‘Kaşarlı yeni çıkmış, sıcacık. Oohh miss, dumanı üstünde… Ama o zeytinli sever tabii, çörek otlu olanından. İkisini de alıp yarım yarım mı versem? Gerçi kalan yarılar ne olacak bu sefer… Hay Allah kahvaltı yapmamış olsaydım bari…’ diye dalmış düşünürken sıranın bana gelmiş olduğunu fark ettim. ‘Ne vereyim ablama?’ diye sordu tezgahtar çocuk. ‘Zeytinli sarıyorum abla.’ diye ekledi hemen, cevap beklemeden. Bir seferlik de sürprizim olsun diye düşünerek: ‘Yok, hem kaşarlı hem zeytinliden olsun bu sefer; birer tane sarıver.’ dedim gülümseyerek. Ne de olsa sonbaharın serin günleri başlamıştı. Ufak ufak yağmurun atıştırdığı, böyle ne idüğü belirsiz, ıslak mı kuru mu olduğu belli olmayan karaktersiz sabahlarda bazen tek teselli boğazdan geçen sıcak bir lokma olabiliyordu. Parayı ödeyip dükkandan çıktım. Yine yağmur atıştırmaya başlamıştı. ‘Kahretsin!’ dedim içimden ve adımlarımı sıklaştırdım. İki elimin arasında sıkı sıkı tuttuğum paketi yokladığımda yüzüme bir gülümseme yayıldı. Sıcacıktı…
Neredeyse koşar adım, sarı kırmızı kahverengi yaprakların üzerinden seke seke sokağı geçtim. Bu mahalleye taşındığım şu son bir sene içinde neredeyse her hafta yeni açılan, el değiştiren veya tadilata giren bir dükkan, kafe, vitrin, ya da mağaza çıkıyordu karşıma. İkinci yap-sat döneminden kalma tipik dörder beşer katlı bitişik nizam apartmanlar zemin katları ticarethane olacak şekilde yeniden düzenleniyordu. Neyse ki Anıtlar Kurulu muhiti kısa süre önce sit alanı ilan etmişti de, şehrin neredeyse tamamına yakınını saran kentsel dönüşüm ve ‘soylulaştırma’ çılgınlığına karşı bir nebze korunaklı hale gelmişti sokağımız. Apartmanların geniş pencereli, ince uzun balkonlu cepheleri, saksılardan sarkan rengarenk petunyalar, sakız sardunyalar, yol boyunca sıralanmış akasya, meşe, erguvan ve defne ağaçlarıyla, bu sokak bende çocukluğumdan kalma ılık ve huzurlu anlara dair çağrışımlar yapıyordu. En çok bu hissiyatı, bir de sabahları evimin tam karşısındaki fırından yükselen taze ekmek, galeta ve poğaça kokularını seviyordum bu sokakla ilgili.
Durağım sokağın sonundan köşeyi dönünce, hemen anayolun karşısındaydı. Her sabah işe gitmek üzere bir insan seliyle beraber buradan otobüsüme biniyor, akşamları yine burada iniyordum. Aslında kalabalığın ortasında araç beklemeyi hiç sevmem ama bu durak herhangi bir otobüs durağından öteydi benim için ve arada bir otobüsümün gecikmesi, aslında hoşuma dahi gitmeye başlamıştı bir süredir; omzumda ağır dosya çantam, ayakta dikilmek zorunda olsam bile!
Elimde poğaça paketim, koşar adım sokağı geçtim, köşeyi döndüm. Ana caddeye adımımı attığım an, sabah ve akşam saatlerinde şiddetini iyice arttıran ve artık kronikleşmiş olan o rutin uğultu kulaklarımı doldurdu. Yoğun ve aksak ilerleyen trafik, mütemadiyen dur kalk yapan araçların motor ve egzoz homurtuları, asabi korna sesleri… Bütün bunlar yetmezmiş gibi, simitçilerden, kaldırımlara kurulmuş erkenci seyyar tezgahlardan, iki yöne akan telaşlı insanlardan, kafe ve mağazalardan yükselen bağırış çağırışlar, mırıltılar, ani histerik kahkahalar; karmakarışık bir müzik ve ritim silsilesi… Tam anlamıyla işitsel bir kaos!
Benim sokağımsa, tüm bunların arasında bir tür kurtarılmış bölge sayılırdı. Bir kaç sene önce araç trafiğine kapatılmıştı. Üstelik tam girişinde bulunan tarihi defne ağaçları sık ve yoğun yapraklı dallarıyla sokakla caddeyi birbirinden ayırıyor; resmen doğal bir gürültü ve ses kalkanı oluşturuyordu. Bir kez daha ‘Ne büyük şans!’ diye düşündüm.
Caddeye dönüş aldığım an yaşadığım ufak çaplı desibel şokunu, ki durumu artık kanıksamış olsam da irkilmekten kendimi alamıyordum, birkaç saniye içinde atlattım. Derin bir nefes aldım ve saate baktım; gülümsedim. Her sabah hemen hemen aynı dakikalarda bu köşede oluyordum. Birkaç adım attıktan sonra durdum, kulak kabartıp dinledim: Sessizlik. Bekledim… Allah Allah… İyice dikkat kesildim, tekrar dinledim: Yok! Çılgın bir ses karmaşasının arasında duymayı umduğum o tek sesin eksikliğini duyabildim sadece. Önce hafif bir şaşkınlık, ardından bir parça burukluk oturdu içime. Bu sabah unutulmuştum anlaşılan; ilk defa! Aylardan beri her sabah bu köşeyi dönmemle başlayan ‘günaydın seremonisi’ne öyle alışmıştım ki, şimdi neredeyse kırgın; hatta biraz da ihanete uğramış hissediyordum. ‘Ne bekliyordun ki’ diye mırıldandım kendi kendime, kaşlarım hafifçe çatık. Ve içimdeki buruk hissi savmak istercesine kafamı sağa sola sallar buldum kendimi; aynen ondan öğrendiğim gibi.
Bundan üç buçuk dört ay kadar önce yine böyle yağmurlu bir sonbahar sabahı karşılaşmıştık göçmen arkadaşımla. Her zamanki gibi, apartmanın karşısındaki fırına uğramış, yeni çıkanlardan dumanı üstünde bir poğaça seçmiştim kendime. Ardından kafamda günün iş planı, poğaçamdan rastgele ısıra ısıra durağa yürümüştüm. Dalgın ve daha o andan itibaren potansiyel olarak yorgun halde otobüsümü beklerken, kulağıma çarpan tiz melodiyle ayılmış, yerimden zıplamıştım. Biri şaka yapıyor olmalıydı herhalde. Sabahın köründe maruz kaldığımız onca uyumsuz sesin, bunca gürültünün arasında, hepsini bastırmak istercesine ve en tiz perdeden çalınan, ‘Doktor Jivago’ filminin acılı jenerik müziği… Daha neler! Bunun ne yeri ne de zamanıydı! Bu kadarı basiretsizliğe; hatta terbiyesizliğe giriyordu artık! Zihnimde, otoyol kenarlarındaki ucuz kapalı düğün salonlarından birinin yoğun uğultusu; pistte koşturan çocukların arsız çığlıkları, tenor, bas, bariton; her tonda yükselen erkek böğürtüleri ve ölçüsüz kadın kahkahaları ile sabır zorlayan bir sahne belirmişti. Bu sahnenin başrol oyuncusuysa, emir komuta zinciriyle davetlileri dansa davet eden, janjanlı ceketi ve briyantinli saçlarıyla fazla neşeli bir piyanist şantördü.
Gözlerimde çakan kıvılcımlar eşliğinde bir hışım sesin kaynağına döndüğümde beklenmedik bir manzara ile karşılaşmıştım: Koyu renk ten üzerinde bembeyaz parlayan göz akları; biraz mahcup, biraz çekingen gülümseyen bir çift göz. İlk bakışta Hintli olduğunu tahmin ettiğim, kara kaşlı, kara gözlü, yuvarlak yüzlü ufak tefek bir adam önüne çektiği orgla durağın hemen yanına, yere konuşlanmış, Doktor Jivago’yu çalıyordu. Biraz dikkatli bakınca ise, parmaklarını tuşlar üzerinde gezdirerek çalar gibi yaptığı; parçayı çalanınsa orgun kendisi (demosu) olduğu anlaşılıyordu. Bu sahnede öyle absürt bir yan vardı ki, aklıma ilk olarak daha da absürdü gelmişti: Adam aslında yabancı bir öğretim görevlisiydi ve doktora tezi için bu tarz bir toplumsal araştırma yürütüyordu İstanbul sokaklarında. Ancak eski püskü, yamalı, biraz da pasaklı kıyafetlerine bakılınca tezimin gerçeklik payı da büyük ölçüde suya düşmüştü. Olsa olsa Avrupa başkentlerinden birine gitme hayalleriyle ülkesinden ayrılan ve yolu talihsiz bir şekilde buraya, İstanbul’a düşen Hintli bir evsizdi bu. Nitekim ileriki günlerde sabahları yaptığımız kısa sohbetlerimiz yanılmadığımı; hikayesinin az çok böyle olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Sözlü iletişimimiz kısıtlı oluyordu tabii. Onun bol aksanlı, aralara sık sık Hintçe kelimeler katarak zenginleştirdiği İngilizcesi, ki ben buna ‘Indilish’ diyordum, hikayesinin detaylarına inmemizi engelliyordu. Ama zaten önemli olan da bu değildi. Bu çabamız dahi birbirimize kısa zamanda ısınmamıza; sözler tükendiğinde bakışlarla, el kol hareketleri ve mimiklerle aramızda beklentisiz ve duru bir bağın kurulmasına yol açmıştı. Sanırım sabahları paylaştığımız kimi zaman zeytinli, kimi zaman peynirli poğaçalar da bu bağa büyük katkıda bulunuyordu. Çörek otlu zeytinli poğaçaya olan düşkünlüğünü, bir gün tesadüfen kaşarlı bulamayıp zeytinli almak zorunda kaldığımda keşfetmiştim. İlk ısırıkta gözleri parlamış, gülümsemiş ve kafasını iki yana; bir sağa bir sola sallayarak keyifle çiğnemeye devam etmişti. Başta bir anlam veremediğim bu ilginç baş hareketinin Hint kültüründe bir tür olumlama, teşekkür, onaylama; hatta bazen de selamlama anlamına geldiğini sonradan öğrenmiştim. Ancak bir süre sonra üzüldüğü, hüzünlendiği durumlar karşısında da aynı şekilde kafa salladığına şahit olunca, bu hareketi biraz da kendince, duruma göre bir iyi hal dileme; kederini dağıtma çabası şeklinde de yorumlayabildiğini anlamıştım Hintli arkadaşımın.
Bölüştüğümüz sıcak poğaçalar dışında, aramızdaki sözsüz anlaşmaların, paylaşımların biri daha vardı ki; sabahları o hiç sevmediğim ayakta otobüs bekleme dakikalarını artık neredeyse iple çekmeme; hatta durakta daha uzun süre bulunabilmek adına çok değerli sabah uykumdan bile bir miktar feragat etmeme sebep olmaya başlamıştı. Alelacele hazırlanıp evden çıkıyor, neredeyse hoplaya zıplaya sokağı geçerek durağın yolunu tutuyordum. Her gün yaklaşık aynı dakikalarda köşe başına varıp heyecanla saate bakıyordum: Tam isabet! Gülümseyerek caddeye adımımı attığım an, aynı tiz melodi; Hint soslu, titrek bir Doktor Jivago nağmesi karşılıyordu beni. Anlaşılan, ilk tanıştığımızda yaşadığım o şaşkınlığı ve durumun absürtlüğü karşısında kendimi tutamayarak gülmeye başlamamı farklı şekilde yorumlamış; performansını çok beğendiğime kanaat getirmişti sevimli arkadaşım. Ardından karşı kaldırımda durakta, ileri doğru uzanmış bakınan esmer bir kafa görüyordum. Fıldır fıldır etrafı tarayan gözleri beni seçtiğinde ağzı kulaklarına varıyor; esmer yüzünde pırıl pırıl parlayan bembeyaz dişleriyle beni de ister istemez gülümsetiyordu.
Bütün bu yaşanmış anların görüntüleri zihnimde dans ederken, neden sonra içimde bir burukluk, bir boşluk, kafamda bin bir düşünce ve soru işaretiyle halen aynı noktada, köşe başında dikilmiş, sağa sola kafa sallar buldum kendimi. Çoktan sağanağa çevirmiş yağmurun altında ani bir hüznü, beklenmedik bir kederi dağıtmak istercesine… Bu sabah ne olmuştu da karşılama seremonimden mahrum bırakılmıştım ben? Meğer ne alışmışım; kısa sürede nasıl da vazgeçilmezim olmuş bu neşeli günaydın ritüeli diye düşündüm. ‘Unutmuş olması ihtimal dışı; yapacağı şey değil’ diye mırıldandım kendi kendime. ‘Mutlaka bir sebebi vardır.’ Yoksa?! Birden zabıtanın veya güvenlik kuvvetlerinin acımasız toplama ekipleri tarafından apar topar alınıp götürülmüş olabileceği ihtimaliyle yerimden sıçradım. Semtte yürütülen kentsel dönüşüm çalışmalarına bağlı olarak ‘ıslah’ adı altında sık sık insanlık dışı uygulamalara şahit olmaya başlamıştık bir süredir. İçim ezildi, kalbim sıkıştı bu düşünceyle. Tabii kesinlikle… Yazık… Haksızlık… Heyecan ve endişe içinde, bakışlarımla otobüs durağını ve yakın çevresini taradım: Yok, orada değil! Ağır aksak ilerleyen araçların arasından slalomlar yaparak alelacele karşı kaldırıma koştum. Ve başıboş bırakılmış metalik para kasesinin, içindeki tek tük bozuklukla her zamanki yerinde durduğunu gördüm. Hemen ardından, üzerine gelişigüzel atılmış eski kahverengi battaniyeyle, durağın yan duvarına dikey olarak yaslanmış orgunu fark ettim; belki de tek ve en önemli mal varlığı. Ahh… Bu kadar apar topar… İtilip kakılmamış, tartaklanmamış olsa bari…
Gözlerime hücum eden yaşlar ve boğazıma gelip oturan yumruyla öylece ne kadar süre kalakaldım, bilmiyorum. Ani bir gürültü, dev bir iş makinasının homurtusuyla kendime geldiğimde caddenin karşısında, sokağımın girişinde yükselen tarihi defnenin tepesine inmekte olan kepçeyi gördüm dehşetle. Gördüğüm şeye anlam verebilmem için birkaç saniye geçmesi gerekti. Öfkeyle haykırmak istediğim onlarca şey boğazımdaki yumruya takılıp gerisin geri içime düşmeye, kalbime yakın bir yerde birikerek nefesimi kesmeye başladı. Tam o anda ağacın ağır ve yeşil yapraklarla yüklü geniş dallarından biri yüksek perdeden bir çatırtıyla kırılarak zemine düştü: Kısa, boğuk bir çığlık… Hemen ardından bir arbede, koşturmaca, bağırış çağırış, korna sesleri… Caddeyi yanlamasına boydan boya kapatan, neredeyse genç bir ağaç gövdesi iriliğindeki dalın altından asfalt üzerine yayılmakta olan koyu kırmızı kanı gördüm; hemen yanı başında bir çift eski erkek ayakkabısı, teki ters dönmüş… O an her şeyin bittiğini anladım. Boğazımı yırtarcasına dışarı fırlayan kısa, boğuk bir çığlık; neredeyse hıçkırıkla ileri doğru atıldım: ‘Arkadaşım!’
Aramızda bulunan iki adımlık mesafe uzun, engebeli bir araziye, saniyeler ise bir nevi kalbimi, düşüncelerimi, hayatımı baskı altına alan sert ve kırıcı sözlere dönüşmeye başladı. Yorgun, tükenmiş, çaresiz; kararan gözlerim, kesilen nefesim ve bulanıklaşan algımla dudaklarımdan birkaç kelime dökülebildi sadece: ‘Bu kadarmış… Demek…’
Sonrası kayıp…
Ne kadar sonra bilmiyorum… Bilincim yavaş yavaş geri gelmeye başladığında algıladığım ilk ve tek şey tekdüze bir sinyal sesi oldu. ‘Dıt dıt dıt…’ İş makinalarının geri manevra yaparken çıkardığı türden. Gözlerime ısrarla dolmaya çalışan yoğun ışık huzmelerine rağmen göz kapaklarımı açamadım bir süre. Sanki defnenin kırılan dalları üzerindeymişçesine kurşun gibi ağırlaşmış, kıpırdamaya direniyorlardı. En sonunda yavaş yavaş aralandılar. Bembeyaz bir odada, bembeyaz bir yatakta yatar buldum kendimi. Sinir bozucu sinyal sesi halen devam ediyordu. Sesin kaynağını ve vücuduma bağlı kabloları keşfettiğimde anladım; bembeyaz oda bir hastane odasıydı. Tekdüze sinyal ise dev iş makinasından değil, kalp atışlarımı ölçen cihazın monitöründen geliyordu. Demek ölmedim, halen buradayım, diye düşündüm. Buraya nasıl geldiğime dair en ufak bir ipucu bulabilme ümidiyle hafızamı yoklarken, hızla odanın kapısı açıldı ve bir rüzgar eşliğinde bembeyaz kıyafetleriyle bir hemşire daldı içeriye. Bana bakıp gülümsedi: ‘Günaydın, sonunda… Tam yirmi sekiz saattir buradasınız. Ufak çaplı bir kaza atlattınız. Dışarıda sizin için çok endişelenen biri bekliyor. Başından beri gözünü kırpmadı. Kendisine güzel haberi vereyim.’ dedi ve aynı hızla odadan çıktı, dilimin ucuna kadar gelmiş soruları peş peşe sıralamama fırsat vermeden. Bekleyenin annem olduğunu tahmin ediyordum; belki de beklediğim buydu içten içe. Uzun yıllar olmuştu görüşmeyeli. Uzaktık, çok uzaktık birbirimize ne zamandır. Ama annemdi, yine de annemdi; özlemimdi. Kim ulaşmıştı acaba ona durumumu haber vermek için? Daha önemlisi, beni kim buraya getirmiş, kim ilgilenmişti en başta? Birden aklıma Hintli arkadaşım geldi; bir ürperme, buruk bir acı kapladı içimi. Kim bilir ona ne olmuş, hangi kimsesizler mezarlığına gömülmüştü çoktan. Yalnızca güzel anıları kalacaktı benimle artık.
Yarı açık bilincim, ağırlaşarak kapanmaya başlayan göz kapaklarımla yeni bir yarı rüya alemine dalmak üzereyken, kapının yeniden açıldığını hissettim. İçeri dolan rüzgarla çok tanıdık, tatlı, avutucu, teselli edici bir koku ulaştı burun deliklerime kadar. İliklerime kadar ürperdim. Gözlerime ani, beklenmedik bir yaş hücumu; beyaz oda, gözyaşlarımla dolup taşan mavi bir deniz oldu. Kapıda beliren arkadaşım Hintli arkadaşım; Doktor Jivago, kendi gözlerinden de akan yaşlarla denizime atladı, yüzerek yanıma geldi. Havaya kaldırdığı tek elinde buram buram kokan bir paket; tazecik poğaça. Kokusundan belli; biri çörek otlu zeytinli, diğeri kaşarlı. Bir de koca bir buket çiçek. Gülümsedik birbirimize sıcacık. ‘Namaste’ dedi kafasını sağa sola sallayarak.
‘Namaste’ dedim. Ve yeniden huzurla kapandı gözlerim.
Bunları da Sevebilirsiniz
İlkyaz’ın yeni kategorisi “Kalemdaş” yayında!
İlkyaz olarak bildiğiniz üzere platformumuzda her ay çeviri ve honourarium desteğiyle üç ana esere yer verebiliyoruz. Kuşkusuz bunda ekibimizin sınırlı olması ve çeviri yükünün de payı var. Yapılan değerlendirmeler ve oylamalar sonucunda ilk üç içerisinde yer bulamamış olsa da, yayımlanmıyor olmasına tahammül edemediğimiz, bunun hem yazara hem de okura …
EDİP CANSEVER VE 16 YAŞINDA KALEME ALDIĞI ŞİİRİ “AKŞAM”
“Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi … İşçiler, Almanya yolcusu işçiler Kadınlar Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi Ellerinde bavullar, fileler Kolonyalar, su şişeleri, paketler Onlar ki, hepsi Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler Ah güzel Ahmet Abim benim Gördün mü bak Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar …
İlkyaz Nisan Yazıları Yayında!
İlkyaz ile her ay öncelikli olarak üç genç yazarı tanıtıyoruz sizlere. Bir öykü veya birkaç şiirden oluşacak bu eserleri İlkyaz gönüllüleri olarak İngilizce’ye çeviriyor ve dünya kamuoyuyla tanıştırmak için çabalıyoruz. Nisan ayı boyunca seçilen yazarları ve yazılarından alıntıları aşağıda bulabilirsiniz! Seçtiğimiz isimlerin yazılarını her ay dünyanın farklı bir yerinde konumlanan PEN merkezinden biri o ülkenin …