Siirt Eruh Kuşdalı köyü burası. 1961 yılı bir şubat kışı ikindisi… Soğuk aynı soğuk, dağlar
yine aynı dağlar. Unutulanların diyarı. Sonsuz beyazlık. Bir gaz lambasına mahkûm ömür, bir
o kadar da huzur. Bu soğukta kimse bebek doğurmak istemez. Hep yaz çocukları, doğum
tarihleri aynı ve aynı gün askerler. Katırların üzerinde asker uğurlarken anaların telaşı, umut
heybesine daha fazla tandır ekmeği ve otlu peynir sıkıştırmaktı. Katırla yolculuk sonrası trenle
gidip birliğine varmak ve yol esnasında aç kalmamaktı amaç. Analar evlatları için ileriyi daha
iyi düşünen cennetin fedakâr kahramanlarıydı. Asker adaylarının yaptıkları tek şey dönüp
tekrar arkalarına bakmaktı, o küçük memleketlerine, o gözü yaşlı analara. Aynı gün özlem
başlar ve aynı gün dönüş hasreti tüter yüreklerde.
Bacalardan tüten dumanlar Sıçan deresine doğru süzülmüş ve sisle karışık. Kurt ulumaları,
tilki oynaşmaları kulaklarımı okşuyordu. Koca vadi sisle, dumanla işveye dalmış.
Görünüyordu taaaaa dedikleri uzak, aradığım sadece küçük bir karartıydı beyazda.
Buğulu, rengi soluk pencere camı kenarında biter mi hayat Anadolu’da; hayır bitmiyordu. Her
bitenden(ölenden) yenisi doğuyordu. Ama ölmeden benim için bitmişti. Ateşte yanan fıstık
ağacı odunu gibi, yanıp köz olup bitiyordu. Güneş son ışığını camdan içeri bahşedebilir miydi
acaba. Yalnızlığıma bir perde gibi engel miydi karabulutlar. 1960 yazında yalnızlığımı
toprağa, derine; kurdun ve ayının ulaşamadığı yere gömmüştüm. En derinde. Üzeri taşlarla,
kayalarla kaplıydı. Kıbleye dönmüş başı öylece duruyordu, acaba ne yapıyordu bensiz.
Sevdiğime nöbetim, bu dünyadan göçtüğümde bitecekti elbet.
Soba üzerinde, bir alüminyum tencerede, ağzına kadar dolu keçi sütü kaynıyordu. Kaynar
kabarcıklar kapağı dövüyor, kudretli kabarcıklar ve kapak arasından sızan kaçaklar, sobanın
sıcağıyla demir döküm üzerinde duman oluyor, değdiği yerler de yanmış süt kokusunu
bırakıyordu. Yarına yarısı peynir olacaktı, yarısı yoğurt. Sobanın üst havalandırmasından
sızan ışıkları, tavanda ışıldayan hayallerimizdi. Yüzü yukarı dönük parıldayan beş evlat ise
gezen yıldızlarımızdı. Eller diz arasına mahkûm, diz omuz hizasına kadar çekilmiş iki
büklüm, üşüyen bakışlar özlem odaklıydı. Özleyenlerden biride bendim, sade ama bir o kadar
da has özlemekti.
Dizilmişlerdi kırmızı çiçekli yer minderinde omuz omuza, en küçüğü yeni yürüyor. Baba
eksikliğini aralarında gülüşerek gideriyorlardı, pembe ve sert kuru yanaklarıyla. Hem ev
soğuk hem de babanın bıraktığı yalnızlık, ikisi bir arada lanet bir ağır tütün kokusu gibi
ciğerimi parçalıyordu. Evlatlarım, dalda serçelerin içinde beliren tomurcuklar gibiydiler. En
küçüğü, Abdurrahman; olandan bitenden bihaber evladım. Ağabeyleri ve ablası kısaca
“Avdo…” derlerdi, oğluma. Onun yeri kucağımdı tabi. Kucağımda sarmalarken, ısıttım
oğlumu ve küçük bir yoksunluk gülümsemesi ile içimi ısıttı. Küçük elleri yüzümde
dolaşıyordu. Çene altında olan benimden fırlayan kılları tutup tutup çekiştiriyordu. Artık
herhangi bir acıydı bu benim için.
L şeklinde ki tek odalı evde biz bize yetiyorduk. Mutluluk çocuklarımdı. Bana kalan
miraslarımdı. Tavan kirişleri odundandı. Sıralı şekilde dizili odunlar bir tarlayı andırıyordu.
Üzeri beyaz dağ toprağı ile sıvanmıştı. Sıvanan yerlerde eşimin parmak izleri ve değdiği
yerler hala yerini koruyordu. Her yılın belli başlı dönemlerinde, loğ zamanı başlar, loğ taşları
ile toprak damlar düzlenir ve sertleştirilirdi. Eşimde loğ zamanında baya yorulmuştu. Eşim su
içerken bakışlarında yaşamak en güzel eğlencemdi. Yağmur ve kar suyunun sızması bu loğ ve
beyaz dağ toprağı ile engelleniyordu. Arada küçük bir toprak parçası, evin ortasına düşer,
kime denk gelirse bahtıydı artık. Ayrıca bu beyaz dağ toprağı ile tandır yapılırdı. Tandır
ekmeklerimiz sıcak soğuk demeden kadınlar tarafından yapılırdı. Tandır ekmeğinin kokusu bu
coğrafyanın en güzel parfümüydü.
Oğlum Memir içerde kız kardeşiyle kovalamaca oynarken, kızımın ayağı yer minderine
takıldı ve kötü istemsiz bir şekilde minderin üzerine düştü. Gaz lambasının ve sobanın ışığı
yerdeki minderi fark ettirememişti. Kızımın hıçkırıkları öyle etkiledi ki hissetse kardelen
çiçeğinin bile üzülürdü. Memir, kız kardeşini yavaştan kaldırdı. Yanakları ıslanan Hediye’nin
canının yandığını hisseden Memir, elleriyle kardeşinin yanaklarında dolaşan gözyaşlarını
sildi. Sadece uzaktan izliyorum. Hediye’nin iç içe geçmiş kıvırcık saçlarını okşadı durdu ve
öptü. Düşerken de kalkarken de olgundu evlatlarım. O esnada tavandan odunlar arasından bir
parça toprak oğlum Memir’in kafasına düştü.(Cihangir ile Hudidan kıkırdayarak gülüyordu,
Avdo kucağımda.) Canı yanmıştır ama belli etmiyor, çocuk yaşında kız kardeşinin yanında
artık büyüdüğünü, dirayetli olduğunu kanıtlamıştı. Hayatın şartlarında biri de bu, cesaretli ve
güçlü durmayı öğrenmek… Hemen Memir’in sarı saçlarını okşadım, saç aralarını kontrol ettim
ve sadece bir kızarıklık vardı. Keçe saç ilk defa bir işe yaramıştı. Toprak parçası ise su ile
sertleştiği için canını yakmıştı. Baya irice bir toprak parçası düşmüştü. Toprağı elime aldım ve
tam dışarı atacakken, toprak taşın üzerinde eşimin parmak izlerini gördüm. Öyle kalakaldım.
Ben beyazlar içinde karartı beklerken, bana; beni uzaklarda değil de yakınlarda ara,
anılarımda, yaşadıklarımda ara diye haber veriyor gibiydi.
İçime düşen acının izdihamı hasretlikten başka bir şey değildi.
Cihangir: “Ana, Avdo uyumuş. Yatakları sereyim.” Dedi. Memir de elimde ki toprak taşı
atmak istedi. Çok sıkı tuttuğum için meraklanmıştı. Dedim içimden, “İnsan sevdiğinin
hatırasını atabilir miydi? Hangi babayiğit eşimin değdiği yerlere kıyabilirdi?”
Hamide:“Ben canımı nasıl atabilirim oğlum. Babanın elinin değdiği yerler burası, bak parmak
izleri, öyle toprakta kalakalmış.” Çocuklarım hemen etrafımda toplandı. Cihangir sağ
omzuma Hudidan sol omzuna kafalarına dayadı. Loş ışıkta topraktan taşa öyle bakakaldılar.
Babaları ile ilgili ağzımdan çıkacak birkaç kelimenin heyecanı sarmıştı, gözlerinden
okuyabiliyordum.
Memir: “Ana, ben babamın ellerini hiç öpmedim, ver öpeyim.” Dedi. O esnada, sağ elimin
üzerine bir iki damla yaş düştü. Cihangir’in gözleri ıslanmıştı. Gözlerini omzuma dayadı
öylece kaldı. Hudidan ise başka düşlerde rahmetli babasının anılarını yaşatmaya çalışıyordu.
Hamide:“Öp tabi ama önce ben seni alnından öpeceğim. Sen küçüksün günahsızsın, alnına
kondurduğum busenin kokusu babanıza varsın inşallah.” Memir önce öptü sonra alnına
koydu. Elinde topraktan taşı incitmeden elinden tuttu. Sırasıyla Hediye, Hudidan ve Cihangir
öptü, alınlarına koydular. Ben ise o gece eşimin hatıralarıyla uyuyacaktım, emanetleri
evlatlarımdı. En azından evliliklerini görebilmeye kadar yaşamak istiyordum, eşimde hep
bunu isterdi.
Hediye: “Ana Memir beni kovaladı bende düştüm, babam Memir’i dövdü.” Dedi. Ortam
birden yumuşadı. Bütün çocuklarımın saçlarını okşadım ve sarmaladım. Derin iç ülkemde
memleketimi özlemiştim; eşimi. Sessizlik Hudidan’ın karnının guruldaması ile bitti.
Soba sadece ısınmak için değildi tabi. Aşımız da üzerinde pişerdi. Evlatlarıma sütlü çorba,
bulgur pilavı ve haşlanmış et pişirmiştim. Avdo’yu yatağına koydum ve sofrayı serdim.
Cihangir tandırda dinlendirilip sertleşen ekmeği, üç kuru soğan ve biraz su getirdi ekmeği
yumuşatmak için. Hepsi sofraya oturdu ve annelerini beklemeye koyuldular. Sonra çorbalarını
içmeye başladılar. Çorba bittikten sonra alüminyum tencerede ki pilavı tepsiye koydum ve
etleri üzerine serpiştirdim. Kızım etleri seçerken ağabeyleri bekliyordu. Evin tek kızını, etin
en güzel yerlerini seçerek şımartıyorlardı. Fedakârlık çocukluktan geliyordu. Kapris, hırs
falan böyle şeyler içlerinde yoktu. Yemekten sonra kemikleri köpeğimize, ekmek taneleri ve
pilav taneleri tavuklara vermek için kaldırıyorduk. Kalan soğanları keçilere vermek
istemezdik, sütleri soğan kokmasın diye. Yemek yediğimiz esnada güğümde su kaynıyordu.
Cihangir çayı demleme görevini üstlendi. Bulaşıklar yıkandı ve çay içmeye koyulduk. Bez
torbadan bıttım çekirdeklerini sofraya koydum ve sağlam dişlerimizle yemeye başladık.
Kızım bıttım çekirdeğini sevmiyordu, dişlerini çok acıtıyordu.
Oğullarımla birlikte yatakları serdik. Hepsi yan yana dizildi sırayla. Sobaya birkaç daha odun
attım, bende sobadan en uzak yere uzandım. Artık ben yoktum evlatlarım vardı.
Hudidan: “Ana, bugün gaz lambasını söndürme, aydınlık gitmesin evimizden.” Dedi.
Hamide:“Tamam oğlum… Sabah erken kalkacağız. Sabaha çok işimiz var. Kuzuları ve
oğlakları annelerine emzirteceğiz. Cihangir, sabah ağıla giden yolu kardan temizlesin. Sende
ayağı kırılan keçiye bir bak kırık ayağı iyileşmiş mi? Tüfek Cihangir de kalsın ne olur ne
olmaz.”
Cihangir: “Tamam ana…”
Hudidan: “Tamam ana, bakarım yarın…” Dedi. Yarına yapılacak işlerde hep aynıydı.
Abdurrahman yanımda idi ve kalın yorganı üzerlerine iyice örttüm.
Hudidan: “Ağabey bu yorganı hiç sevmiyorum, çok ağır, yatağın içinde dönemiyorum. Bazen
de içinde çıkan yünün kılları ağzıma giriyor.”
Cihangir: “Şikâyet etme, erken kalkacağız uyu hadi.”
Akşam çocuklarımla uyumak ve sabah onlarla uyanmak en güzel hediyeydi. Bu zor şartlarda
evde babanın eksikliği, yarım kalmışlıktı. Hem erkek, hem de kadın gibi düşünmek bana
Anadolu’nun bir vasiyetiydi. Anadolu; kadın mıdır yoksa erkek midir bunu ancak acılar
belirlerdi. Bende acıma göre bir Anadolu’ydum artık. Aslında her kadın bir Anadolu’dur.
Bir ülke gibi yaşamak istiyordum ama vatanı olmayan bir ülke gibi ölmeyecektim. Benim bir
vatanım toprağa gömülüydü ama heybemde vatan kokan evlatlarım hala bu hayatın yaşamaya
değer olduğunu hissettiriyorlardı. Ben beş çocuk anası Hamide…