Feriköy… 18. yy başlarına kadar “Aya Dimitri” olarak bilinen bu yer, sonraları semtin ünlü tüccarı Mösyö Feri’nin ismiyle anılır olmuş. O geceden sonra ise; benim gibi yersizlerin, hatta belki de “araftakilerin başkenti” olmuştu artık…
Vahan’dır adım… Feriköy Ermeni İlkokulu karşısındaki evim, dedem Kevork Efendi’den beri gelen aile mirasıdır bana… Yokuşa girer girmez; bitişik düzende hemen ilk dükkândı saat tamiri yaptığım yer… İstanbul Darülfünûnu’nun sıralarını bir yandan aşındırırken; beri yandan harçlığımı çıkarmak için saat
Ustası Artin’in yanında öğrenmiştim bu zanaati… Işıklarda şimdi, hiç unutmam nasihatlerini…
“Bana bakasin evladim, bu mesleğe “tamirzi” kim demistir, halt etmistir. Bu tik tak varıdır ya bu tik tak; bir daha o anî yasamayazaksin demektir. Anlayazayin; bu meslek hayatin ta kendisidir bre.”
Dün gibi kulağımda… Belki de hayatı tercih etmiştim bu sözleriyle. İnsanların geçip giden her anına tanıklık ediyordu bu tik tak sesi… Dil, din, ırk, mezhep; etnik köken, siyasî kutup bilmeksizin atıyordu her birimizde aynı anda…
Alt komşum Nezahat Abla, Çanakkale şehidi eşi Goca Salih’in fotoğrafı asılıdır duvarında, akıp giden yıllar onun gözyaşları ile bezeliydi ama unutmaya yetmemişti hiçbir zaman…
Karşı köşede Takis Amca’nın fotoğraf stüdyosu, bırakamamıştı o her çekimde toz bulutu yaratan emektar makinesini, “kâlâ be pedimu, bisden anicak bu kadari olûr heğğ…”
Manav Hamdi, Berber Selim, Kunduracı Kostas, Enstrüman Ustası Sarkis, Tabip Hayim… Hepsi aynı zaman tünelinin mozaiği, birer taşı gibiydi ta ki o geceye kadar…
Bir Alman Atasözü’nde duymuştum: “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Artık o mozağin taşlarının yönü alevdi…
Aslında çok olmamıştı Belkıs Hanım’ı görmeye başlayalı… Büyüleyici bir güzelliği vardı… Uzun kestane rengi saçları topuz, narin bilekleri, vişneçürüğü ojeleri, gerdanında simden kolyesi… Tepeden tırnağa “hanımefendi”liği çağrıştırıyordu içimde daha önce hiç uyanmamış bir noktaya doğru.
Hep aynı erkek saati ile geliyordu dükkâna… “Yüce Tanrım ya zevcesinin ise bu saat ya asker yolu gözlediği nişanlısına ait ise…?” Sormadan edemezdim, her geçen gün hayatta eksik olan yanıma vuruyordu gülümsemesi…
– Çok güzel bir erkek saati, eşiniz zevkli biri olsa gerek.
– Babamın saati, aslında epey eskidi ama kıyamıyor; aile yadigârıdır da.
Derin bir “oh” çekmiştim… Umut serpilmişti kor olan sol yanıma… Cesaret bu ya; bir kelâm daha etmez miyim…?
– Keşkül sever misiniz…?
Hem duraladı hem gülümsedi; beni sorsanız hicaptan al al olmuş yanaklarla öne eğdim gözlerimi…
– Şayet refakât edecek zat ile hasbıhal ediliyorsa, tabi ki…
Dünyaları vermişti bana o letâfet dolu Belkıs Hanım… Onu ilk görüşüm mü; yoksa “aşk”a dair “ilk görüşüm”müydü bilinmez, tek bildiğim daha önce tatmadığım bir his vuku buluyordu benliğimde…
Kısa sürede artmıştı buluşmalar, her yenisi öncülünden daha keyifli, daha duygu yüklüydü… Yanımdayken duyduğu saadeti ben de gözlerinde görüyordum artık… İzdivacı taçlandırmak, artık tek gâyemdi…
Ancak; gözlerinde hep bir buğu hâkimdi…
– Belkıs neyin var canpârem, seni üzecek bir durum mu var…?
– Korkuyorum Vahan, yalnızca korkuyorum… Bir rüya görüyoruz sanki, ya
uyanırsak diyedir kederim…
Haksız da sayılmazmış, ailesinin kulağına gitmiş bir Ermeni adam ile birlikteliği. Meğer bizim tanışmamıza vesile olan o saatin sahibi olan, Demokrat Parti Mebusları’ndan Şefik Bey’in kızı imiş Belkısım… Babası memleketin çok gergin olduğunu; hem de muhtemel bir Ermeni damadı gerek aile gelenekleri; gerekse parti disiplini açısından da tasvip etmediğini ve bundan böyle de asla görüşmeyecekleri hususunda sert bir dille uyarmıştı…
Ortam pusluydu; her yeni günde gayrîmüslim azınlıklarla ilgili türlü şayâalar duyuluyordu etrafta… Bu et ile tırnak olmuş mozaikten, birlikteliklerinden daha nice gelecekler doğuracak sevgi bağından rahatsızdı anlaşılan birileri…
Bizi bu beslemeliydi, aksine bu hastalıklı zihinlere inat daha sıkı kenetlenmeliydik… Belkıs’ı evime davet edip; evlilik teklifimi iletmeye karar vermiştim.
Takvim 6 Eylül Salı Akşamı’nı gösteriyordu…
Evde hummalı bir hazırlık içerisindeyim… Barbunya plâki, topik, tarama…
“Ü-hüüüüü… Heytt be oğlum Vahan, baban da mı aşçıydı…?”
Lâle mevsimi değildi ama severdi Belkısım lâleyi, bulup onlardan koydum vazoya… Şamdanlarım masayı süslüyor; kokulu mumları üzerinde… Köşesine de “Zorah Karasi” bir kırmızı şarap yanında tirbişonu ile hazır ve nâzırdı efendim…
Saat 19:30-20:00 suları… Sokağın derin sessizliğinde önce Berber Selim’i duyar gibi oldum…
“Vahaaaaaannnn, hainnnnnnnn, bizim ekmeğimizi yedin soykası batası…”
Manav Hamdi, Yoğurtçu Tevfik, Kebapçı Medet, Ali, Osman, Ercan, Suat, bu, o…
“Defol giiiiiiiiitttttt; Atamız’ın evini yıkan Rumlar, suyumuzdan içen Yahudi tohumlarıııııı, Ermeni piçleriiiiiiiii!!!”
Gözlerime inanamıyordum… Yarım asırdır aynı mahalleyi paylaştığım dostlarım, her gün dükkân önünde tavla attığım esnaf, “çocuğunun kirvesi” yaptıkları adamı bir av gibi bekliyorlardı…
O sırada telefon çaldı… Arayan Belkıs’tı… Gözyaşları içinde kekeliyordu…
– Vahan, hastanedeyiz… Babam’ı linç ettiler… Ölesiye vurdular ölesiye… Hedef bendim, “Ermeni itiyle sürten aşifteyi yakınnnnn, vuruuuuun durmayınnnn; parçası kalmasınnnnn” diye haykırıyorlardı… Komşularımızın, ahbaplarımızın hepsinin gözleri dönmüş gibiydi sanki… Babam “durunnnn yapmayınnnnn; kızım o benim diye diye…”
Sözünü tamamlayamadı, hıçkırmaktan konuşamaz hâle gelmişti…
– Babam ölüyor Vahan… Seni de kaybedemem, en azından yaşadığını bilmek bile güzel… Seni sağ salim uğurluyorum kalbim, hiçbir zaman unutmamak üzere hem de…
Belki bir gün bambaşka bir dünyada… O zamana saklayalım düşlerimizdeki anları…
Usulca kapadım elimden kayıp giden telefonu… Kadehimi doldurdum; Belkısım için de bir katre… Yudumlayıp; derin bir nefes aldım haykırmadan önce… Artık gözümden akan yaşlar bağırıyordu sanki isyanımı… Yersiz, nefessiz, sevgisiz, merhametsiz kalmanın yarattığı hoyratlığa…
Benim için; “dışarıda ölüm ihtimâl, içerimde ise zulüm kesindi” artık…
Işıklar dışarıda çoktan sönmüştü, karanlık çökmüştü semtimize bir kere… Ben de ışıkları kapattım, ceketimi aldım ve umarsızca yavaş yavaş merdivenlerden aşağıya indim…
Beni bekliyordu artık “DÜŞ(ü)M(deki)ANLARIM…”