Gözlerimi ufuk çizgisine dikmiş bakıyorum. Deniz, birkaç kaya kütlesini saymazsak sadece deniz var.
“Hep böyle değil aslında, temmuzda daha güzel oluyor,” diyor yanımdaki kısa boylu, pos bıyıklı adam. Anlattıklarını dinlemedim, dalıp gittim sanacak; oysa ilgisizliğim kulaklarımda uğuldayan rüzgârdan, bir şey duyamıyorum. “Nasıl? Ne dediniz?” diye soruyorum. “Hep bu kadar rüzgârlı olmuyor aslında, temmuz daha sakin oluyor mesela diyorum. Hatta denize bile girmek mümkün,” diye sözlerine devam ediyor. Denize girmek mi? diye düşünüyorum acı acı. Hayali bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Haziran sonundayız, zaten temmuza ne kaldı ki?
“İsterseniz tepeye kadar çıkıp bir de yukarıdan bakalım, manzara çok güzeldir. Ayrıca küçük de bir kilise var, ziyaret edebiliriz,” diyor adam. Başımla onaylıyorum. ‘Kuşlara yem atmayınız’ tabelasının hemen yanında martılara avuç avuç ekmek atan bir grup turistin yanından ayrılıp, kıvrıla kıvrıla tepeye uzanan merdivenlere doğru yürümeye başlıyoruz.
Deniz kabarmaya başlamış. Yarım saat önce yürüdüğümüz sahildeki taşlık yol neredeyse kapanmış. Dalgaların bu kadar hızlı hareket etmesine şaşırıyor insan.
Oflaya puflaya tepeye vardığımızda karşımızda bir inek sürüsü, tepemizde de kara bulutlar buluyoruz. Yine de buraya kadar çıkmışken birkaç fotoğraf çekmeden inmek istemiyorum. Uçurumun kıyısına yaklaşıp aşağı bakıyorum, taşlık yol artık sular altında kalmış. Dalgalar falezleri yalıyor. Filmlere, kitaplara, tablolara konu olmuş şu içi oyuk, sivri kaya buradan gerçekten de harika görünüyor.
Ben böyle sağı solu fotoğraflarken yağmur çiselemeye başlıyor, gözlüklerle yağmur altında fotoğraf çekmeye çalışmak beni zorluyor, makine de ıslanmaya başlıyor. Rehberim, aşağı mı insek yoksa kiliseye mi sığınsak diye karar vermeye çalışırken hem yağmur şiddetini arttırıyor hem de inanılmaz bir rüzgâr çıkıyor. Bir an için ayaklarımın toprak zeminde geri geri kaydığını hissediyorum. Bu sırada bakışlarım, hemen yanda otlayan inek sürüsüne takılıyor. Bu rüzgâr onları da zor duruma sokmuş. Hava akımına dayanmak için gösterdikleri çabayla bacakları yere paralelmiş gibi duruyor. Her şeye rağmen bazıları otlamaya çalışıyor.
“Haydi, gelin, yoksa aşağı düşeceksiniz,” diyen rehberimin sesiyle irkiliyorum. Koşar adım küçük kiliseye giriyoruz.
İçerisi yağmurdan kaçıp kiliseye sığınmış turistlerle dolu. Nemli, neredeyse küf kokulu bir hava hâkim. Nefes alamıyor gibi hissettiğimden yağmur kesilir kesilmez kendimi dışarı atıyorum. Sanki hiç yağmur yağmamış gibi, parlak bir güneş bulutların arasından sıyrılıyor. Rehberimle beraber falezlerin üzerinde biraz daha zaman geçirip fotoğraf çektikten sonra inişe geçiyoruz.
Basamakları yavaş yavaş inerken Monet’nin tablolarına ilham kaynağı olan, Arsen Lüpen’in sığınağı Étretat’nın gerçekten de küçük ama sevimli, manzarası şahane bir kasaba olduğunu düşünüyorum, yine de kimse beni burada denize girilebileceğine ikna edemez. En iyi ihtimalle hava güzel olsa bile az önceki gibi bir anda bozabilir, sonra da dalgalar insanı kayalara çarpabilir. Düşünmesi bile korkunç.
Küçük bir lokantada karnımızı doyurduktan sonra rehberimi Étretat’da bırakıp geceyi geçirmek üzere Fecamp’a yol alıyorum. Étretat-Fecamp arası otobüsle kırk beş dakika sürüyor. Fecamp’a vardığımda saat üçe geliyor, çevrede biraz dolaşmaya çıkmadan önce otelime gidip yerleşiyorum. Tek kişi olmama rağmen iki kişilik büyükçe bir oda veriyorlar. Bir süre dinlenmeye karar veriyorum. İçim geçiyor, uyandığımda saat yedi. Neyse ki kuzey şehirlerini yaz aylarında gezince gün ışığından olabildiğince faydalanmak mümkün oluyor. Fransa bir kuzey ülkesi olmamasına rağmen, neredeyse en kuzeyinde kalan bu noktada bile hava haziran sonu itibariyle gece saat ondan önce kararmıyor. Otelin lokantasında hafif bir akşam yemeği atıştırıp, ardından da Fecamp sahilini gezmek için dışarı çıkıyorum.
Yolda sık ve uzun tüylü bir köpek ile yaşlı sahibine rastlıyorum. Çok geçmeden bu kır sakallı adamla koyu bir sohbete dalıyoruz. Adam, az ilerideki deniz fenerinin bakımından sorumlu, adının Dupont olduğunu öğreniyorum. “Ne kadar güzel ama bir o kadar da zor bir iş yapıyorsunuz,” diyorum. “Şimdikinden çok daha zorlu şartlarda çalıştığım oldu,” diyor “artık emekliliğim yaklaştığı için karaya alındım.” “Ne gibi zor şartlar?” diye soruyorum hemen.
“Bundan on yıl kadar önce yine bir deniz fenerinde, ancak bu sefer Manş Denizi’nin ortasındaki bir fenerde görev yapıyordum. Eşimle birlikte koca bir kayanın üzerinde yıllarımızı geçirdik, gelip geçen gemilere ışık olmaya çalıştık. Teknoloji ilerlese bile bu mesleği sürdürecek birilerine hep ihtiyaç olacak.
Kış aylarında deniz o kadar çetinleşir ki fenerde yaşamak zorlaşır. Bazı haftalar şiddetli dalgalar ve fırtına yüzünden anakaradakilerle iletişim kuramaz, erzak bile alamazdık. Neyse ki yıllar içinde bu duruma alışmış, her daim acil durumlar için bir köşeye konserve yığmaya başlamıştık.
Denizin ortasındaki bu fenerde yaz ayları daha rahat ve hareketli geçerdi. Kaldığımız fener çok geniş olmamasına rağmen birkaç katlıydı, her katta iki üç oda bulunuyordu. Son yıllarda bu odalar otel işlevi görmeye başlamıştı ve Manş Denizi’nin ortasında kısa süreli bir macera yaşamak isteyen turistleri ağırlıyorduk.”
Dupont anlatıyor, ben de gözümü bir an için bile ayırmadan dinliyorum. Denizin ortasında yapayalnız kalma fikri her zaman tüyleri ürpertmeye yeter. Deniz fenerinde konaklama işi benim de ilgimi çekiyor. “Deniz fenerindeki otel hâlâ açık mı?” “Ne yazık ki elim bir olay sonrası kapatıldı. Aslında olayın doğrudan deniz feneriyle bir ilgisi yoktu.
Feneri, hava şartları yüzünden sadece yazın otel olarak işletiyorduk, o günlerden birinde güneşli havayı fırsat bilen misafir ailelerden biri, dönüşe geçmeden önce piknik yapmaya karar vermişti. Dışarıda masa olmadığından deniz kıyısındaki büyük bir kayanın üzerine örtülerini sermiş, kahvaltı ediyorlardı. Ailenin altı ile on yaşındaki çocukları ise kayaların girintilerinde deniz kabuklarını topluyordu. Derken çocuklar çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Ne olduğunu anlamak üzere çocukların yanına koştuğumuzda kayaların arasına sıkışmış, genç bir kadın bedeniyle karşılaştık. Sonradan bu kadının, birkaç hafta önce Fecamp’ta kaybolan genç kadın olduğunu öğrendik. Kadının kendi canına mı kıydığını, birinin mi onu ittiğini yoksa sadece denize düşüp dalgalara mı kapıldığını asla öğrenemedik.”
Bu olaydan sonra yetkililer deniz fenerindeki oteli kapatma kararı almışlar. Zaten bir süre sonra da Dupont ile eşi, emekliliklerine yakın, kıyıdaki bu kısmen sakin deniz fenerine geçmişler.
Sohbet çok zevkli, ancak saat ilerlediğinden olsa gerek, hava giderek soğuyor. Ürperiyorum. Dupont’dan izin isteyip vedalaşıyorum ve sahildeki kafelerden birine giriyorum. İçerisi sıcacık, pencere kenarındaki masalardan birine kuruluyorum. Garson kız yanıma gelip ne içmek istediğimi sorduğunda bir kadeh kırmızı şarap rica ediyorum. Aslında bu havada sıcak şarap bile içebilirim. Sanki kar yağacak gibi hissediyorum.
Şarabımı getiren kıza gülümseyip dışarıyı seyretmeye başlıyorum. Deniz gölgelenmeye başlamış. Dupont, kendisini bir o yana bir bu yana çekmeye çalışan koca köpeğine pek de aldırış etmeden kıyıdaki kırmızı tepelikli deniz fenerine doğru ağır adımlarla ilerliyor. Bakışlarım fenere kayıyor; eteklerine çarpan dalgalar köpüklenip dağılıyor. Dalgalar kıyıda bile bu kadar şiddetle çarpıyorlarsa, denizin ortasında nasıl da kayaları yalıyorlardır kim bilir, diye düşünüyorum.
Bir süre sonra, artık şaraptan mı kaynaklanıyordu bilemiyorum, içerisi fazlasıyla sıcak geliyor. Gözlerim kapanmaya başlıyor. Şarabımı birkaç yudumda mideye indiriyor, hesabı ödeyip dışarı çıkıyorum.
Suratıma çarpan soğuk hava dalgasıyla kendime geliyorum. Daha doğrusu sıcak ve soğuğun temasıyla kısmi şoka giriyorum desek daha iyi olur. Otelime yollanmadan önce Fecamp’ın yüksekliği yüz metreyi aşan, dik, bıçakla kesilmiş gibi duran falezlerini gece gözüyle görmek istiyorum.
Ellerimi cebime sokup hızlı adımlarla sahilde yürümeye başlıyorum. Hemen ileride, solda kalan falezler tıpkı koca bir dağı andırıyor. Falezlerin neredeyse denizle kesiştiği noktada biri –herhalde ihtiyaçlarını karşılasın diye– küçük köpeğini gece gezmesine çıkarmış. Adamla köpek, dik falezlerin yanında iki küçük nokta gibi kalıyorlar.
Gökyüzü yine bulutlanmaya başlıyor. Öğleden sonra Étretat’da başıma geldiği gibi fırtınaya yakalanmak istemiyorum. Üstelik şimdi güneş de olmadığından hava daha serin geliyor. Tam geri döneceğim sırada falezlerin tepesinde bir şey hareket ediyor. En başta bunun, Étretat’da karşılaştığım gibi bir inek olabileceğini düşünüyorum. Ancak şekil bir inek için fazla ince uzun. Sanki üzerinde 1900’lerden kalma, uzun etekli bir elbise bulunan, şapkalı bir kadın bu. Hem günümüz için, hem de gecenin bu vakti için ilginç bir elbise seçimi. Ben bunları düşünürken kadının yanına –ya da en azından kadın olarak gördüğüm şeklin yanına– daha iri yarı biri yaklaşıyor. Biraz daha kenara yaklaşırlarsa aşağı düşecekler, diye düşünürken yağmur çiselemeye başlıyor. Gözlüklerim ıslandığından iyi göremiyorum. Kapüşonumu takıp kol yenlerimle gözlük camlarını ovalıyorum. Görüntü biraz daha netleşiyor, ancak çiseleyen yağmur görüşümü kısıtlıyor. Ben gözlükle uğraşırken kadınla adam (en azından benim gördüğüm kadarıyla) birbirine daha da yaklaşıyor. Sanki kadın geri geri kaçmaya çalışıyor, adamsa onu bir şeylere zorluyor. Bir an için tartıştıklarını duyar gibi oluyorum. Kadın kenara fazlasıyla yaklaşıyor. Ne falezlerin yukarısına nasıl çıkılacağını biliyorum, ne de yüz metrelik falezleri iki dakikada tırmanacak gücüm var. Ama bir şeyler yapmam gerekiyor. Çaresizce çevreme bakınıyorum. Kimse yok. Yağmur ve rüzgâr şiddetini arttırıyor. Güçlenen rüzgâr bana “İmdat,” diye bağıran birinin sesini taşıyor. Yukarıda neler olup bittiğini bilmiyorum, ancak biri ‘imdat’ diye seslendiğine göre canına kastediliyor olmalı. Kısa bir yürüyüş yapıp döneceğim diye düşünerek cep telefonumu yanıma almaya gerek görmemiştim. O anda aklıma Dupont’a haber vermek geliyor. Deniz feneri hemen yanı başımda.
Koşarak deniz fenerine ulaşıp kapıyı çalıyorum. İçeriden bir havlama bana karşılık veriyor. Tokmağı hızlı hızlı tekrar vuruyorum. Çok geçmeden biri, ayaklarını sürüye sürüye kapıya yaklaşıyor. Kapıyı açan yaşlı kadın, Dupont’un bahsettiği eşi olmalı. Kendisine hızlıca durumu izah ediyorum. Dupont, geceden önce son kontrolleri yapmak üzere fenerin tepesine çıkmış. Kocasına hemen haber verecek, kendisi de polisi arayacak.
Dupont zaman kaybetmeden aşağı iniyor. Üzerine bir şey alıp benimle dışarı çıkıyor. Onu koşar adım, kadını ve adamı gördüğüm sahil kısmına götürüyorum. Falezlerin tepesinde kimse gözükmüyor. “Belki de sadece otalayan ineklerdi,” diyor. Açıkçası biraz alınıyorum. “Birinin yardım çağırdığına eminim. Gayet iyi işittim,” diyorum.
Tekrar falezleri ve eteklerini incelemeye başlıyorum. Bu sırada yaklaşan polis sirenlerini işitiyoruz. İşte tam o anda biri yine cılız bir sesle, “Yardım edin!” diye bağırıyor. Bir falezlerin tepesine, bir Dupont’a bakıyorum, “Şimdi işittiniz ya!” diyorum. “Evet,” diyor, “ancak yardım çığlığı falezlerin tepesinden gelmiyor, denizden geliyor.” Gerçekten de parmağıyla işaret ettiği noktada, sanki denizin ortasında oturur gibi duran bir adam var. Suyun ortasında, ancak kıpırdamıyor. Bir sandalda olsa hareket etmesi gerekirdi, diye düşünüyorum.
Adama doğru koşmaya başlıyoruz. Gerçekten de denizin ortasında, elinde tir tir titreyen köpeğiyle, bir kayanın üzerine oturup kalmış bir adam var. Aslında karşımdaki kişi tam da yirmi dakika önce falezlerin dibinde gördüğümde, bir noktayı andıran adam ile köpeği. Yanlarına geçmek için yüzmemiz gerekiyor, o yüzden kıyıda durup kendisine sesleniyoruz. Polisin ve cankurtaranın yolda olduğunu söylüyoruz. Adamcağız kendinden çok kucağındaki köpeği için endişeleniyor gibi.
Cankurtaran geldikten sonra öğreniyoruz ki köpek, denizde gördüğü bir dal parçasını yakalamak için atılmış ve tasmasından kurtulmuş. Dalgalara kapıldığı için kıyıya dönememiş. Köpeğinin çaresizliği karşısında canını bile vermeye razı olan bu genç adam ise hiç düşünmeden suya atlamış, ama su gerçekten de öylesine soğukmuş ki atlar atlamaz ayağına kramp girmiş. Yine de köpeğe ulaşmayı başarmış ve kendini güç bela bir kayanın üzerine atmış. Köpeği de soğuk yüzünden kendinden geçmiş. Neyse ki ikisinin de hayati tehlikesi yok.
Adam bana içtenlikle, durmaksızın teşekkür ediyor. “Yardım çağırdığınız için minnettarım, hayatımızı kurtardınız. Ne kadar teşekkür etsem az…” Oysa adamı ve köpeğini fark etmemiştim bile. Aklım o falezlerin üzerindeki kadına takılı kalmıştı. Gerçekten orada mıydı? Biriyle kavga mı ediyordu? Bakışlarımı tekrar yukarı kaldırıyorum. Falezler sakin gözüküyor. Biri omuzuma dokunuyor. “Merak etmeyin, büyük ihtimalle otalayan hayvanları gördünüz. Geceleyin gölgeler çok farklı gözükebiliyor insana. Başka bir durum varsa yarın yerel gazetelerden okuruz. Bir gece için fazlasıyla can kurtardınız. Gelin size otelinize kadar eşlik edeyim.” Dupont gülümseyerek bana bakıyor. Yerel gazete kısmı canımı sıkmış olsa da bozuntuya vermiyorum. “Peki,” demekle yetiniyorum. Köpekli adamı selamlayıp ağır adımlarla otele doğru yürümeye başlıyoruz. Yağmur kesildi, hiç yağmamışçasına; ay, gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor. Ara ara dönüp omuzumun üzerinden falezlere bakıyorum. Hiçbir şey kıpırdamıyor.