Sönmüş ışıkların unutulduğu, parlayan yıldızlarla çevrilmiş siyah bir hiçlikte doğdum bugün. Tenimde kan, ruhumda toprak var. Ellerim tutmuyor, gözlerim hiçliğe bakıyor ve yalnızca ağlıyorum ilgiye, sevgiye, açlığa. Zaman umarsızca yapıyor işini ve geçiyor beni görmeden. İşte şimdi sanatçısı Tanrı, korsan yazarı insan olan kitaplara ve paraya hizmetçi yeminli ellere budanıyorum: “Doğrul! Doğrul! Doğrul!”
Hatalar yapıldı, bir süre sonra sanki tek başıma kendimi yetiştirmişim gibi benim hatama dönüşen. Yanlış adımlar attım bağcıkların cahilliğimle düğümlendiği. Vücudumu örten vahşi gözlerle çevrildim, üzerimdeki kumaşlar bir başka diyardan biçilmiş gibi. Göğüslerim, bacaklarım, hiç ağrısı dinmeyen sırtım. Masum vücudumun yanlışlarını karanlığa gömen haykırış dolu seslerden aklımda kalan tek bir kelime var şimdi: “Doğru! Doğru! Doğru!”
Bugün sesim kesildi ve sessizlik hakim oldu. Sonsuz dinleyişimin ardından artık bana duyulardan yalnızca görmek ve koklamak sunuluyor. Yalnızca bu iki seçenekle adım atabildiğim bu dünyada işte şimdi aynadaki tüm çirkinliklerim gün yüzünde. Sevmediğim renklerin farklı tonlarıyla şekillendiği makyaj malzemeleri, muhtelif markaların pazarladığı, doğanın çeşitli güzelliklerini hatırlatan parfümleri ve biraz da estetik. İşte karşımda bir kadın var, doğal kokularla sahteliğini örtmeye çalışmış, yapay bir kadın. Ayna başından kalkışımla arzular ve sürekli kim olmam gerektiğini öğütleyen aynı sesler çarpışıyor. Beni toplumun oyuncağı haline getiren o sesler, kim olmam gerektiğini hatırlatarak seslenişlerine devam ediyorlar: “Doğal! Doğal! Doğal!”
Sevilmedim, öpülmedim, dinlenmedim ama bugün evlendim. Bir erkekle hapsoldum beni bilmeyen, görmeyen yalnızca övünen ve yanımda kabaran. Hediyelerim ise örtüler, eşyalar ve ölü çiçekler. Gölgesinde sulandım, biçimsiz yetiştim. Sevgisiz bir çift el beni ele geçirdi, sevimsiz öpücükler ve dokunuşlarla, şimdi ise o aşağılar sesiyle bana sesleniyor: “Doğur! Doğur! Doğur!”
Harcadım, kullandım ve tükettim. Ömrüm gözyaşları ve yabancı bir lanetle mühürlü bugün. Markalarla çevrili reklamlar, gözlerimin rengini unutturan o çerçeveli gözlükler. Korkutucu bakışları, nefreti, kinle yıkanmış elleri daha iyi görmek için yanımdan ayıramadığım gözlükler… Tüm hayatımı resmeden arka planım koyu gri, tıpkı penceremin manzarası. Ağaçlar, toprak, deniz… Tabiatı unutan ben basit kelimeler seçiyorum bugün kendimi toprağa kabul ettirmek için. Doğduğum kokuyu unuttum pahalı parfümlerle. İşte şimdi tenim beyaz ve yapay, bir kurtçuğa nazaran. Bugün ölüyorum, tüm evreni kendimle gömüyorum. Sevgi, aşk ve huzuru bulduğum gün batımına yetişemeden sönüyorum şimdi. Karanlığa hapsolmuş bir vücutta ruhum yalnızca bir kelimeyle inliyor: “Doğa! Doğa! Doğa!”