Kaynak: İktidarı Görmek, 21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm, Nato Thompson, Çev. Erden Kosova, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, s. 41-44

“Didaktik Olan”

Didaktik sözcüğünün pek dostu yoktur sanat alanında. Gevşek eğretilemelere, yakalanması zor anlamlara, karmaşıklığa ve kavramsal fikirlere değer veren tuhaf bir diyar olan sanat dünyasında bu sözcük olabilecek en ağır hakarettir; değerlendirme ve eleştiriler sırasında sarf edildiğinde stüdyo sanatçılarının omurgalarını titretir. “Banal” sözcüğünün kuzeni sayılabilecek “didaktik” sıfatı, utanç verici ve naif bulunan ve fazla açık konuşan her şeyin üzerine boca edilir. Bu da “didaktik”i sanat alanının dışında konumlar.

Yine de bu kısa tarif -hem sanat alanını kuran şey hem de onun kapsamı dışında kalan şey için- varlığı oldukça şüpheli bir sınırı korumaya çalışır. Sanat yapıtını kuran şeyin aslında ne olduğu sorusu etrafında şekillenen zıtlıklar sanat tarihi boyunca varlığını sürdürmüştür. İçsel açık seçiklik eksikliği -sanatın tanımını sezgisel bir şekilde kavradıklarını söyleyen bir topluluğun üyelerinin de desteğiyle- sanatın araçlarına toplumsal dönüşüm amacıyla başvuran angaje sanatçılar üzerindeki ketleyici etkisini sürdürür. Tatmin edilmesi güç bir izleyici türüdür sanat çevresi. Didaktik olan ile sanat arasındaki ilişki derin yaralar almaya devam ediyor ve aradaki uçurum büyüyor: Didaktiğin içinde zorlukla ilerlemeye çalışan topluma angaje sanatçı, mutlak estetiğin katılaşmış kodlarını her şeyin üzerinde tutan sanat çevresinin gazabını üzerine çekiyor.

Didaktik, tanımı itibariyle, öğretme ve ahlakileştirme arzusuna karşılık gelir. Bu genellikle bir yapıtın anlaşılabilir olduğu, bir imgenin üretimini ve izleyicide yaratmak istediği tepkiyi

okumanın zor olmadığı fikrine indirgenir. Bir posterde “Savaşa Hayır” yazıyorsa onun didaktik olduğunu düşünürüz, çünkü bakan kişiyi savaşa karşı olma konusunda cesaretlendirmeye çalıştığı çok açıktır. Fakat niyetliliği okuma becerisi ile öğretme becerisi aynı şey değildir. Hatta denebilir ki sözcüğün gündelik konuşma dilinde kazandığı anlam, dersin zaten bilindiği bir durumda öğretmeye çabalamaya karşılık gelmektedir. Yani öğretmenin ve ahlaki ders vermenin tekrarcı ve yeni bir şey ortaya koymayan bir iletişim biçimini beraberinde getirdiği ima edilir. Yaptığımız tartışma bağlamında, sözcüğün yaygın kullanımıyla tanımı arasındaki bu küçük farkı bir dereceye kadar kabul etmemiz gerekiyor.

Didaktik pek çok anlama gelebilir ve didaktik bir sanatçının niyetlerinin okunabilirliği istikrarsızdır; imgeleri farklı insanlar, farklı perspektiflerden okur. Bir izleyici için bariz olan şey bir diğeri için aynı derecede açık olmayabilir ve bir izleyiciye neyin anlam ifade edeceğini -neyin ilham vereceğini- ölçmeye girişmek bir varsayımın ötesine geçmez. Ama bu tür bir varsayımın getirdiği sonuçlar da vardır. İnsanlara gerçekten nasıl ulaşılır? İmgelerin, konuşmanın ve eylemlerin yaptığı şey nedir? Sürekli artan bir görsel üretimle geçmiş onyılların ardından, bir bütün olarak kültürün kodları yorumlama kapasitesi de arttı. Artan görsel okuryazarlık güçlü bir niyetlilik duygusunu da beraberinde getirir.

Didaktik üzerine tartışılırken kesinlikle akla ilk gelen tür olmayan Soyut Dışavurumculuğun paradoksunu ele alalım. Soyut Dışavurumcu ressamların soyut resimleri gerçekliğe daha da yaklaşma arzusuyla üretilmişti. New York’lu kuramcı Clement Greenberg’ün savunuculuğunu yaptığı Soyut Dışavurumcular temsiliyeti tümüyle reddediyordu: Temsile dayalı resmin göz aldanmasına başvurduğunu, gerçeklik ve açıklık anlamında bir sihirbazlık gösterisinden pek de farklı olmadığını söylüyorlardı. Jackson Pollock, Mark Rothko, Clyfford Still ve Barnett Newman’ın yapıtlarında gördükleri şey, şeyleri olduğu gibi resmetmeye dayalı tümüyle yeni bir temsili olmayan estetik lehine, burjuva estetik değerlerinin reddiydi. Burjuva estetiğinin reddi ve kendi estetiğini geliştirmiş olma iddiası elbette avangard geleneğe özgü bir iddiadır: Yirmi sene sonra Richard Serra, Donald Judd ve Dan Flavin’in Minimalizmi de hemen hemen aynı işlevi görecekti. Minimalizm de burjuva estetiğini reddediyor olmanın getirilerinden yararlanacaktı.

Tuhaf bir şekilde, Soyut Dışavurumculuğa o dönem getirilen eleştiriler bu akımı aşırı didaktik olmakla suçluyordu. Her şey aşikardı, ne görüyorsanız oydu. Sarı şeritli bir kırmızı tablo, sarı şeritli bir kırmızı tabloydu, o kadar. Ancak Soyut Dışavurumculuk, sanat tarihi açısından, Amerikan psişesinde burjuva sanatından kopuş olarak pek yer etmiş olmasa da yeni bir duruma işaret ediyordu: Eğer ne görüyorsanız o idiyse, o zaman pek çok insanın gördüğü şey, zengin insanların bir çocuğun bile yapabileceği bir şey önünde bilgiçlik taslayışıydı.

Bu da bir insanın didaktik fikrinin bir diğer insanın kafa karışıklığı olduğu anlamına gelir. MASS MoCA’da çalışırken benim düzenlediğim ve insanlar ile hayvanlar arasındaki geçirgen alanı irdeleyen “Hayvan Oluş” başlıklı bir sergi sırasında Harvard Üniversitesi’nden gelen bir sınıf öğrenciden, izleyici algısını incelemelerini istemiştik. Vardıkları sonucu basitçe özetlemek gerekirse, izleyicinin sanat hakkında bilgi seviyesi yükseldikçe, karşılaştığı yapıtla kurduğu yorumsal bağlar azalıyordu. Sanat hakkında bilgili insanlar ince estetik manevralara odaklanırken, bilgisi olmayanlar yapıtın ne anlama gelebileceğine dair getirdikleri yorumlarda büyük sıçramalarda bulunuyor, oldukça geniş bir kişisel göndermeler yelpazesinden yararlanıyordu. Öğrencilerin çıkardığı sonucun şu olduğu savunulabilir: Sanat hakkında bilgilendikçe ondan alınan şey azalıyor; fakat bu, konuyu ciddi biçimde çarpıtmak anlamına gelecektir. Araştırmadan çıkarılabilecek daha önemli ders, basitçe, daha fazla bilgi sahibi olan insanın sanata yaklaşımının genel izleyiciye kıyasla radikal biçimde farklı olacağıdır. Bu dersi

ciddiye almak gerekir, zira genel izleyiciye ulaşmak isteyen sanatçıların (ve sanat insanları ve eleştirmenlerinden oluşan çevrenin), sanatsal jestlere dair kavrayışlarıyla genel izleyicinin kavrayışı arasındaki farkı hesaba katmaları gerekmektedir.

Fakat bu noktada, zaman zaman didaktik mesajın kendisi kadar dolambaçsız olabilen didaktik deneyimini büsbütün etkisizleştirmememiz gerekiyor. Yakınlarda anarşist bir kitabevine uğradım ve sanata ayrılmış raflarda beklenebilecek tarzda kitaplarla karşılaştım. Grafiti, Adbusters, reklam panosu müdahaleleri, Emory Douglas’ın Kara Panterler için tasarladığı posterler ve savaş karşıtı poster kampanyaları üzerine kitaplar oluşturuyordu sunulan kitap seçkisini. Kitabevinin duvarlarını Fred Hampton, Emma Goldman, Little Bighorn, Up Against the Wall Motherfucker gibi kayıp radikal önderlerin yaptıklarını ve genel olarak pek bilinmeyen çok sayıda başka insani ve tarihsel olayı vurgulayan harika “Celebrate People’s History” [Halkın Tarihini Kutlayın] posterleri süsülüyordu. Bunların hepsi hala önemli olsa da dükkanda didaktik olmayan sanata hiç yer ayrılmamış olduğunu fark etmeden edemedim. Çağdaş sanata dair hiçbir kitap yoktu kitapçıda ve her estetik projenin bir davası olması gerekiyordu. Her görsel gösterenin ille ya sokaktan ya da bir siyasal hareketten alınmış olması gerekiyormuş gibiydi. Muğlak olana, şiirsele, absürde, -doğrudan doğruya aktivizmle ilişkilenmeyen herhangi bir jeste- yer yoktu burada.

Bunları da Sevebilirsiniz

buluğ çağımın deli gömlekli ahtapotu nereye koşar, nerede kesilir tık! nefesi sekiz bileği olsa sekizi de sızlayacak kıyılarının kestiğince kanayacak içdenizi ona bir ambulans! dil ucunun turuncu fırtınasında savruk yitik kimi sözcükler gibi unutulurken adım annemin tırnak diplerinde mayası genç kızlığımın kimse çağırmayacak, kimse çağırmayacak ah ambulans! ben büyümemeliyim efendim beni soracaklar doğmamış çocuklarıma beni …

Share

  War and Peace, Leo Tolstoy’s epic novel of Russia in the Napoleonic wars, has for some time borne the unfortunate, if mildly humorous, cultural role as the ultimate unread doorstop. (At least before David Foster Wallace’s Infinite Jest or Karl Ove Knausgaard’s My Struggle.) The daunting length and complexity of its narrative can seem uniquely forbidding, though it’s …

Share

Koyu kahve gözlerini çevrelemiş kızıllık, kaşlarının arasına sızıp geçen yılların getirisi beyazlıklar, alnının sağ tarafına yatmış küçüklüğündeki bir kazanın bıraktığı ince dikiş izi, yorgunluğundan solmuş çehresini destekleyen sadece kenarlarında pembesini koruyabilmiş dudaklar… Aynadan yansımasına bakan Aziz Bey, dün geceye yoldaş ettiği düşünceden kendini hala kurtaramamıştı. Oğluna nasıl açıklayacağını düşünüyor, kafasında kurduğu yüzlerce senaryonun hiçbiri istediği …

Share
Önceki / Previous Genç Yazarımız Beyza Gülaş: Bir Sonraki Adımda Sanat ve Tasarım Yazarlığı
Sonraki / Next MÜBALAĞA BİR ŞİİRİN GİRİŞ/GAH MAKAMIDIR / The Introductory Authority of An Hyperbolic Poem