İnci Aral 18 yaşında, Bursa / Gemlik, 1962 Yazı

“Yazmak beni iyileştirdi. Çünkü benim çok zor bir çocukluğum oldu. Çok küçük yaşta anne babamı kaybettim. Ailemiz dağıldı. Okumak ve yazmak beni hem daha iyi bir insan yaptı, daha sevgi dolu, daha vicdanlı bir insan haline getirdi. İnsanı öğrendim çünkü. Hem de doğrudan yazarak iyileştim ben. O ruhumdaki yaraları iyileştirdim.”

1944 yılında Denizli’de dünyaya gelmiş edebiyatımızın İnci’si. Kendi doğumunu, bizzat tanık olmuşçasına, eski bir fotoğraf üzerinden kalemine has sezgisel yaratıcılıkla şöyle aktarıyor “Unutmak” kitabında: “Bir kasım sabahı Denizli’deki o evin alt katında doğdum. Ne kan kokusu ne de korku duydum. Havada bahçeden gelen hafif bir yaprak çürüğü ve odun dumanı kokusu vardı. Gün perşembeydi. Annemi fazla yormadım. Çünkü daha o gün, yatağında saçları maşayla buklelenmiş ve beni dizlerinin üzerine koymuş olduğu halde objektife poz vermiş. Babam, babaannem, ağabeyim ve kundaktaki ben.

Erken yaşta babasını yitiren yazarın omzuna bir de annesizlik eklenmiş. İç dünyasına dönen, çekingen, suskunluklarla dolu, kırılgan bir çocukluk geçirmiş Aral:

“Suskunluğum, babamın ölümünden sonra Bursa’ya, halamın yanına gelişimiz ve annemin bir hafta sonra depresyon ve hipertansiyon tanısıyla hastaneye yatırılmasıyla başladı. Yabancı bir ev, ortam, babadan sonra anneden de ayrı kalmak! Annesinin yalvararak yemek yedirdiği, aşırı iştahsız, çöp gibi bir çocuğun, ekmeğine çok fazla tereyağı sürdüğü için halasından azar işittiği günler. ‘Ağabeyimi mahveden senin annendir! Hırslıydı, kızdığında kocasının yakasından tutup gömleğini boydan boya yırttığını bilirim!’ On yaşındaki bir çocuk için ilk hayat bilgisi dersleri…”

Ancak bu kırılganlığın en büyük hediyesi, edebiyatın tılsımlı bahçelerinden aldığı davet olmuştu. Yazının gücünü erkenden keşfetmiş, onu incelikle işlemeye başlamıştı bile: “Ama dilim, içimde gizlice akıp gitmeyi sürdürüyordu. Bir kayaya çarpıp geri döneceği günü bekliyordu sanki. Ölümünden sonra o dilin annemin dili olduğunu, en azından aynı kaynaktan beslendiğimi anladım. Sandığında bulduğum küçük Ece Ajandası’na yazılmış hislerin ve hatırlayışların diliydi sahip olduğum dil. Bildiğim; yazarlığımın kesin olarak o defterle başlamış olduğudur. Oradaki her satır, okudukça yeni sürgünler veriyordu içimde. Söylemenin yazmak kadar şiirsel, etkili ve kalıcı olamayacağını anlıyordum. Söylemek inkâr edilebilir, yanlış anlaşılabilir ve hiçbir zaman tam olarak gerçeği yansıtmayabilirdi. Söylenenler unutulabilir ya da önemsenmeyebilirdi. Bazen katı ve incitici de olabilirdi. Ama yazmak? Yazmakta yürek çelen bir incelik, sınırsız bir içtenlik ve büyük bir güç vardı. Söyleyebilmenin asıl yolu yordamı yazmaktan geçiyordu.”

Kendisi de uzun yıllar öğretmenlik yapmış olan İnci Aral, bir dönem Varlık’ta şiirleri yayımlanan Türkçe öğretmeni arkadaşına yazdığı mektuplarla yazın dünyasına ilk adımını atmış aslında; arkadaşının yüreklendirici övgü ve önerileri onun içinde büyüyen ertelenmiş arzuları bir anda gerçek kılmış:

“Öğretmen odası ortamında edebiyat ve kitaplar üzerine yeterince sohbet imkânımız olmadığı için, okul içinde elden iletilen mektuplarla ve sonra o, yaz tatili nedeniyle oturduğu yakın kasabaya gidince yazışmaya başlıyoruz. Her yerden, bıkıp usanmadan yazıyorum ona. Muğla’ya gidiyorum, eski Muğla evlerini 25 sayfa anlatıyorum. Bir kitap okuyorum ya da ilginç bir durumla karşılaşıyorum, oturup yazıyorum. Sonra arkadaşım bir mektubunda; ‘O kadar güzel yazıyorsun ki okumaya doyamıyorum. Kesinlikle ciddi ciddi yazmayı düşünmelisin,’ diyerek yüreklendiriyor beni. Nicedir bu sözleri bekliyormuşum gibi Haziranlarda’yı yazıyorum. Ona yazılmış bir mektuptan dönüşmüştür bu hikâye aslında. Öyle hazır ki kafamda, bir gecede, bir oturuşta çıkıyor. O sonbahar, yazdığım ilk dört hikâyeden ikisini Varlık’a, ikisini Türk Dili dergisine gönderdik birlikte. Övgü dolu mektuplar aldım rahmetli Yaşar Nabi’den, TDK yazı kurulu üyesi M. Şerif Onaran’dan. Hikayeler arka arkaya yayımlandı. O yıl aralıksız yazdım. 1977’de çeşitli edebiyat dergilerinde on iki hikayem yer aldı.”

Katıldığı söyleşilerde, verdiği röportajlarda edebiyatın kadim bir aktarım meselesi olduğuna gönderme yaparak engellenmeye çalışıldığını hissettiği nitelikli genç yazarlara her zaman destek olduğunu belirten yazar ‘Unutmak’ başlıklı kitabında genç kalemlere de değinmeden geçmiyor elbet: “Bazı genç yazarlar çok mağrur. Kendilerinden önceki deneyimli yazarları reddediyor, onlardan yararlanmak yerine yollarını kesen dinozorlar gibi görüyorlar. Bazıları da bizim kuşağımıza göre çok daha içten. Edebiyata giren yeni adların, kıskanıldığını, ayaklarına çelme takıldığını gördüğüm için, onlara elimden geldiğince destek vermeye çalışıyorum. Zaten iyi şeyler yapanların ortaya çıkması bugün eskisine göre daha kolay. …Genç yazarlar da ödüllere bel bağlamasınlar. Kendilerine ve yazdıklarına güvenmeliler, jürilere değil. En büyük ödül okurun sevgisini, ilgisini kazanmaktır. Zor da olsa bunu başarmaya uğraşsınlar.”

Eserlerinde kadın-erkek ilişkilerini, sevgiyi, kadın kimliğini, bağlılık ve özgürlük sorunlarını, insan ilişkilerini ele alan yazar günümüzün edebiyat atmosferini Yazma Büyüsü başlıklı eserinde şöyle yorumluyor: “Edebiyatın terazisi bozuldu, çalışmıyor artık. Üstelik yazı dili de eskisi gibi rakipsiz değil. Bağımlılık yapan basma kalıp televizyon dizileri, renkli internet eğlenceleri, boş bilgisayar oyunları, bildik serüven ve şiddet filmleriyle, kısacası sınırsız ve ilkesiz sanal gerçeklikle yarışmak zorunda.” Unutmak başlıklı kitabında da şöyle ekliyor: “Eğitim sistemi, edebiyat ve Türk ders programları öyle sıkıcı ve sevimsiz hale getirildi ki çocuklar ilgi duymaz, dahası nefret eder oldular. Kendilerini kendi dillerinde ifade edebilmeleri giderek güçleşiyor. Sayılı sözcükle, daha kötüsü kısaltmalarla konuşuyorlar. Aşklarını kısır, yetersiz kalıp cümlelerle söyleyebiliyorlar ancak. Günlük dil bile hızla daralıyor. Çünkü okumayan, yazmayan gençler çoğalıyor.”

İlkyaz ekibi olarak bu sayımızda, yazmayı devrimci bir eylem olarak gören, Türkiye’nin yakın tarihte geçirdiği politik ve düşünsel gerilemenin edebiyattaki etkilerinin de kaçınılmaz olduğunu düşünen ve verdiği bir röportajda “Ülkesiyle, toplumuyla, ayağını bastığı topraklarda yaşayan; bütün toplumsal, kültürel, siyasal olgularla ilgilenmeden binlerce benzeri olan bir aşk hikayesi yazarsanız bunun hiçbir değeri yoktur,” diyerek yazın sanatının bir şekilde toplum dinamiklerine uzanması gerektiğini savunan usta yazarın Ocak 1977’de Türk Dili Dergisi’nde yayımlanan ilk öyküsü Haziranlarda’yı sizlerle paylaşıyor ve yazarın hikâyesinin bütün genç kalemlere ilham olmasını diliyoruz.

Referanslar:

Bunları da Sevebilirsiniz

Gülenay Börekçi, Halil Türkden Kültür sanat gazeteciliğinin önemli isimlerinden Gülenay Börekçi ile edebiyat alanındaki yazılarıyla tanınan editör Halil Türkden, yeni medyanın sunduğu olanaklardan edebiyat ve medya ilişkisine kadar pek çok başlığı tartışıyor. Halil Türkden: Yeni medya, edebiyatın seyrine nasıl müdahale ediyor ya da nasıl dahil oluyor? Sen hem geleneksel hem de yeni medya araçlarını kullanan biri …

Share

In our over three years of publishing life, İlkyaz, meaning Early Spring, was able to bring to light over 300 young writers under the age of 35, some even under 15 years of age. We created collaborative ventures between writers in 14 countries, provided honorariums, amplifying their insights to around 5 thousand readers a month …

Share
Önceki / Previous Yazık / Pıty
Sonraki / Next AĞIT YA DA BİR VAZGEÇİŞ / LAMENT OR RENUNCIATION