, bir yandan da mırıldanmaya devam etti: “Kim yazar?.. Kim yazar?..”
Yaşlı kadın sokağın ortasında dikilmiş yaşamı izlerken gündüz, gece oldu. Gündüz renkleriyle bezeli bu dünyanın insanın yüreğine nasıl olup da böyle gece karanlıklı korkular salabildiğini düşündü. Gece olunca oturduğu kaldırımın ucundan şen kahkahalar duydu. Bu şen kahkahalar ölmekle yaşamak arasında bir seçim yapamamış, belki de yapmak istememiş, kadınlarındı. Bu kadınlar başlarına sarı peruklar takar, uzun paltolarla yerin altına açılan kapılardan içeri girerlerdi. Uzun paltolar yer altında kim bilir kaç kez çıkarılır ve kim bilir kaç kez giyilmezdi. Kapının arasından sızan kırmızı ışık, kim bilir daha ne kadar kan rengindeydi. Yolun ortasında dikilen kadın kılığındaki adamlar da belli ki aynı şeyi merak ediyor, kapı önünden içeriyi biraz bilir, biraz da merak eder gözlerle süzüyordu. Yaşlı kadının ayak tabanları yanıyor, tutmayan beli suratını yere doğru çekiyor, kesik kesik düşünceleri bir daha eve dönmemesini söylüyordu. Bu sırada, gündüzleri sokak dalaşındaki gençler, geceleyin bir kuytuya sinip kursaklarından bir şeyler geçirip gülüyor, bir şeyler geçirip gizleniyordu. Yaşlı kadının ardından yükselen sesler:
“Teyze ne işin var senin bu saatte sokakta?”
“Evine gidip uyusana!”
“Bu hanım teyzenin ekmeğimizde gözü var besbelli!” diye yankılanıyordu.
Midyeci çocukları aştı ve berberlik yapan kel adamları… Siyah kadınlar vardı ve urgan ipi saçları bir tuhaftı. Yaşlı kadın kapıları gördü; kilitli, çaputlu, taş, tahta, paslı demir kapıları. Kapı önlerindeki kulak ardı çiçekli kadınlara ve dudak araları sigaralı adamlara gözükmeden topalladı. Yaşlı kadının zihninde birkaç cambaz, ip üstünde ayaktaydı o anda. Saatler oldu ve yaşlı kadın kırık camlı evini buldu. Bunca yıldır dışarıdan bir kez olsun görmediği kapısını dışından tanımaya çalıştı. Kapının kolundan tuttu ve hiç tutulmayışının soğuğundan tanıdı onu. İçeri girdi, kapıyı kapatmadı. Gitti, yıllardır kırık olan camını da açtı. Yaşlı kadın gördüklerini düşündü, nasıl eskisi gibi olmadıklarını ve bir an burada büyümediği fikri aklına düştü, küflü duvarından korktu ve adını bilmediği komşularını çok sevdiğini anladı, gidenlere yine kızdı ve karar verdi; yeni gelenleri evlerine yemeğe çağıracak, hırsızların gümüş takımlarını çalmasına göz yumacaktı. Koltuğa uzandı. Gözlerini yummayacaktı.
O gecenin sabahında birkaç sinek göz kapaklarında, çocuklar açık camının önünde; ertesi gece erkek sesli kadınlar meydanda, fareler kulağında… Daha ertesi gece saat on iki olduğunda kadın gibi giyinmiş adamlar yahut adam gibi konuşan kadınlar, daha ertesi gece kediler, kursaklarından bir şeyler geçen gençler…
I counted. I’ve been alive exactly twothousandfivehundredandsixtyfive days. During the earlier
part of of these thousands of days I had stepped out on this street, bought some vegetables
from an Armanian greengrocer, shopped from a cornershop owned by a Greek. I’ve been a
child amongst monsieurs and madams, jumped rope in front of the door, drank boza* from the
bozacı on the corner, and haven’t been afraid of the darkest corners of the darkest nights. And
on the majority of the days not so long ago out of the thousands, I escaped the rotten, moldy,
dirty clove, sewer, mussels flavored, gunpowder smelling days inside my home.
She moved forward from the wall she leaned on, parted the curtains and gazed towards the thin
and twisted road with the corner of her eye. The uphill, no matter how much time passes, looked
different each time. Even the gaps on the hill were filled with joy, filled with danger. On the road
caught in between life and death, sat various types of people; they laughed, cried and gasped.
Naive young lads with a hint of a new coming beard, made dogs fight each other in the middle
of the road at mornings, then they took their place at night; one would spit on the others face
and the other would pull a knife towards the other. When the clock hit midnight, men dressed as
women or women who speak like men would walk in front of the building with invisible steps.
Men with moustache would secretly follow their invisible steps and drifted into dark alleys which
couldn’t be seen from the apartment window. The old women only heard these for many years,
through the broken window in her apartment: screams and laughter of men and women would
tangle into one another. Some of these laughter sounded joyful and some were timorous.
Through all of these, the old women’s window was broken… smell of blood, heartfelt cursing
and police sirens filled the house. No one cared looking through the broken window. At dusk,
men who carried huge sacks full of stolen items walked past the road. Didn’t they ever think
about the hidden gold coins, bracelets, family heirlooms and many more glasses waiting to be
broken? Weren’t women who wore fishnet stockings ever curious if there were any men with
moustache in there?
To be honest, unlocked doors and windows without rails wouldn’t provoke or excite people.
Burglars only sneaked into houses with railed windows, police would break into exalted doors
with multiple locks. Neighbourhood kids would only tell stories about mad people, old people
and haunted mansions which are exhausting to listen, great to listen stories inside homes with
closed curtains. The old women knew she never had a part in these stories from the uninterested ways people looked towards the window or how they didn’t even care to look. From the edge of the armchair she was sitting on, she fixed her eyes on the molded wall decorated with four or five frames. Something apart from the wall smelt old. It disturbed her eyes and made them go teary.“They are gone now!” she yelled, “They are not coming back!” First her next door neighbour Despina left, then the Armenian greengrocer then the Jewish family. Then a couple of Turkish families came along, then they left too and never came back. Some of them died and their belongings were burnt in giant fires, gone forever. Some of them never wanted to leave, but they had no chance. Some of them got ill and died leaving their house to no one. The
old woman’s husband coughed a little at first, then blood came rushing out of his nose and died, he never came back either. New people moved into their houses but they weren’t neighbours, none of them knocked on her door once or said hello. Her new neighbours knocked down the old houses and built new ones, they talked in whispers round the corners of the street, yelled in the middle of the street… fought too… the new neighbours left their kids undressed and they didn’t wear anything either. Her new neighbours stole her firewood and yelled… fought too…
The new neighbours laughed, laughed the days and nights away. The old woman was never
invited but she never leaved her heir loomed house. She screamed, “I am here!” with a weight in
the midst of her heart, “I’ve been here for twentyeightthousandfivehundredandsixtyfive days!”
She counted, after tens and thousands of days, she had a short amount of time left.
She counted, after tens and thousands of days, she had a short amount of time left. She knew
that death was closeby and had been planning to grab her as she sat on a couch in the living
room and and kill her slowly. Flies would land on the old woman’s face, and rats would chew on
her ears. The buzzing sound of the flies would diminish into the sounds of drunken people
walking past the window. The odour they carry; of vomit combined with a hint of wine would smell
more disgusting than her corpse. The couch which passed on to her from her mother, would
deform with a dead body on it and eventually decay. As she lay there stiff and stable, days and
weeks even maybe months will pass for someone to realize a dead person is lying there.
Broken sentences and thoughts rushed from her brain to her forehead; the old women made big
decisions in milliseconds and spent hours thinking absolutely nothing or spent this time
forgetting what she thought of. If she were to get out of the house; she planned to follow her old
neighbours and leave no trace behind. She would expostulate to them leaving her and she
would pray for those who died here although she doesn’t know any prayers. If she were to get
out of the house she would scream “I am here!” once more, in the middle of the street and then
greet the new neighbours, give them hugs. The old woman would buy apples from a
greengrocer who is not Armanian and would ask the cornershop owner who is not Greek for
some change. A broken thought, met another one and in a millisecond she made a greatly
important decision: The old women decided to finally step outside after many many years.
There were houses, many of them side by side… and in every color… brick houses, green
painted houses, houses with blue doors, stone houses… She counted the wooden houses, just
like hers… There was none. She leaned her crooked back against the wall; she watched all the
men who stepped out of their homes and joined in coy streets to shake the smoky odor off of
them, walking downhill with hands resting in their pockets. Some of them were short, some tall,
some of them had a moustache, some had a beard, some were black, some were brunettes but
they all walked towards their office or just for a fun stroll. Doorsteps were covered with women.
The printed skirts they wore were red, pink, blue and it made their dark skin pop out even more.
Their eyes looked like they were ready for an instant fight and as if they had sharp nails. The
kids on their laps were busy being kids far away from monsieurs and madams. The asphalt
licked these kids naked feet to black, and made them sick. Their noses drifted down to their
chins and their tongues reached the edge of their mouth. The teapot on the stove boiled with
unemployment and idleness at the neighbourhood coffee house right across the street. From
the way their names echoed in the street, the old women knew that all the women standing in
front of the doors tried protecting their kids from the men. As she was looking inside the
coffeehouse, an orange tabby whistled: “These kids are fathers to the men in there!”
The old woman looked at the cats on this street which haven’t changed a lot for many many
years. This street hosted very sluggish, fat; weak, fearfull; brave and vicious cats. Some cats
had red pupils, tails cut or had a missing leg. And some cats were extremely pleasant inside
garbage containers and wrecked buildings. On the walls -which she used to see from the other
side- were some writings, numbers and swear words. She wondered who wrote them and why
these people never wrote anything on her wall. She looked at the kids in front of the apartment,
she looked and the women who talked to no one no living thing except herself for years, spoke:
“Who wrote these?”
As the kids looked blankly at this old lady with long white hair, one of them answered:
“If you are talking about the writings on the wall, we didn’t do anything. It must have been the
rascals down the street. We would never do this!”
The laughter of the kids fastened upon the old ladies face like needles but she kept on walking
slowly and mumbled: “Who wrote them?.. Who wrote?..” As the old women stood in the middle
of the street and watched how life went by, day became night.
She wondered, how the world covered in different colors during the day made dark fears appear
in one’s heart at night. She heard joyful laughter as she sat on the sidewalk at night. These
laughters belonged to women who never had to or pleased to choose between living and dying.
These women wore blonde haired wigs and walked underground with long raincoats. Who knew
how frequently they took the coat off and never wore it again. Who knew how much the red light
showing from under the door resembled true blood. The men who stood in the middle of the
street, whom looked like women, were obviously wondering about this light too; they gazed
towards the door with curious eyes. The old woman’s feet felt like it was on fire; her back pulled
her down the ground and her thoughts told her to never return to her house. In the meantime,
kids who were busy fighting in the morning, sat in a corner at night, ate some food and
laughed.They saw the old lady walking and started yelling:
“Auntie, why are you outside this late?”
“Go home and sleep!”
“This old lady has eyes on our food, I can see!”
She walked past the kids who sold mussels and bald barbers…
There were black women and their hair seemed weird. The old women saw the doors; with
locks, of wood, of rocks, of iron. Women who had flowers clinged back their ears and men with
cigarettes stuck between their lips stood on the doorsteps… She passed them too, without
being noticed. In her mind she was no different then a juggler walking the highline. Hours
passed and the old woman found her house with a broken window. She tried to recognize it’s
door from the outside; she never saw it from this side before. She held the handle and
recognized it from the striking cold it carried of being “untouched” for a long time.
She stepped inside, left the door open. She continued and opened the broken window too. She
thought about the things she saw; she thought about how they seemed different than before and
she had a feeling she didn’t grow up here.She got afraid of the mouldy walls and realized she
loved her neighbours whom she never met. She got mad at the ones who left and decided to
invite the newcomers for dinner and to let the burglars steal her silver jewellery. She laid on the
couch. She wasn’t going to close her eyes.
That night’s morning, some flies on her eyelids, kids in front of the open window; the night after
women who sound like men outside at the square, mice on her ears… The day after that as the clock struck twelve, men dressed like women or women who talked like men, and the nigh after that night, cats and street kids eating something…
*Boza: Turkish Boza is a sweet and tangy , fermented drink that is mainly based on
bulgur and yeast.
https://pen-centre.by/wp-content/uploads/2020/04/Achelya-Kyzgyn.pdf