Bundan tam üç milyar yıl önceydi. Mavi gezegen kapkara, yuvarlak bir top gibi boşlukta sallanıyor; sönmüş ciğerlerine dolan kirli havayı acı acı öksürüyordu. Yeşil olan her şey çürüyüp yok olmuştu. Uzuvları çeşitli yerlerinden kesilen ağaçlar can çekişiyor; çırılçıplak kalan toprak sıcaktan kavruldukça acı acı inliyordu. O engin, mavi suların her damlasını kana kana içmişti güneş. Çürüyen göklerden tek bir damla bile düşmüyordu yeryüzüne. Bazen günlerce, aylarca geceyi yaşıyordu dünya bazen de gündüzü. Mevsimler birbirleriyle yer değiştirdikçe bir terleyip bir titriyordu. Bir gün büyük bir gürültü yankılandı evrende. O günden beri diğer gezegenlerden hiçbiri görmedi dünyayı. Feryatlarını işitmediler. Yerinde kocaman bir boşluk büyüdü, büyüdü, büyüdü ve bir gün mavi gezegenin yok oluşu ile açılan boşlukta üzerinde rengârenk yıldızlar olan, pembe bir yuvarlak belirdi.  

   Bütün gezegenlerin hayranlıkla izlediği bu  ışıl ışıl pembe yuvarlak büyüdü, büyüdü, büyüdü ve evrendeki en göz alıcı gezegen oldu. İçinde yaşayan canlılar da insanlar gibi doğuyor, yaşıyor ve yaşlanınca ölüyordu. Yimunların görünüş olarak insanlardan ayrılan tek özellikleri gözleriydi. Yimunların gözleri tıpkı bir gökkuşağına benziyordu. Mutlu olduklarında gözlerindeki bu renkler parlamaya başlıyor; hüzünlendiklerinde gözyaşları ile karışarak yanaklarını gözlerindeki en koyu renge boyuyordu. Onların dünyasında korku, öfke, nefret gibi duygular yoktu. Yimunların dünyasında herkes eşitti. Zengin, fakir; güzel, çirkin; genç, yaşlı gibi kalıplar kullanılmıyordu. Dolayısıyla kimse birbirine karşı kin, nefret, kıskançlık gibi duygular beslemiyordu. Kimse kimseden üstün olmadığı için rekabet de yoktu. Herkesin evinde aynı yemek pişiyor; yiyecek ambarları tıka basa dolu oluyordu. Yimunları suça teşvik edecek bir neden olmadığı için ve kendi kendilerini en adil bir şekilde yönetebildikleri için de belli bir otoriteye ve katı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Ne pembe dünyalarına kapkara dumanlar üfleyecek dev fabrikaları ne de onları kibrin ve doyumsuzluğun ayakları altında ezip, robotlaştıracak şatafatlı iş yerleri vardı. Geçimlerini tarım ve hayvancılık yaparak  sağlıyorlardı. Bütün yimunlara yetebilecek kadar büyük, verimli toprakları vardı. Daha önce mavi gezegende görülmemiş hayvan türleri de yaşıyordu burada. 

Zimbiler, ekanyalar, ugafalar ve daha nicesi. Zimbiler daha çok bir karıncaya benziyordu ama onlardan çok daha büyük ve uzun bacaklara sahip canlılardı. Pembe dünyada doğaya zarar verebilecek taşıtlar kullanılmadığı için ulaşımdan zimbiler sorumluydu. Ekanyaların kocaman, ışıl ışıl kanatları vardı ve bu kanatların görevi ölen yimunları taşımaktı. Ugafalarsa bu dünyadaki en göz alıcı canlılardı. İnce, narin boyunlarını suya her daldırışlarında bembeyaz kanatları açılıyor ve bu kanatlardaki rengârenk sihir tozları pamuk şekerden yapılmış pembe bulutlara yapışıyordu. Ugafaların en ilginç özellikleriyse kar yağdıran yumurtalar yumurtlamasıydı. Bu yumurtalar belki iki yüz belki de üç yüzl bekledikten sonra çatlıyor ve pembe dünyayı bir süreliğine bembeyaz yapıyordu. Yimunların dünyasında dört mevsim yaşanmadığı için bu olay onlara fazlasıyla büyüleyici geliyordu. Kar taneleri tenlerine değdikçe ürperiyor; vücutları soğuktan titredikçe hem şaşırıyor hem de seviniyorlardı. Yimunların sağlığını etkileyebilecek olumsuz  koşullar olmadığı için hastanelere de ihtiyaç duyulmuyor; bir yimun ortalama iki yüzyıl yaşayabiliyordu. Çalışmaktan artakalan zamanlarını da bol bol okuyup araştırarak geçiriyorlardı.

Bu dünyada okuma yazma bilmeyen kimse yoktu ve herkes bir şeyler yazıp çiziyor; geçmişe faydalı bilgiler bırakmak istiyordu. Bütün evlerde kocaman kütüphaneler vardı. Okuma yazma öğrenmek için ne beyinlerini kısırlaştıracak okullara ne de hayal güçlerini ellerinden alacak ezberci öğreticilere ihtiyaç duyuyorlardı. Her gün tiyatroya gidiyor, dans ediyor, karşılıklı etkileşim kurabilmek için etkinlikler düzenliyorlardı. Pembe dünyada zaman olgusu da yoktu. Yıl, ay, gün ve saat kavramları kullanılmıyorduBüyüdüklerini anlamadıkları için de hep çocuk olarak kalıyorlardı. Yetişkin bir yimun da küçük bir çocuk gibi düşünebiliyor, hareket edebiliyor ve hatta yaramazlık yapabiliyordu. Onların ne geçmişe gitmek gibi bir kaygısı ne de çocuk olma arzusu vardı. Hayatın sadece anlardan ibaret olduğunu biliyor ve hep mutlu yaşıyorlardı. Pembe dünyayı ilginç kılan bir başka şey de “Düş Doktoru” adını verdikleri bir bilgeye sahip olmalarıydı. Ona Düş Doktoru denmesinin nedeni hastalanan düşleri iyileştirip renklerini kaybeden, kendine sınırlar koyan hayallere yardım etmesiydi. 

Bu bilge gezegenler hakkında da pek çok şey biliyordu. Bazen yimunları etrafında topluyor; onlara evrendeki bütün gezegenlerin hikâyesini anlatıyordu. O konuşurken yüzündeki bütün çizgiler derinleşiyor; ağarmış kirpiklerinin içinde parlayan göz bebekleri büyüyüp küçülüyordu. Bu defa daha önce anlatmadığı bir gezegenin hikâyesini anlatacağını duyurdu yimunlara. Bütün yimunlar merak ve heyecan içinde düştü yollara. Üzerine oturduğu zimbiye sıkıca sarılan  küçük bir yimun ağlayan kayısı ağacını görünce durdu“Neyin var, neden ağlıyorsun?” diye sordu üzülerek. “Yakında çiçek açacağım, sonra da meyve vereceğim. Bu yüzden biraz canım yanıyor.” dedkayısı ağacı, dallarını sallayıp. “Sana acı veren bir şeye neden katlanıyorsun? Bu seni üzüyor.” diye konuştu küçük yimun. Kayısı ağacı titreyen dallarını eğip şefkatle okşadı küçük yimunun kafasını: “ Unutma çekilen acılar boşuna değildir. Seni güçlendirir. İçinde bir yerlerde saklanan, sana ait olan ve ortaya çıkmayı bekleyen şeyler vardır. Onlara sahip olmak için bazı acılar çekmek, bazı zorluklara katlanmak zorundasın.” dedi dallarını geri çekip. Küçük yimun kayısı ağacına veda edip yoluna devam etti. 

    Bütün yimunlar Düş Doktorunun anlatacağı hikâyeyi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Biraz sonra Düş Doktoru hikâyeyi anlatmaya başladı: “Bugün size daha önce bahsetmediğim bir gezegenin hikâyesini anlatacağım. Milyarlarca yıl önce kendi kendini yok eden  mavi gezegenden, yani dünyadan bahsedeceğim. Başlarda tüm gezegenlerin kıskandığı bir gezegenmiş bu gezegen. Masmavi sularında binbir çeşit canlı yaşar; verimli topraklarında yetişmeyen meyve, sebze olmazmış. En güzeli de başlarını kaldırıp baktıklarında tepelerinde masmavi, tablo gibi bir gök asılıymış. Bu gök üzüldüğünde ağlarmış, insanlar buna yağmur demişler. Sinirlendiğinde mavi, beyaz bir ışıkla parlayarak öfkelenir; sevindiğinde olanca maviliğiyle ışıldarmış. Gür ormanları, yemyeşil ovaları, renk renk çiçeklerinin olduğu kırları varmış ama zamanla insanlar dünyalarını birbirleriyle paylaşamaz olmuşlar. Bütün dünyayı ele geçirmek için silahlar, bombalar yapıp  birbirlerini öldürmeye başlamışlar ve buna da savaş demişler. O gür ağaçların olduğu ormanları yakıp yerine gökyüzünü delen binalar dikmişlerMasmavi sularını kirletip binlerce canlıyı ölüme terk etmişler. Kendi yarattıkları materyalleri almak için didinip durmuşlar ve paraya birbirlerinden daha çok değer vermişler. Sonra sevgiyi, saygıyı, iyiliği, saflığı unutmuşlar. Kalpleri kin, hırs ve nefretle dolmuş ve aslında hiç mutlu olamamışlar.Yüzlerindeki tebessüm dışarıya karşı  mutlu görünmek için taktıkları sahte bir maskeymiş aslında. Bu gezegende yıllar aylara, aylar haftalara, haftalar günlere bölünürmüş ve insanlar belirli yaşlara gelince kendilerini yetersiz hissetmeye, geçmişe ağır bir özlem duymaya başlamışlarDiğer insanlarla hep yarış halinde oldukları için zamanla kalplerinin sesini duyamaz olmuşlar ve sahip olmak istedikleri  büyük konumlar onları aciz, küçük, doyumsuz canlılara dönüştürmüş. Dürüst, iyi niyetli, hoşgörülü insanlar dışlanmaya başlanırken; yalancı, kötü kalpli, acımasız insanlar da saygı görmeye başlamış. Dünyanın bütün dengesi altüst olmuş ve insanlar ne yazık ki kendileri ile birlikte dünyayı da yok etmeyi başarmışlar.” Düş Doktoru sözünü bitirir bitirmez küçük yimun soru sormak için öne atıldı: “Düş Doktoru, insanlar neden kötü duygulara sahip olarak doğmuşlar? Onların da bizler gibi kalplerinde sadece mutluluk ve hüzün olması gerekmez miydi?” Düş Doktoru dizlerine kadar uzanan beyaz sakallarını sıvazlayıp derin bir iç çekişten sonra küçük yimuna döndü: “Hayır, küçük yimun yanılıyorsun. İnsanlar da bizler gibi önce ağlayarak geldi dünyaya. Hüzün de mutluluk da onların bir parçasıydı zaten. Fakat diğer kötü duyguları sonradan yaşayarak öğrendiler. Bizler içimizde kötü duygular barındırmamayı seçtik ama onlar bu duygularla daha güçlü olacaklarını düşündüler. Fakat zamanla bu duyguların esiri oldular. Kötülüğü çoğaltarak kazandıklarını zannettiler ama aslında hep  yenildiler,kaybettiler.” 

Bunları da Sevebilirsiniz

Tatlı bir soğuk vardır ya Yaz gecesi soğukluğu Neden sadece ayakları üşütür öğrendim Bedene en uzak parçasıymış vücudun Kendi özerkliğiyle üşüyen bir et parçasıymış meğer Acı bir yalnızlık vardır ya Duygusal gençliğin yalnızlığı Neden bizzat onları bulur öğrendim Günümüze en uyumsuz insanlarıymış toplumun Postmodern çağda sıkışıp kalmış romantik insanları Kaygılı bir düşünce vardır ya Daima …

Share

Source: YouTube Cover Photo: Pinterest 

Share
Önceki / Previous Yıldız
Sonraki / Next Albrecht Dürer'in Dua Eden Eller'i