Zihnimde makasın ağzı bir açılıp bir kapanıyordu.
Açılıyor ve kapanıyordu.
Makasın ağzı…
Makas,
Ağız.
Bir açılıp bir kapanıyordu.
Nerden bulaşmıştı bana bu hastalık. İnsan düşündüğü şeyin esiri olur derlerdi ya
makası değil ama Necla ablayı düşünmüştüm, zihninde bir makasın olduğunu
çekincesizce o anlatmıştı bana. Benim de zihnimde bir makas var sanmıştı, daha o
vakitlerde bu günün garabetini anlamıştı. Bizim ev sahibinin tek kızıydı Necla abla,
tek kız olduğu yetmezmiş gibi tek evlattı da üstelik. Hemen bir alt katımızda otururdu.
Kırk birine daha yeni basmıştı ya da bize öyle söylemişti, kırk bir kere maşallah bana
deyip kocaman gülüvermişti. Doğum günü olduğunu öğrendiğimizde aramızda küçük
bir pasta kesmiştik – aramızda dediğime bakmayın o, ben, annem işte dar alanda kısa
paslaşmalar – sevinmişti zaten her an sevinmeye hazır haldeydi. Annem ondaki bu
sevinmeye hazır deliliği sezse de ondan çekinmezdi, aman ne yapayım derdi. Koca
apartmanda bir evde kalmışla bir dul girip çıkmayacak da kim girip çıkacak, hem sen
bakma milletin lafına, bilmediği şey yok onun her şeyden haberi var, evde kalmış ama
güngörmüş derdi. Bense gördüğü gün üç odalı evinden ibarettir derdim. Gençtim
insanın hafızasını metrekarelerle ölçmeyi severdim.
Güzide apartmanında Necla ablaların kiracısı olalı bir yıl olmuştu. Apartmana
alışmış, annemle Necla ablanın arasındaki sızmayan suyu kanıksamıştım. Necla
ablanın doğum gününün üzerinden çok geçmemişti, annem doğum günü akşamı
çekildiğimiz fotoğrafları çıkartmak bahanesiyle çarşıya inmişti. İkindi vaktiydi,
evdeydim, kapı çalmıştı, gelen Necla ablaydı, ben annem evde yok diyemeden içeri
geçmişti, git diyememiştim, annemi bekleyecekti belliydi. Madem geldi bir türk
kahvesi içelim demiştim. Necla abla sen geç otur ben bir türk kahvesi yapayım deyip
mutfağa yönelmiştim. Ben cezveyi ararken o da masada açıkta duran resimlere
bakınmıştı. Senin de mi kafanda bir makas var diye seslenmişti. O ne demek diye yanıt
vermiştim o sırada cezveyi bulmuş, fincanları da tezgaha çıkarmıştım. Ne yapacaksın
bunca fotoğrafla diye sormuştu, öykülerini yazacağım demiştim, mutfakla oturma
odasını ayıran bölmeden bana bakmıştı. Gözlerini yüzümde gezdirmiş bir şeyler
aramıştı, sen güzel olanlardansın demişti senin buna ihtiyacın yok diye devam etmişti.
Sanki aklına bir şey gelmişte gözleri bir yangınla bulmuş gibi yoksa sana da mı
söylemediler deyip ellerini dizlerine sürtmeye başlamıştı. Gözlerimi Necla ablanın
ellerinden çekmiş, cezveye iki fincan su koyup iki kaşık da türk kahvesi eklemiştim.
Hararetle bu alçaklar böyledir demeye başlamıştı bana da söylemediler biliyor musun
demişti. Bir gün olsun söylemediler, oysa ben de onu duymak istedim, tıpkı senin gibi,
demek senin de zihninde bir makas var, nasıl anlamadım ah benim salak kafam
diyerek elleriyle bu sefer de başına vurmaya başlamıştı. Cezvedeki suyla kahveyi
karıştırmayı bırakmış, Necla abla ne yapıyorsun, benim zihnimde makas falan yok
deyivermiştim, benim de yoktu diyerek devam etmişti, bir zamanlar benim de aklımda
makas yoktu da makas hep elimdeydi demişti. Yuvarlak masanın etrafındaki
sandalyelerden birine oturup bırak şimdi kahveyi gel otur gel deyip diğer sandalyeyi
de yanına çekmişti, telaşlıydı, yıllar önce yakalandığı hastalığa daha yeni yakalan
birini görmüş de bütün devasızlığını ona anlatmak ister gibiydi. Ocağın altını yakmış
cezveyi küçük yerine koymuştum. Mutfaktan hızlıca çıkıp, bana ayırılan sandalyeye
geçip oturmuş Necla abla ne oluyor demiştim. Yıllarca senin gibi topladım durdum
demişti, nerde bir güzellik var, hangi fotoğrafa sıkıştırılmış hangi kağıda basılmış
benim ellerimdeydi, böyle senin gibi dizerdim ben de, ama ben ulu orta yapamazdım
tabi, kızardılar bana, kızdım kızılmaya layıktım. odamdaki Isparta işi halıya dizerdim
bütün güzelleri, inanır mısın bütün güzeller o Isparta halısının üzerindeydi, nerde bir
dergi var ondan bütün güzelleri kesip ilk ben alırdım, uzun bacaklıları, küçük
burunluları Almanları – ki daha o günlerde babamın alman dostu olduğunu da
bilmiyordum – Slavları, dolgun dudaklı zencileri, güzel dişli gülüşleri, solgun
güzelleri, küskün güzelleri, kara çarşafın arasında bir çift gözle bak ben nasıl da
güzelim diyenleri yan yana koyardım. Uzak akrabalara gittiğimizde o eski albümler
açıldığında adlarını bile bilmediğim güzellikleri araklardım. Sonra koca dünyanın
güzelleri halımın üzerine sığmamaya başladı tabi, annem de mırın kırın edip yarısını
çöplere dökünce ben de kızıp yatağımın altındaki sepete yığdım hepsini, sepette
yetmedi dünyanın bütün güzellerini saklamaya, çamaşırlarımın aralarına koydum
deterjan kokularına buladım güzelliklerini. Hep ben mi deterjan kokacağım biraz da
onlar koksun oh olsun dedim, sonra günlerden bir gün kapı aralarından taşıp da odama
gelen öyle kız mı olur yahuları, bizim oğlana olur mu hiçleri işittim, sizinki pek kuru
pek çelimsiz, çirkin denmez ama görüyorsun işteleri duyuverdim. Ben bütün bunları
duya duya biraz da yuta yuta oturduğum yerde bir cinnet geldi buldu beni, inanır mısın
zihnimde bir makas açılıp kapandı da soğuk sesi içime doldu, aman bakma bana şaşkın
şakın öyle, dua et de o ses seni bulmasın, gerçi seni de bulmuş bulan seni ne zaman
buldu, ah benim güzelim ah seni nasıl buldu cinnetin, beni bulan buldu da koştuğum
gibi kaptım makası, ben miyim güzel yoksa dünya mı güzel deyip bir bir kestim
kafalarını zaten hiçbiri sırrını fısıldamamıştı bana, bak kızım şöyle yap dememişti,
bizim Reyhan’ın masal kitabından yırttığım pamuk prenses bile acımamıştı halime,
külkedisi balkabağını fırlatmamıştı önüme, yoksa sana fısıldadılar mı, ben de onlara
acımadım bir bir o fotoğraflardan resimlerden oydum yüzlerini, bak şu resim var ya şu
resim, sen bilmez sanırsın ama tanırım onu deyip yağlı boyalı resmi işaret etmişti.
Sanki çok olağan bir konuşmanın içerisindeymişçesine ben de Jamet Tissot demiştim,
başını sallayıp tek nefeste yeniden konuşmaya başlamıştı, sen sadece gazetenin
magazin eklerini kestim, taçlı çirozları önüme dizdim sanma demişti, emekli resim
öğretmeniydi bizim Mualla ablanın kocası, adam ölünce kadın resimli kitapları ata ata
bitirememişti sadece resimlileri de değil bütün kitapları dizmişti kapının önüne, ben de
hazine bulmuşçasına resimli resimsiz seçmiştim de toplamıştım yüzyıllık ressamların
güzellerini, senin bu adamın güzelini de oradan biliyorum bak, sorsan hatırlayamam
ismini, zaten isim hafızam da yoktur benim, her türlü kaybedenim yani, bir dönem
kitap okuyan bir güzel olmaya çalıştım ama o da yemedi işte, zihnimdeki makası
durdurup beni esas güzellik dedikleri şeye eriştirmedi. Esası mesası yok güzellik
güzelliktir bak şurada duruyor deyip resme yönelmişti yine, oturmuş elinde kitap var
bak, güzelliğini zekasıyla taçlandırmanın kibrini görüyorsun değil mi, kimileri de bu
yalan dünyada böyle işte taç üstüne taç, bizimde zihninde bir makas, bir açılıp bir
kapanıyor demişti. Burnuma gelen taşan kahvenin kokusuna aldırmadan yüzlerini
kestikten sonra onları ne yaptın peki diye sormuştum, oydum hepsini sonra ardında ne
kalıyor geriye diye bir bir baktım o fotoğraflara, ah keşke o boşluğa sığsam dedim,
ama sığamadım sığdırmazlardı da zaten demişti. Elimi tutmuştu ama sen daha
kesmemişsin, anlat bana çekinme demişti, kaskatı kesilmiştim sonra katılığı yapay bir
kahkahayla dağıtabileceğimi sanıp ağız dolusu gülüvermiştim, ilahi Necla abla
demiştim olur mu öyle şey, şu yaptığına bak kahveyi de yaktık deyip mutfağa
yönelmiştim. Sırtımda gözlerini bir bir hissetmiştim de yanan ocağa, taşan kahveye,
dibine tutan cezveye aldırmadan yeni bir kahve yapmaya kalkmıştım, sanki az önce
duyduklarımı hiç duymamıştım. Yaşamı normal seyrine döndürmek için yanık
kokusuna da aldırmamıştım. Tam o sırada kapıdan kilit sesleri gelmişti, kapı açılmıştı,
Annemin Necla sende mi buradaydın, ne iyi oldu bak ben de fotoğrafları çıkarttım
diyen neşeli sesi yanık kokusuna karışmıştı. Necla abla annemi yanıtlamamıştı ama
ben sanki zihninde makas bir açılıp bir kapanıyor dediğini duyar gibi olmuştum.
Ardından hızlıca kapı kapanmıştı. Ben akıl almaz bir tavırla yeni bir türk kahvesi
yapmaya çalışmıştım. Annem yanıma gelmiş Necla ablanın fotoğraflara da suratına da
bakmadığından söz etmişti. Kahve yaptığımı söylediğimde bırak şimdi kahveyi
fotoğraflara baksana demişti. İstemiyorum demiştim. Necla ablanın anlattıklarından
sonra ne bir fotoğrafı görmek istemiş ne de bir öyküyü yazmak istemiştim.
O akşamın ardından Necla abla bir daha bizim eve gelmemişti, bizim evden
çıkıp evine girdiğini de daha sonra o evden çıktığını da gören olmamıştı. Yalnız
yaşadığı evinden dışarı çıt çıkmamıştı. Günler geçmiş dairesinden gelen kokular artıp
bizim evin bir türlü çıkmayan yanık kahve kokusuna karışmıştı. Onu annem bulmuştu,
allem edip kallem edip kırdırmıştı kapısını. Makasla demişti Allah afetsin demişti, bir
sıkıntısı vardı da nasıl anlamadık demişti. Annem öyle deyince zihnimde bir makas
sanki açılıvermişti, çekmecedeki doğum günü fotoğraflarını görünce de makas
kapanıvermişti, James Tissot çizdiği resmin Necla ablanın öyküsüne denk düşeceğini
hiç bilememişti.
In my mind, the mouth of a pair of scissors opened and closed.
Opened and closed.
The scissors mouth…
Scissors,
Mouth.
Opened and closed.
Where was I infected by this disease. You know how they used to say men is a prisoner of what he or she thinks, I thought of Necla Abla* then, she had openly told me there was a pair of scissors in her mind. She also thought I had scissors in my mind, even then, she understood the strangeness of today. Necla Abla was our landlord’s only daughter, as if being a single girl was not enough, she was also an only child. She used to live a floor below us. She had either just turned 41 or had told us so, saying “maşallah 41 times for me”* and smiling widely. When we found out it was her birthday we cut a small cake between us – don’t mind me saying between us, it was her, me my mother in a narrow space- she was happy, after all she was always ready to be. My mother, altough she sensed this rejoice ready craziness in her, wouldn’t shy away. “Ah what can I do?” she would say; “who will come in and out in the entire apartment if not a leftover on the shelf and a wido, anyway you shouldn’t listen to what people say, there isn’t anything she doesn’t know, she knows about everything, she is a spinster but worldly-wise. I would’ve said what she had seen wouldn’t be much more than her three bedroom house. I was young, I liked measuring a person’s memory in meter squares.
It had been one year since we became Necla Abla’s tenants in the Güzide Apartment. I had gotten used to it and accustomed to mum and Necla Abla being close enough to use the same toothpick. It hadn’t been very long since Necla Abla’s birthday, my mum had left to the bazaar to develop the photos we took on that night. It was afternoon, I was at home, the door bell rang, it was Necla Abla, altough I said mum is not home she wondered in, I couldn’t tell her to leave and it was obvious she was going to wait for my mother. Since she was here already I said let’s have some Turkish coffee. I moved towards the kitchen saying you go ahead and sit Necla Abla, I’ll make some coffee. As I was looking for the coffepot she was looking through the pictures. Do you also have scissors in your mind she called in. I had responded by saying “what’s that” found the pot and brought the cups out on the counter. What will you do with all these photos she asked, I’m going to write their stories I said, she looked at me from the bit splitting the kitchen and living room. Her eyes dwelled on my face looking for something, you are one of the pretty ones she said, you don’t need that. All of a sudden, as if she got reminded or something, her eyes like they found a fire, she started rubbing her hands against her knees saying did they not tell you neither? I pulled my eyes away from Necla Abla’s hands, putting two small cups of water in the pot and two spoon fulls of Turkish Coffee. She feverishly said these lowly cunts are like that, they didn’t tell me too you know. They never did, wheneas I wished to hear it, just like you, so you have a pair of
scissors in your mind too, I’m not sure how I didn’t clock onto it alas my stupid head she said while hitting her head this time. I stopped mixing up the water and coffee in the pot and said what are you doing Necla Abla, there are no scissors in my mind and she continued I didn’t either, once upon a time there was no scissor in my mind, it was always in my hand. She sat down on one of the chairs by the circular table, pulled the other chair beside her saying leave the coffee now and come sit down, she was in a rush, she looked like she saw someone who recently contracted a disease she had years ago and wanted to tell her all about it’s incurability. I turned the hob on and placed the pot on it’s small place. I left the kitchen quickly, sat down on the seat reserved for me and said what is going on Necla Abla. For years I collected ceaselessly like you, wherever there is some beauty, crumbled up in whatever photo, whichever paper I had it in my hands. I would line them up like you do, but I wouldn’t do it out in the open of course, they would get mad at me, I was a girl, I was fit for staying a girl. I would lay out all the
beauties on my Isparta made rug, would you believe it, all the beauties on the Isparta made rug. Wherever there is a magazine, I would cut all the beauties from it first, the long legged, German’s with their small noses –and I didn’t even know my father had a German friend back then. I would collect and place them all together all the Slavic’s, the full lipped blacks, pretty teeth and smiles, pale beauties, and sulky beauties and those who are staring through a niqab with a pair of eyes saying look how pretty I am.
When we visited distant family members and those old albums were pulled out I would steal the beauties I didn’t even know the names of. Then the whole world’s beauties started to spill over from my rug, when my mum wined about it and trashed half of them I stacked them in the basket underneath my bed. The basket wasn’t enough to hide the world’s beauties, I put them between my clothes, covering them in the scent of detergent. I thought, why does it have to be me to smell like softeners, let them get some too then one of thee days I heard the “what kind of girl is that”s slipping in through doorsills, I heard the “would she be good match to our son”s, yours is so dried up and frail, wouldn’t call her ugly but you see”s. The more I heard these, the more an insanity found me where I sat swallowing it all up, would you believe it a pair of scissors in my mind opened and closed and the sound of coldness filled inside me, alas don’t look at me so surprised, pray so that voice never finds you, although what was looking obviously find you, when did that happen, ah my dear beauty, ah how did your insanity find you, what got me got me and I ran to grab the scissors, I said is it me that’s pretty or is it the world and cut their heads off one by one, none of them whispered their secrets to me anyway, or said look girl this is what you should do. Even Snow White that I ripped up from Reyhan’s fable book didn’t take pity on me, Cindrella threw her pumpkin in front of me, did they whisper at you too, I didn’t pity on neither and cut
their faces off of those photographs one by one, look you see that picture, you think I wouldn’t know but I know that person, she said, pointing at the oil paint portrait on the wall. As if I was in a most ordinary conversation, I said Jamet Tissot, she nodded before starting to speak again in one breath, you shouldn’t think that you got all the crowned skinny people cut up from magazine supplements lined up he had said to me, he was a retired painting teacher our Mualla Abla’s husband, when the man died, she kept throwing out his pictured books, then all of them got stacked out on the front door. Then as if I had tumbled across a treasure I chose the ones I liked and collected the beauties of a hundred years of painters, I know the guy’s beauty from that collection you see, I couldn’t remember his name if you asked me, I don’t have a good memory for names anyway, I’m a loser however you look at it. For a period I tried to be a beauty that reads books but wasn’t enough neither, they weren’t able to stop the scissors in my mind and let me attain what they call the essence of beauty. There is no real essence,
beauty is beauty look it’s standing there and pointed at the portrait again, see he is seated with a book in his hand, you see the vanity of crowning his beauty with his intellect don’t you? Some get crowns upon crowns and we get scissors in our minds, opening and closing. Without paying attention to the scent of over spilling coffee I was getting I asked what did you do with them after cutting their faces then? I hollowed them out and took a good look at those photos for what’s left behind, ah I wish I could
fit in that emptiness I thought but I couldn’t, I couldn’t be made to ether. She held my hand, but you haven’t cut them yet she said, tell me about it, don’t be shy, I was stiffened all of a sudden then thinking I could do away with it by a superficial laughter I smiled a mouthful, bless you Necla Abla I said, come on, look what you did we burnt the coffee and walked over to the kitchen. I felt her eyes on my back and without paying attention to the boiled over coffee or the pot crusted in the bottom I attempted to make
a new coffee, as if I hadn’t just heard what I heard. In order to return life to it’s normal course I didn’t care about the burnt smell neither. Right then sounds of locks turning filled the house, the door was opened, my mother’s jolly voice saying oh Necla you’re here too, how nice look I pulled out the photographs again had mixed in with the burnt scent. Necla Abla hadn’t replied to my mother but I could almost hear her saying a pair of scissors open and close in my mind. The door had shut swiftly then. I started making a new set of Turkish coffees with an inconceivable attitude. My mum came beside
me and told me that Necla Abla doesn’t look at the photographs or her face. When I said I’m making coffee she said drop the coffee now come look at the photos. I don’t want to I replied. After what Necla Abla talked about I didn’t want to see another photograph nor write another story.
Following that evening Necla Abla never returned to our house, no one had seen her walk out of our house and enter hers or come out of it. Not a crackle was heard from the flat she lived alone in. Many days past a foul stench reeking from the flat had rose up, mixing in with the smell of burnt coffee that never really cleared from our house. My mother found her, getting her door broken down after all. With scissors she said, may god forgive her she said, she must’ve had some troubles how did we not see. When my mum said that, it felt like a pair of scissors in my mind just opened, and when I saw the
birthday photos on the drawer, it closed, James Tissot never knew that the portrait he painted would coincide with Necla Abla’s story.
Translated with the author’s approval by Ege Dündar
*Abla: sister in Turkish, not necessarily biological.