Dağ başında yoksulluk kol gezer, varsıllık ise bir dev gibi kükrer, durur. Eli ekmek tutmaya başlayanlar ayrıldıkları asıl topraklarına, bir daha dönmezler. Artık dağda ne bir Yörük obasına ne de hayvanları otlatan türkücü çobanlara rastlanır. Bu ölü toprakların üzerinde ne bir denize ne de bir göle denk gelinir. Ancak bu, denizin olmadığı topraklarda, umut adına martılar vardır ki, kanatlarını açar açar ,uçar, uçar, uçarlar…
Geçen yıldan nadasa bırakılmış olan arazide iki martı söyleşiyordu. Gagası uzunca ve saçları taranmış olan martı; tüyleri daha kirli ve bir ayağı topal olan diğer martıya kendince büyüklük taslıyordu. Bir ara ikisi birlikte türkü tutturdu .Uzun gagalının pençesinde ufak bir somun vardı. Böldü, diğer martıya verdi. Ekmeği alan martı, ekmeği uzatana döndü, başıyla teşekkür edip yoluna devam etti. Yerde bir somun daha buldular. Onu da bölüştüler. Topal martı bölük ekmeğini bir kez daha böldü ve ayaklarının altında gezinen karıncalara atıverdi. Dağlı karıncalara. Karınca, karınca değil miydi? Yuvasından çıkar, çalışır, yine yuvasına dönerdi. Hayatının amacı karnını doyurmaktı ,niye her gün aynı taşların üstünden gittiğini de sorgulamazdı, niye şu koca kainatta un ufacık olduğunu da. Çalışırdı ,çalışırdı yalnızca çalışırdı .Usul usul ,sakin sakin çalışırdı, ama kazanır mıydı bilinmez…
Ben de kendimi bazen karıncalara bazense martılara benzetirdim. Köşe başındaki kırmızı arabamla sabahtan akşama değin kaynamış mısır satardım çocuklara. Eminönü yaz aylarında kışlardan farksız, kalabalıkla boğuşur, esnafını kimi vakit gece vardiyasına, kimi vakit ise günün koca yorgunluğuyla evine uğurlardı. Arada bir köyümü özler, hüzünlenirdim. O vakit tütünümden bir nefes çeker arabadaki fokurdayan kazanın sıcaklığıyla terlemeye devam ederdim. En hakiki müşterim hiç kuşkusuz çocuklardı. Yerli yabancı fark etmez mısırın o müphem kokusunu duyan bu minik varlıklar anne babalarının kollarını çekiştirerek onları arabaya sürüklerlerdi. Kaynamış sudan çıkardığım irice sarı mısırı koçanına yerleştirip, döndüre döndüre tuzladıktan sonra, küçük müşterime uzatırdım. Fakat müşterim mısıra sıcağından dokunamaz ancak koklamakla yetinirdi. Pamuk şekercileri gördü mü de mısırı unutur yeni bir amaç edinirdi kendine. O zaman annesi söylenmeye başlar, babası, boşuna aldık şu mısırı, diye dertlenirdi. Bir dahaki sefer yine hiç şaşmaz, ufaklıkların büyülü dillerine kapılıp bir mısır daha alıverirlerdi ve bu böylece sürüp gider, biz de bundan nasiplenirdik. Haziran ayları işler epey canlanırdı. Çoğu gün sabahtan başlayıp, öteki sabaha değin çalışırdık. Gece uykusu çok nadiren olur, balıkçı gondollarında bir iki saat kestirirdik. Kadıköy vapuruna doğru koşanlar önce bizlere uğrar mısırlarını, simitlerini kapar öyle başlardı yolculuklarına.
Bizim de insan olduğumuzu hatırladığımız zamanlar, karşı büfedeki Kemal ağabeyle birlikte büfeden çantamızı doldurur, bazen adalara bazense karşıya geçerdik. Çay bize mutluluk veren en yegane şeydi ah bir de yanına şu sigaralarımızı yaktık mı, kısa bir süre için kendimi köyümde, anamın dizinin dibinde, babamın mırıldandığı türkü eşliğinde bulurdum. Sonra bir anda martıların ciyaklamaları, vapurların siren sesleri, gençlerin gülüşleriyle İstanbul’un gerçekliğine döner, Kemal abiye yaslanırdım. Sabah başlayan mesaim arabamı temizlemekle, mısırları yıkamak ve pişirmekle, malzemelerimin kontrolleriyle öğlene doğru hafiflerdi. Müşterilere aceleyle yetiştirmeye çalıştığım mısırlarım bazen ben anlamadan bitiverirdi. O sıralarda kader, der geçerdim, günlük harçlığımı çıkartmak bana yeterdi. Ertesi günler de bundan farklı olmamakla birlikte hayattaki en büyük heyecanım, bazen çevre esnafıyla girdiğimiz iddialardı. Kaybeden taraf olmak kuşkusuz acı vericiydi ancak kazandığım günlerde az olmamıştı hani. En büyük ödülüm şu vakte kadar küçük bir radyoydu. Bizim buraya arada bir gelen simitçilerden genççe bir oğlanla girmiştik. Burada karşıdaki kadar iş yapamadığını söylüyor, turistlerin simite harcayacak paralarından ziyade kebaba ayrılacak bütçelerinin olduğunu savuruyordu, bense sorunun onda olduğunu insanları yeterince çekemediğini düşünüyordum. Yıllardır ekmeğimi burada kazandığım için ekmek teknemi kötületmek bana yakışmazdı, kaç tane simitçi bir günde arabalarını bitirir, arabayı doldurmak için fırınlara koşarlardı. Bizimkinin adı Cafer’di. Bir gün:
-Bak, dedim, Cafer kardeş, söyle hele kaça satıyorsun sen şu simitleri?
Çelimsiz yüzünde şaşkın bir ifadeyle:
-Üç liraya abim, dedi.
Güldüm:
-Ulan, yakınıyorsun da, haklı yakınsan bari…
Gülmeme sinir olmuş olacak ki, yeni terleyen bıyıklarını sıvazlayarak:
-Ne güldün abim?
Cebimden paketimi çıkardım, bir sigara yaktım. O da usul usul beni izlemeye devam ediyordu. Derken bir müşteri geldi, otuzlarında bir kadın, bir elinde küçük bir çocuk, diğerinde de yılan derisi bir cüzdan vardı:
-Kaça ablam, tanesi simitlerin?
-Üç lira abla, kaç tane vereyim?
Ona bakıp sırıtmakla yetindim. Kadın uzun dakikalar boyunca durdu düşündü ve kararını verdi:
-Bir tane sarıver!
O anda patlatıverdim kahkahayı. Kadın kendisi hiç alınmayarak simitini alıp yoluna gitti. Cafer hışımla dönüp:
-Gördün ya ağabey, aha bakarlar bakarlar, bazen bir bazense hiç alıp giderler…
Sigaramı söndürdüm, Caferi itekledim ve arabanın başına geçtim, bağırmaya başladım:
-İki buçuğa, iki buçuğa, mis gibi taze simit, iki buçuğa, oh mis !
Cafer ne olduğunu anlayamadan beni izlemeye devam ediyordu. Mısır arabamda da müşteri birikmişti, Caferi oraya yolladım, akşama kadar, dedim, sen bensin ben de sen. Benim mısırın fiyatı belliydi, her zamanki müşteriler gelmeye devam etti asıl bu iş bizim simitçiye yaramıştı, iki buçuktan tüm simitler üçer beşer kapışarak gitti. Akşama doğru araba boşaldı. Müşteri yoğunluğunun seyreldiği sırada Cafer şaşkınca yanıma doğru süzüldü:
-Abim, nasıl ettin sen hele bu işi?
Elime doluşan iki buçuklukları gösterdim:
-Müşterinin dilinden anlayacaksın be kardeşim!
Paraları Cafer’in eline bıraktım ve arabama doğru yollandım. Arkamdan parayı bölüşmeyi, yahut bu akşam benim işimi, kendisinin yapmasını teklif etti lakin kabul etmedim ve arabamı eve doğru sürerek:
-Bir gün bir mısırımı yersin be kardeşim, diyerek onun sevincini izledim.
O günden sonra Cafer benim kardeşim gibi oldu. Memlekette üç tane onun yaşlarda delikanlı kardeşlerim vardı. Hepimiz ekmek uğruna ülkenin dört bir yanına dağılmıştık. Anamla babam dört yavrusunu da dört bucağa yollamıştı. Dağ başında ikisi, bizim gönderdiklerimizle yaşayıp giderlerdi.
Onları düşündüğüm vakit işte bir karınca olurdum. Bu insan bedenimden küçülür, küçülür, küçülürdüm. Memleketi düşünmek çok ağır gelirdi bana. Ağaçları, avluları, kerpiç tek oda evleri. Anamı, babamı, kardeşlerimi. Bir sofrada oturup yemek kapıştığımız günleri özlemle anardım. Burnuma anamın yaptığı böreğin kokusu gelir yapışırdı, gitmezdi bir türlü. Ne kadar arasam da ne kadar para saysam da aldığım hiçbir ıspanaklı börek, onunki gibi kokmazdı. Bazen o kadar çok özlerdim ki, özlemim içime sığmaz, kafamı şu fokurdayan kazana sokup bayılmak isterdim. Son yıllar daha çok üzülürdüm, babam bir hayalete dönüşmüş, annemin hayali ise ha silindi ha silinecek vaziyete gelmişti. Yine böyle köyüme dair derin hatıralara daldığım bir gün kardeşim Cafer yanıma yanaştı:
-Hayrola ağabey, bu haller ne?
-Sorma be oğlum, çok özledim anamı.
O an simitçinin gözleri buğulanıverdi. Sanki birinin ona bunu söylemesini bekliyormuşçasına yaşlar gözlerinden boşandı.
-Vay birader, sakin ol oğlum.
Ben de ne yapacağımı bilemeden sarıldım ve benimde gözümden yaşlar süzülüverdi.
Eminönü meydanı o güne değin böyle bir olaya şahit olmamıştır. İkimizde koyverdik kendimizi ve arabaları bırakıp denize karşı oturduk. Kemal abi koştu yanımıza hemen:
-Len, ne oluyor size, ne bu haller, aşık mısınız ulen yoksa?
Cafer’ in toparlanmasını bekleyerek ben girdim söze:
-Yok be abim, özlemdi bizimkisi, o da artık geçti gitti.
-Ben size şimdi birer gazoz açarım, bir şeyciğiniz kalmaz.
Koşa koşa büfeye gitti elinde iki gazozla gelip, çocukmuşçasına ellerimize tutuşturdu. Cafer girdi söze:
-Ah ağabey, anamda aha böyle ekmeği, soğanı tutuştururdu elime, ah ne günlerdi be Kemal ağabey!
-Olsun oğlum, bak biz varız işte, benim de anam öyleydi ya rahmetli toprağı bol olsun, deyip içinden bir şeyler okuyup üfledi.
Ortamı iyice hüzün ve özlem sarınca konuyu değiştirmeye karar verip bir iddia attım ortaya:
-Bırak şimdi özlem falan sen de, söyle bakalım kaç simit sattın bugün?
Gözlerini kollarına silerek cevap verdi:
-10- 15 tane anca…
-Ulan sen nasıl herifsin, ben o gün yüz simit sattım yüz, iki buçuğa!
Kemal abi güldü:
-Oğlum aha işte şunu gibi olacan şunun, ağzın azıcık laf yapacak, müşterinin dilinden konuşacaksın!
Cafer ağlamaklı:
-Olmuyor ki şu nalet araba, bir benim yüzümü güldürmedi zaten, şu adı batasıca şehirde aydınlık olmadı ki bana, burada mutluluk haram bana…
-Bak dedim simitçi, gel senle bir iddiaya girelim, sen o sesini de dilini de açsan benden fazla simit satamazsın.
Ayağa kalktım bağırdım:
-Ulan dedim, tüm ahali duysun, şuncacık, bugün elli tane simit satarsa şu koca mısır arabamın tüm yetkisi onun, bana memlekete gitmek düşer, vereceğim tüm arabayı ona malzemeleriyle…
Kemal abi şaşkın:
-Az at oğlum sende, artistlik de bir yere kadar, satarsa bu simitleri sen ne yapacan sonra hele!
-Satsın şu oğlan be kemal abi, sonrasına bakarız.
Cafer mahcup kafası içine gömülü:
-Abi ya satamazsam, benim sana verecek neyim var ki?
Kemal ağabeyle bir gülme tuttu bizi:
-Yav, oğlum sen nasıl mahluksun, adam sana kendi arabasını verecek, ölsen de kalsan da satacağına, senin şu dertlere bak!
Cafer, kendinden emin:
-Olsun mahcup olmak da var, ben ne vereceğim ağabeyime?
Sinirlendim, ama bu bir düşmana olan sinir değildi, sanki kardeşim elinde olan bir imkana bakmaksızın elinin tersiyle itiyor ve hiç şans vermiyor gibiydi, kardeşe duyulan masumane bir sinirdi:
-Tamam sen de bana ne vereceksen onu verirsin, elinde her ne varsa…
Sarıldı ve koşa koşa tezgahının başına gitti. Bağırdı:
-Üç lira taze taze simitler üç lira!
Kemal ağabeye döndüm:
-İki buçuk be adı batasıca, iki buçuk de şuna.
Akşam olmuştu arabaları topluyorduk, Cafer heyecanla yanıma geldi. Paraları saydık tam tamına kırk dokuz simit satmıştı. Tüm esnaf gülmekten kırıldık, simitçi hariç. Kemal abi söze ilk giren oldu:
-E hadi söyle bakalım, ne vereceksin bizim mısırcıya?
Cafer gözleri dolu dolu elindeki üçlüklere bakarak:
-Var aklımda bir şey, diye mırıldandı.
Güldüm:
-Yok be oğlum, lüzumu yok, ben senin iyiliğin içi giriştim bu işe yoksa senin neyin var da ne alayım senden.
Cafer bozulmuş olacak ki:
-Ağabey sen akşam benle gel, evden vereceğim sana ödülünü.
Esnaf şaşkınca iş yerlerine dağıldı. Ben de arabayı toplayıp Cafer’in ardından yola koyuldum. İsli sokaklardan, kömür kokulu viranelerden, köşelere sinmiş evsizlerden geçerek, kuytu, camı kapısı kırık bir evin önünde durduk.
-Sen burada bekle hemen geleyim abi.
Işığı yaktı, içerden birkaç ses duyuldu, kadın sesine benzer bir ses, yakınıyordu ama ne söylediği anlaşılmıyordu. İçerden elinde kahverengi, eskimiş, kokulu, küçük bir radyoyla çıktı:
-Aha bu senindir ağabey tepe tepe kullan.
İçerdeki kadın sesin hala mırıldanmaya devam ediyordu:
-Oğlum Cafer bu kimin radyosu böyle, şuncacık canın, iki para etmez bir evin var, aha şu radyo senin tek varlığın şimdi söyle bana, nasıl alırım ben bunu?
Sinirlendi, kabardı göğsü, heyecanla inip kalktı:.
-Yiğitliğe sığar mı bu, kaybeden ben oldum. Bu senin hakkındır boş ver şimdi beni, al kullan nasıl istersen.
Onu eve doğru ittim:
-Beni içeri buyur etmeyecek misin?
Yutkundu ve sadece yüzüme bakmakla yetindi:
-Bende bu radyoyu kabul etmeyeceğim işte.
Eline bu küçük radyoyu tutuşturarak arabamı çekip yola koyuldum.
Bir hafta geçti, bizim simitçi hiç ortalarda görünmüyordu. Herkes, iddiada yenilince verecek bir şeyi olmadığından gelmeye de yüzü yok , diye düşünüyordu. Ben ne kadar dil döktümse de kimseye bu radyo hikayesini inandıramadım. Ama aklım da az karışmıyor değildi. Belki yeniden karşıya açmıştır tezgahını diye düşünüp içimdeki merakı bastırmaya çalışıyordum. Öğlen yemek yerken Kemal abi söze girdi:
-Hayret ki ne hayret, geçen sanki bizim simitçinin arabayı şu alt sokaklardan birinde gördüm, ama imkanı yok araba kırık döküktü, farelenmişti bile.
-Yok değildir Cafer’inki, o şimdi karşıda gününü gün ediyordur…
-Girmeyecek işte insan altından kalkamayacağa işlere…
-Ya ne demişler…
Bir anda muhabbetin arasına girdim:
-Abi sen nerede gördün şu arabayı, beni hele bir götürüver!
Kimse ne olduğunu anlayamadan yemeğine devam etti .Kemal abi de. Hiddetle:
-Kemal abi, hadi diyorum, sonra tıkın!
Bu hiddetlenmeye sinir olduğu belliydi lakin beni çok sevdiğinden sesini çıkarmadan sofradan kalkıp, düş önüme ,demekle yetindi.
İçimde ürperen korkuya engel olamıyordum. Cafer’in evine giderken ki geçtiğimiz aynı is kokulu caddelerden, evsizlerin önünden geçiyorduk ve aynı camı kapısı kırık evin önünde durduk. Beyaz bir simitçi arabası kırık dökük hırpalanmış yerde yatıyordu. Kemal ağabey:
-Bak, bu işte, oldu mu şimdi istediğin?
Kitlenip kalmıştım. Hareket edemiyordum kapıyı açıp içeri girmem gerekirdi ancak elimi ayağımı kıpırdatamıyordum. Bu korku, bu bilinmezlik beni bitirmişti. Aklıma Cafer geliyor o ince bedeni, yeni gençleşen yüzü, ağzından kaçan şiveli kelimeleri…
-Hey evlat ne oldu sana böyle, bembeyaz kesildin.
-Abi, bu ev Cafer’in evi.
O anda Kemal ağabey de şaşkınlıkla:
-Cafer’in evi mi,?
Koşarak yarı kırık kapıyı açtım. İçerisi küf kokularıyla karışmıştı. Fareler, böcekler ayağıma dolanıyordu ve buz gibiydi tüm oda. Karanlıkta pek de bir şey fark edilemese de, ki öğle aydınlığında zifiri gibi karanlıktı bu ev, iki et parçasına ayağım takıldı ve öğürmemek için koşarak avluya attım kendimi. Kemal ağabey arkamdan telefonun ışığıyla içeri dalmıştı. Ben dışarıda istifra ederken o orada uzunca bir süre kalmıştı. Bir müddet sonra elinde kahverengi o eski küçük radyoyla çıktı.
-Al oğlum senin hediyen değil miydi bu?
İkimizde bardaktan boşanırcasına koyverdik kendimizi. Radyoyu aldım ve hızla oradan uzaklaştım ,kendimi eve kapadım ve birkaç gün Eminönü’ne hiç uğramadım.
Uzun vakitler geçti, radyoyu silip parlatmış bir tane de pil alıp çalıştırmıştım. Mısır arabamın üst camekanına koymuştum bütün gün onunla avutuyordum kendimi. Bizim esnafın maskotu olmuştu bu radyo.
-Hadi mısırcı bir de şunu çalıver! Derdi her gün birisi.
Mısır almaya gelen küçük müşterilerime güzel şarkılar, türküler açardım. Simitçinin adını radyosuyla yaşattım…
Yeni yeni idrak ediyordum olayları, o iki bedenin hikayesini çok sonradan öğrendik. Cafer’le yaşlıca bir kadın suratları buz gibi yatıyorlardı orada. Cafer’in analığıymış o kadın akıl hastası mı neymiş. Kimse neden öldüler, niçin öldüler kafa yormadı. Kadına kalptendir Cafer’e de serseriliktendir dendi. Para pul, akraba olmadığı içinde fazla düşülmedi üstlerine. İki can evlerinde sessiz sedasız, bu diyardan göçüp gitti. Ben de çok ilgilenmedim nedir ne değildir. Radyonun sevgisi beni hayatta tutmaya yetiyordu.
İşte böyle vakitlerde de kendimi koca kanatlı bir martıya benzetirim. Kanatlarımı açar denizler, okyanuslar geçerim ve gagamdan türkü, şarkı eksik olmaz. Kanatlarıma herkesi sığdıracağıma öylesine inanırım ki bunun için yaşarım. Simitçinin olayı beni öyle etkilemiş olacak ki kısa bir dönem için memlekete anamın babamın yanına gittim. Bolca hasret giderdik.
Döndüğümde Cafer’in yerinde yeni, genç bir simitçi duruyordu. Bu Cafer’e göre daha beyaz tenli, akça pakçaydı. Müşterileri de fena görünmüyordu. Yanına yaklaştım:
-Evlat, dedim kaça satıyorsun bu simitleri?
-İki buçuğa ağabey!
Hüzünlü bir gülümseme dudaklarıma yerleşti:
-Peki, sar öyleyse bir tane.
Simitimi kemirirken kimi zaman bir karınca gibi küçüldüm kimi zaman ise bir martı gibi süzüldüm. Bu çocuk daha akıllıcaydı, müşterisi de boldu, iyi iş yapar burada, diye sevinerek mısır koçanlarımı ayıklamaya devam ettim.
Translated with the author’s approval by Irmak Ertaş
A Simit* for Two and a Half Liras
Poverty prowls around the mountain tops, wealth in the other hand roars like a giant and halts. People who begin providing for themselves never return to their homelands. One can’t stumble no longer upon Yuruk communities or ranging shepherds who sing folk songs on the mountains. Upon these dead lands, one can’t stumble upon any seashores or lakes either. In these lands, without seas seagulls of hope, still fly away and afar…
Two seagulls were chatting above the land which was left to lie fallow from the previous year. The seagull with the long beak and combed hair was picking on the other one with dirty feathers and a crippled knee. At one point, both of them began singing a folk song. The one with the long beak was clutching a piece of bread in its claws. It split the piece in two and gave one half to the other one. The gull who received the piece of bread gazed at the gull who gave it to him. It thanked it with a simple nod and went on its way. They found another piece of bread on their way. They shared that piece too. The crippled gull shared its piece with the ants below their claws. The ants of the mountains. Ants were ants. They left their nests, worked all day and then went back inside. An ant’s single aim was to feed itself; it never questioned why it stepped on the same soil every single day or why it was so tiny and everything else was bigger than itself. It worked and worked. It worked calmly and thoroughly but did it win anything at all?
I used to think I was like the ants or sometimes the seagulls. All day, I used to sell sweet corn to kids in my red car around the corner. Eminönü* was very crowded both in summer and winter. It welcomed the neighbourhood street vendors for their nightshift and sent off others to their homes after a busy day. I sometimes longed for my village and felt sad. At those times I took a long sip from my cigarette and kept on sweating by the steam coming out of the huge boiler. My most beloved buyers were kids, without a doubt. It didn’t matter if the corn was local or foreign, as soon as they recognised the smell of the sweet corn, they pushed and pulled their parents near my car.
I used to take the yellow, fruitful boiled corn out of the boiler, place it on a corn leaf and salted its every bit as I turned it over in my palms. Then, I used to hand it to my little customers. But they couldn’t eat the boiling hot corn right away and settled with smelling it for the time being. And as the little customers saw the cotton candy seller, they had a new target in front of them. This would cause the mother to grumble and the father to regret ever buying the corn. But the next time around, nothing would change. The parents couldn’t resist the unforgiving and enchanting tongue of their children and bought the corn again. This would go on and on like this, it was the way it is and we had our share in it. In June, it became busier than usual. On most days, we began working in the morning and went home the next day. We rarely slept at night, only an hour or so in the fishermen’s boats. People who ran to catch the Kadıköy ferry stopped by our cars, bought their simits and corns, and then began their day’s journey.
When it came to our mind that we were also living souls and human beings, we would visit Kemal Abi’s buffet across the road, fill our bags with goods and take the ferry to the islands* or the European side. Tea was our only comfort. Oh, and when we lit some cigarettes alongside… Then I would feel like I was back in my village, beside my mother, listening to my father humming to a folk song. Then all of a sudden, I would shift back to my real life in İstanbul, to the sound of seagull screams, ferry horns and young people’s laughter. I would lean on Kemal Abi. My shift, which began in the morning with a load of work, would be easier towards noon, after I cleaned my car, washed and cooked the corn and readied them to sell. Some days, the corn cobs I prepared would sell out before I knew it. In those times, I would settle with what I got for the day. My days were similar, except for the bets we had with the other street vendors which thrilled me. To be on the losing side was always painful, but I usually won. My greatest prize until this day was a radio. It was from a bet we had with a young simit seller who walked past our neighbourhood every now and then. He claimed that Eminönü – although there were a lot of tourist attractions – was not a good spot to sell simits, because tourists were more into Turkish kebab. I claimed that he simply wasn’t good at gaining their attention. I was a street vendor here for many years now and felt the need to support my neighbourhood. And I saw many simit sellers who ran out of simits and rushed to the oven to provide more. This one’s name was Cafer. One day I said, “Look Cafer, how much do you ask for one simit?” With a surprised expression he said, “Three liras.” I laughed. “That explains it…” He seemed annoyed with my laughter. He said. while combing his newly grown moustache with his fingers, “What’s so funny, brother?” I took out the pack of cigarettes from my pocket and lit one. He watched me silently. A buyer came along: a woman in her thirties, holding a child in one hand and a snake leather wallet in the other. She said, “How much is one simit?” Cafer answered, “Three liras sister, how many do you want?” At that point, I just looked at him and grinned. The woman considered for a long time and asked for only one. I laughed out loud. The woman ignored me and walked away. Cafer turned towards me furiously and said, “See, they look and look at the simits and sometimes they buy nothing,sometimes only one bagel and then leave…” I put off my cigarette. I pushed Cafer beside and took his stand. I started yelling.
“Two and a half liras, two and a half liras! Fresh simits! Hot from the oven!”
Cafer was watching me with confused eyes. Customers were lining up before my red car too. I sent Cafer off to sell corn. I said today you are me and I am you. The price for my corn was the same, the usual buyers came along. But Cafer was lucky. Simits for two and a half liras were finished by the afternoon. As business faded, Cafer came along.
“Brother, how did you manage this?”
I showed him the two and a half liras between my palms and said, “You have to understand the customer’s needs, Cafer.”
I left the money to him and went by my corn car. He offered to share the money or to take my shift for tonight but I refused and walked away saying, “Someday, you will buy sweetcorn from me, brother!”
After that day, Cafer and I became like brothers. I had three brothers back in my village around his age. We were scattered all around Turkey for the sake of earning money to survive. Our mother and father were back home, living off the money we sent them.
Whenever I thought of my brothers, I would turn into an ant. I would shrink and shrink in my human skin. The thought of my hometown grew heavy on me. The trees, patios and adobe houses with a single room. My mother, father and brothers. I would yearn for the times we ate together. The smell of my mother’s freshly baked pastries would cling to my nose and stay there forever. No matter how many places I tried or how much money I spent, none of the spinach pastries I tried tasted like my mother’s. Sometimes, I longed for it so much that I wanted to ease the feeling by dipping my head in the boiler in front of me. Through my last years, I was even more heartbroken. My father became a ghost to me and the vision of my mother fainted and was almost gone. At one of these moments, when I was thinking about my village and my family, Cafer came by.
“What’s the matter brother, you don’t look very well.”
“Don’t even ask, I miss my mother very much.”
Instantly, Cafer’s eyes became watery. Tears came rushing down his cheeks as if he waited for someone to tell him this.
“Aw, calm down my friend.”
I didn’t know what to do so I hugged him and all of a sudden, I was crying too.
Eminönü square never witnessed such a thing before. We both let ourselves go for a while and then sat before the sea. Kemal Abi rushed towards us.
“My friends, what’s going on with you two? Are you in love or something?”
I waited for Cafer to pull himself together and answered:
“No brother, a huge wave of longing washed over us. And now it’s gone.”
Kemal Abi said, “I will open a bottle of soda for both of you and you will feel better.” He came back from his buffet with two sodas. He handed the sodas to us, like we were little kids.
Cafer said, “Oh brother, my mother used to stuff bread and onions in my hand just like this. Oh, those were the days!”
“ Don’t worry brother, we are here. My mother was also like you said, may she rest in peace,” said Kemal Abi and silently called a prayer for her.
As the mood got heavy and sad, I decided to change the subject and placed a bet:
“Nevermind the longing and all, tell me how many simits have you sold today?”
Cafer wiped his tears with his arm and said, “10,15 at most.”
“What is wrong with you, man! I sold 100 simits today, 100!”
Kemal Abi laughed.
“Cafer, you should learn from him, look at him, he has a gift for gabbing!”
Cafer was annoyed.
“I can’t! This goddamn city and this simit car have a grudge against me. Happiness is a dream for me as long as I stay here…”
I said, “Look at me Cafer, I have a bet for you. I bet you can’t sell more than I did today, even if you yelled and tried your best.”
I stood up and yelled:
“Everyone, listen up! If this fellow sells fifty simits until the end of the day, my corn car will be his! With all of its supplies and everything…”
Kemal Abi was shocked.
“Come again? Being cool is good but this is too much, eh? If he manages to sell them, what will you do?”
I answered him, “Let him sell them first, then we will see…”
Cafer was intimidated.
“But, what if I can’t sell that many? I don’t have anything to bet on…”
Kemal Abi and I started laughing.
Kemal Abi said, “Brother, what are you talking about? He is betting on his corn car. You should already start yelling for customers but you’re still standing here chatting.”
Cafer was sure of himself.
“Whatever. I don’t want to be in debt to my brother here.”
I was mad. But it wasn’t an evil kind; but a friendly one. I felt like my brother was rejecting a kind and marvellous offer due to disbelief
“Ok, then you will give me whatever you can. Whatever you have…” I said.
He hugged me and ran back to his stand.
“Three liras! Fresh simits for three liras!”
I turned towards Kemal Abi, “ Two and a half, just ask for two and a half for the simits…”
We were tidying up in the afternoon. Cafer came by, excited. We counted his money. He sold exactly 49 simits. All of us street vendors began laughing, except Cafer. Kemal Abi was the first to speak.
“So come on. What will you give to our corn seller here?”
Cafer looked at the three liras in his hand with teary eyes and said, “I thought of something but…”
I laughed.
“I am kidding, brother. You don’t have to give me anything. I only bet on this for your own good, what would I even take or need from you, please.”
Cafer was upset.
“Brother, please come by my house tonight so I can give you the prize.”
The street vendors were startled. Everyone went back home. I prepared the car for tomorrow and followed Cafer to his home. We passed sooty streets, smelly ruins,passed out homeless people and stopped by an almost wrecked house.
“Wait here brother, I will be out in a second.”
He turned on the light inside. I heard some noises; it was a woman speaking, whining. But I couldn’t figure out what she said. Cafer got out of the house with an old, little, brown radio in his hand.
“Well, this is yours, brother. Use it on good days.”
The woman inside kept on mumbling.
I said, “Cafer, my brother, whose radio is this? You live here, you barely gain enough money to keep you alive and this radio is everything to you. How can I possibly take this?”
He went mad, his chest was rising up and down with anger.
“Is this worthy of a man of his word? I lost the bet, so this is yours to take. Don’t think about me, the radio is yours.”
I pushed him gently towards the house.
“Won’t you ask me to come in?”
He gulped and stared at me.
“Then I wont accept this radio too.” I answered while stuffing the radio in his hands. Then I walked back to my car and left.
A week passed but Cafer wasn’t around. Everyone thought that he was ashamed because he had nothing to give back for the bet. Despite all of my efforts to make them believe that he took me to his house and gave me the little brown radio, no one believed this story. But I was confused. I made myself believe that he opened his simit stand on the European side as he used to do before. At noon, as we were eating all together, Kemal Abi spoke, “I couldn’t believe my eyes. I thought I saw our Cafer’s simit car in a street up there. But it can’t be; the car was wrecked and there were mice in it.”
“No, it couldn’t be Cafer’s. He is probably busy selling countless simits on the European side now,” someone responded.
“One shouldn’t accept bets they can’t take…” the other sighed.
“That’s what they say…”
I interrupted their chat, “Kemal Abi, where did you see this car again? Can you take me there?”
No one understood what was going on. They kept on eating.
I shouted, “Kemal Abi, come on!”
He was annoyed with me but he liked me too much to be angry. He stood up and led me to the street.
I couldn’t repress the fear rising inside me. We went past the same streets and homeless people and we stopped by the very same house Cafer brought me to. A white, simit car was wrecked and lied on the ground.
“See, this is the one I was talking about” said Kemal Abi.
I froze. I couldn’t move. I had to open the door to the house and enter but I simply couldn’t. This fear, this uncertainty paralyzed me. Cafer’s slim figure, his young face and idiomatic speaking came to my mind.
“Hey, what’s going on?” asked Kemal Abi upon seeing my face.
“Abi, this is Cafer’s house” I replied.
Kemal Abi was shocked. He said, “ Are you sure?”
I ran and opened the half broken door. There was a stiff, mouldy smell inside. Mice and bugs were crawling around my feet and the room was freezing cold. It was hard to see in the dark, and I stumbled upon two pieces of flesh. I ran outside, trying not to vomit. Kemal Abi went inside after me with the flashlight of his phone. While I was throwing up outside, he came out with the brown, old radio in his hand.
“Here you go, isn’t this the radio Cafer gave you?”
We both burst into tears. I took the radio and went home. I stayed at home for a few days and didn’t go to my usual spot at Eminönü.
After a while, I cleaned and bought batteries for the radio. I placed it on the top shelf of my corn car. This was helping me cope with everything. All of the street vendors were talking about the radio.
They kept on requesting songs each day.
I played cheerful songs for my little customers; With this radio, I kept the name of the simit seller alive…
Now I understand what happened. We learnt the story of the two bodies much later. The cold bodies of Cafer and an old lady were lying there. The woman was Cafer’s mother. She had a mental illness or something. Nobody bothered finding the cause of their death. They said, she died from a weak heart and they predicted Cafer was just friends with the wrong crew or something like that. And since they had no relatives or any money, there were no questions to be asked. Two souls, quietly died in their home. I didn’t search for what happened either. The memories tied to the radio was enough to keep me alive.
And in times like these, I felt like a seagull with enormous wings rather than an ant. I would open my wings and glide past oceans, seas and mumble to folk songs. I would open-heartedly believe that there is a place for everyone under my wings, that I live solely for this. Cafer’s death touched me so deeply that I went to see my parents for some time.
When I came back, there was a young man who replaced Cafer. This guy had whiter skin and a baby face. He had many buyers too. I approached him.
“Son, how much is one simit?”
“Two and a half liras,” he answered.
An acrid smile appeared on my face.
“Wrap one up for me then,” I said.
As I ate my simit, I sometimes shrunk small like an ant and sometimes grew and glided like a seagull. This new kid knew better, he also had many buyers. He would do good here, I thought to myself gladly, as I combed out the corns in my bucket.
*The OED, in its October update, defined simit as “a type of ring-shaped bread roll originating in Turkey, typically coated with molasses and encrusted with sesame seeds before baking”. Typically encrusted with sesame seeds and known as Turkish bagel, simit is a breakfast staple in Turkey.
**Eminönü is a former district of Istanbul in Turkey, currently a quarter within the Fatih district, which is the capital district of Istanbul and of Istanbul Province. Eminönü covers roughly the area on which the ancient city of Byzantium was built. The Galata Bridge crosses the Golden Horn and connects Karaköy (historic Galata) at north with Eminönü at south. Eminönü is located at the point where the Golden Horn connects with the southern entrance of the Bosphorus strait, near the Sea of Marmara. (Wikipedia)
Bunları da Sevebilirsiniz
İnsan Okur’dan Kitap Önerisi: H.G Wells – Zaman Makinası
Kaynak: İnsan Okur H.G. Wells 1895 yılında yazdığı “Zaman Makinesi” adlı romanında, zamanda yolculuk yapan ana karakter Zaman Gezgini’nin farklı zaman dilimlerindeki toplumları gözlemlemesiyle sınıf ayrımlarının nasıl etkilediğini ve gelecekteki toplumsal yapıları ele alır. Victoria dönemi Londra’sında yaşayan bir bilim insanı zamanda yolculuk yapmak üzere icat ettiği makineyle geleceğin İngiltere’sini ziyaret eder. Romanın en çarpıcı …
İlkyaz’s New Issue Is Lıve!
İlkyaz’s new works are now live and can be found below and throughout the postings on the English homepage! As İlkyaz, we work to introduce three young writers every month. We translate these works, which are be made up of a short stories or poems, into English and endeavour to introduce them to readers outside of …
Tüketim çağı sanatı: Az düşün çok üret
TUĞBA ESEN – AGOS ztugbaesen@gmail.com Haziran ayında Agos’ta yayımlanan bir söyleşiye ‘Az düşünüp çok üreten sanatçılar çağı’ başlığını atmıştık. SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun’la, ‘Ofsayt ama Gol!’ başlıklı e-yayın üzerine yaptığımız söyleşiden çıkan bu tespit, o gün bugündür kafamızı kurcalıyor. Günümüz sanatçıları yapıtlarının üretim sürecine ağırlık verip, düşünceye ve tartışmaya ayırmaları gereken zamandan …