Kasvetli ve çoktan yorulmuş, başlamaktan vazgeçmiş belki de pes etmiş bir gün. Ölümün rutubetli kokusu holde yakalıyor beni. (Affetmek onun cesedi kadar katı ve soğuk.) Kendini hatırlatmak istercesine ürpertiyor içimi o yoğun yas havası. Zor bir şey babayı daha yaşarken kaybetmek. Bu dünyaya gelişine vesile olanı. O büyük hayal kırıklığını. Fiyaskoların taa en başını. Kendisi için bile yaşamayı becerememiş bir zavallıyı.
Hele ki tabutu taşındıktan sonra ağızlardan çıkan tek cümle “Ağırdı, çok ağırdı.” ise biraz da düşündürücü. Affetmek mi? Kaygıyla karışık.
Sadece bir gün önce, ölüm haberini aldığımda hava durumunu veriyor televizyon. Yarın öğle saatlerinde sağanak bir yağmur bastıracak, diyor sarışın spiker, doluyla karışık. Balkanlardan gelen soğuklara karşı hazırlıklı olun diye ekliyor, yüzünde makyajın altında kalmış sönük bir gülümseme.
Benimki ise epey sahte. Yıllarca baba sıcaklığından yoksun, makyajsız bir suratın enkazında kalmış o belirsiz gülümseme.
İmam bile bir tuhaf, soruyor hakkımızı helal edip etmediğimizi. Merak ediyorum o an, bir tek benim mi boğazım düğümlendi?
Dayım geliyor buğulu gören yaşlı gözlerimin önüne. Elinde kürekle, paçaları çamur içinde kalıyor. Kardeşine, yeğenlerine yıllarca eziyet eden bir adam için. Bir daha nefes almayacağını bilmek mi teşvik ediyor acaba küreğini? Bize yeteri kadar sahip çıkamadığı için mi şimdi hakkıyla yapıyor bu işi? Her toprak atışında ferahlıyor mu yüreği? Yağmurun altında, teri yağmur damlalarına karışmış bir sığınak.
Uzaktan akrabalar, samimi tanıdıklar. Kürek elden ele dolaşıyor toprakla dolup taştıktan sonra. Çukura doğru bir hamle. Paslı kaşığın üzerindeki toprak eşliğinde son bir helalleşme. Toprak yoldan çıkıyoruz arabalarla. Mezar taşları beyaz noktalara dönüşene kadar dar yolda sallana sallana gidiyoruz. Bir yanımız geçmiş, diğeri geçmişin en şerefli konuğu, en şanlı veliahtı olan gelecek. Şimdiler hep çarçur oluyor. Bölünüyor birilerinin gereksiz konuşmalarıyla. En güzel ilham anları yitip gidiyor sorulmuş olmak için yöneltilen sorularla. O bitmek bilmez dönüş yolunda midem bulanıyor. Sakız gibi uzuyor otoban. Sündükçe sünüyor eprimiş bir lastik gibi. Mahalleye girince iniyorum arabadan. Caminin önünden geçerken lokmacıyı görüyorum. Bitmedi mi hala lokmalar? diyorum. Başınız sağ olsun abla, diyor. Plastik bir kaba dört tane top koyuyor. Dostlar sağ olsun, diyorum. Tarçını bol dök sana zahmet. Garipsiyor lokmacı. Tombik Büfe’nin karşısındaki apartmandayız. Akşam uğra da ödemenin kalan yarısı için de helalleşelim.
Numaram var sende değil mi?
Var abla, Allah kabul etsin, diyor.
Plastik kaptaki lokmalardan kalan boşlukları hızlanan dolu dolduruyor şimdi. Şerbeti morg kadar soğuk. Kafatasımın tepesini kırmak istercesine şiddetleniyor taneler. Eski tadı yok lokmanın. Geveliyorum eve kadar. Belediye pideleri getiriyor. Allah kabul edecek mi? Rahmet eyleyecek mi? Razı olacak mı? Bilinmez. Her yer yağmurdan ıslanmış karton pide kutularıyla dolu. (Ayranlar da rahmetlinin çektirdikleri kadar ekşi.) Battal boy çöp poşetleri. (Yaşarken soldurduğu hayatlardan kalan enkazları ancak sığdırabilmek için.) Koşuşturan vefalı komşular. (Çünkü kimileri eller iyisi ama evler ayısı.) Yakınlar ya ağlamaklı ya da boşluğa bakmakta. (Sahnenin tozunu yutmuşlar belli ki.)
Çeşit çeşit pide çıkıyor kutulardan. Hepsinin ortak noktası soğuklukları. Ev soğuk, ölüm rutubetli, her yerde kenarları takır tukur cenaze pideleri. Affetmek zor. Terazinin kefelerinde bir babanın ölümüyle karşı karşıya şimdi. Kefenin içindeki soğudukça ağırlaşıyor. Kafamın içindeki içimi yakıyor. Vicdanım kalbimi sıkıyor. Taziye faslı başlıyor. Karşılamalar buruk, öpüşler soğuk, sarılmalar hava durumundan hallice.
Kardeşim daha metanetli. Gelenlerle ilgileniyor sağ olsun. Ben çoğunlukla mutfakta bulaşık yıkıyorum. Antropofobiden değil, çay bardağı yetişmiyor. Su soğuk. Dayanıyorum. (Biliyorum babamın mezar taşı daha soğuk olacak.) Cereyanda kalıyorum. (Deniz kenarında ev miras kaldı diye gizliden gizliye seviniyor dostlar, açık açık söyleyen çıkmadı henüz, içten içe kıskananlar da var.) Bana göre o an tek miras iliklerime kadar işleyen, denizden gelen deli bir rüzgar. Sigara içen içene. Küllükler dolu izmaritlerle. Tepeleme.
Mutfağın balkona açılan kapısı hep açık, sonuna kadar. (Bir ay sonra çektiğim bel ağrısının teşhisi konacak kocakarı tabiriyle. Yel girmiş. Meteoroloji uyarmıştı halbuki.) Lokmacı arıyor. Ellerim hala bulaşıkta. Kotumun yanlarına kuruluyorum. Telefonu açıyorum. Beş dakikaya oradayım abla, diyor. Tamam derken cüzdanımı aranıyorum. Aşağı iniyorum. Bir sigara yakıyorum lokmacı kamyonetini park ederken sokağın başına. Karanlıkta şömine çıtırtısından hallice izmaritim, yanıyor ben içime çektikçe. Geçmeyen dakikalar soğukla sarmalanıp ciğerlerime işliyor. Zaman geçmemek istercesine gözümde donan yaşlarla işbirliği halinde. Bana düşman. (Zaman hep düşmandır cenaze evine zaten.) İçime içime çekiyorum sigaramı. (Rahmetli babam günde üç paket içerdi.) Apartman kapısının yanında bir çift ayakkabısını görüyorum. Yağmurdan nasiplenmiş. Kim ne ara koydu diye düşünüyorum. (Hayal meyal hatırlıyorum. Balkonda sigara içiyorum. Kuzenim Sevgi geliyor yanıma. Kulağıma fısıldıyor çekinerek. Mavi converselerini koy diyorum. Çok severdi onları, giydiğinde kendini genç hissettiğini söylerdi.) Lokmacı başsağlığı diliyor yine, kalan parayı veriyorum. Helalleşiyoruz, gidiyor. (Elin lokmacısıyla bile helalleştim de seninle helalleşemedim be baba diye haykırıyorum sessizce, içime akıyor gözyaşlarım.) Yukarı çıkıyorum. Salona uğruyorum. Fenalaşan var mı diye. Sonra aklıma rahmetli geliyor. (Kim dövünür ki arkasından, yalandan bile olsa? Kendi öz çocukları bile bitse de gitsek modunda.)
Uzun zamandır ilk defa bir şeyler hissediyorum ona karşı. Ölüm haberini alana kadar geçmişi ve onu zihin çöplüğümde saklamışım nefrete sarmalayarak. Şimdi üzülüyorum ona. Bir televizyonu ilk defa kapalı görüyorum. (Amma da toz birikmiş üzerinde.) Derin bir gurultu eşliğinde midem sırtıma yapışıyor. Mutfağa gidiyorum. Ölümden daha soğuk şeyler de var. Tencerenin dibinde kalan topaklanmış yanık helva. Hem, damağımı kesen pidelerden iyidir diyorum.