Hali, vakti, durumu ve uygunluğu olanların evlerine tıkıldığı ve belli ki bir süre daha bu halin devam edeceği zamanlardan geçiyoruz. COVİD 19 salgını, başladığı yerde Çin’de gerilemeye devam etse de belli ki Türkiye dâhil olmak üzere özellikle Avrupa ve ABD’de bir süre daha can almaya, günlük hayatı felç etmeye devam edecek.

Becerebilenlerin kendilerini eve kapattıkları bu ‘karantina’ günlerinde ‘ev’in kendisi doğrudan bir özne haline geliyor haliyle. Belki böyle bir zamanda böyle bir hatırlatma kimilerince uygun bulunmayabilir ama evin kendisinin bir korku metaforuna döndüğü ya da iç/dış tehdidin evi kâbusa dönüştürdüğü filmler üzerine biraz kafa yoralım bu hafta.

Korku sineması, toplumsal travmaların yükseldiği dönemde buna ‘muhafazakâr’ bir tepki olarak yükselişe geçiyor genellikle. En azından Hollywood’a yönelik tespit bu yönde. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kadınların eve dönmeyi reddetmesi, üstüne 68’ dalgası, yükselen feminist hareketin yarattığı muhafazakâr korkunun sinemadaki izdüşümü bu türün yükselişine bağlanır ve “Rosemary’nin Bebeği” (Roman Polanski, 1968), “Şeytan” (William Friedkin, 1973) gibi filmler örnek olarak gösterilir. Ama bunun tam aksine 90’lı yıllardan itibaren İspanya’da yükselişe geçen türün asıl motivasyonu Franco diktatörlüğü dönemiyle hesaplaşmak üzerine kuruluydu.

Evin bir korku mekânına dönüşmesi söz konusu olunca çeşitli başlıklara ayırmak işimizi daha kolaylaştırabilir. Örneğin evin kendisinin korku unsuru olması. Gıcırdayan tahtalar, uğuldayan pencereler, ayak sesleri, çarpan pencereler, gölge oyunları vs. denilince akla gelen ilk filmlerden birisi Alejandro Amenábar’ın 2001 tarihli filmi “Diğerleri” olmalı. “Perili ev” temalı filmler değince yakın dönemin kült yapıtlarından “Paranormal Activity” (2007), “Garez” (2002), “Yetimhane” (2007), “Korku Seansı” (2013), “Kızıl Tepe” (2015), bir önceki yüzyıldan ise “Karanlık Sırlar” (2003), “The Innocents” (1961), Legend of Hell House” (1973) ve “The Haunting” (1963) sayılabilir bir çırpıda.

Evin korku mekânına dönüşmesi, yalnızca geçmişin izleri, laneti ya da anılarından kaynaklanmaz. Çoğu zaman bugüne dair korkuların yuvasıdır aynı zamanda sinemada ev. Ve genellikle korktuğumuz şey dışarıdan evin içine doğru gelir. Yakın dönemin popüler filmlerinden “Arınma Gecesi” (2013), bu tür ‘ev istilası’ filmlerine iyi bir örnek olarak düşünülebilir. 1964 tarihli “Lady in a Cage” ve üç yıl sonra çekilen “Wait Until Dark”tan bugüne birçok film bu tema üzerinden inşa etti hikayesini. Michael Haneke’nin 1997 tarihli “Funny Games” türe yepyeni bir boyut katarken, “Panik Odası” (2002) ahir zaman korkuları üzerine dairdi. Milenyum çağı filmleri “The Strangers” (2008), “Mezarına Tüküreceğim” (2012) ve “Korku Seansı”nın (2013) da iyi eleştiriler aldığını not düşelim.

Bu tür filmlerin “evinize kimi aldığınıza dikkat edin”, “yabancıları dışarıda tutun” ya da “hiçbir yer güvenli değildir” temaları üzerine inşa edildiğini ve özellikle de 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’de sayılarının giderek arttığını belirterek ‘ev’ korkularının başka bir biçimine geçelim: İçerideki tehlike!

Ev korkularının önemli ayaklarından birisi de tehlikenin aslında evin içinde olması, tehdidin güvenilir birisinden gelmesi, beklenmedik, ani ve sarsıcı olması hali… Kuşkusuz buna en büyük örnek bir sinema başyapıtı olan Stanley Kubrick imzalı “Cinnet” (1980). Mevzuya uygun bir biçimde Türkiye’de “Evdeki Düşman” adıyla gösterilen 2009 tarihli “Orphan”, John Carpenter imzalı “Cadılar Bayramı” (1978) başka örnekler. Ana karakterimizin bir trafik kazası sonrası kendisini kurtaran kişi tarafından eve hapsedildiği filmleri de bu kategoriye sokabiliriz rahatlıkla: “Misery” ve “Cloverfield Yolu no: 10”

Film isimleri ve alt başlıklar uzayıp gidebilir. Şansı olanların kendisini eve kapattığı bu günler uzadıkça eve dair fikirlerin, görüşlerin de değişmesi muhtemel. Bu mevzuya girmekten kastımız da bu tür korkuları tetiklemekten ziyade bunu bir eğlence aracına dönüştürmenin yollarını aramak. Öte yandan, bu kadar çok yaratıcı insanın, bu kadar uzun süre boyunca evlere tıkılıp kalmasının, bu mekânın sıkça kullanıldığı hikayelere vesile olacağı da muhakkak. Geçmişte eve dönük korku ve endişelerin ne kadar haklı olduğu üzerine düşünmek, gelecekte nasıl olacağına dair kafa yormak için yeterince vakti, mevzuya dair derdi olanlar için küçük bir hatırlatma bu yazının niyeti…

Şenay Aydemir
31 Mart, 2020 gazeteduvar.com.tr

Kaynak: İnsanokur

Bunları da Sevebilirsiniz

Literature: Anıl Can Uğuz – İncire Ağıt / Lament To A Fig /Klagesang Til Fiken (Şiir) I won’t fit this coffin Leyla The sun below the earth is warm still but When the ways you don’t love me Like crows have aligned on cornfields To amass sands in my mouth Would be good news to …

Share

Edebiyat tarihine adını yazdıran Günter Wilhelm Grass’ın 32 yaşında yazdığı ilk romanını ve hayat hikayesini detaylandıran bu metin, www.insanokur.org adresinde yayımlanan bilgilerden derlenmiştir. Tamamına buradaki uzantıdan ulaşılabilir. Teneke Trampet (İngilizce: The Thin Drum, Almanca: Die Blechtrommel) Günter Grass’ın 1956 yılında Paris’te kaleme aldığı 1959 yılında yayımladığı ilk romanıdır. Sinemaya uyarlamasıyla 1979’da Oscar kazanan, dünyada büyük …

Share

Visitors to the 1889 Exposition Universelle in Paris entered the fairgrounds under the shadow of the newly-built Eiffel Tower—a gleaming marvel of wrought iron lattice that stretched almost a thousand feet into the air. Once inside, they could gawk at a massive reconstruction of the Bastille or gasp as Annie Oakley demonstrated her legendary marksmanship …

Share
Önceki / Previous Felaket Zamanları Üzerine Düşünmek
Sonraki / Next Kısa Film: PAPA