“Ve tanrı öldü!” diye bağırdı delinin biri ardımdan. Kulaklarım çınladı, yankılandı sesi iç organlarımda. Çığlıklar kapladı gökyüzünü, kelimeler kaybetti gücünü. Soluğum kesildi, oturdum çıplak kaldırıma. Tozlar uçuştu havaya, kum fırtınaları sardı sarmaladı kollarımı. Yırtıp attım gecenin soluğunu, yırtıp attım kan kokusunu. Ve parçalandı yüreğim bir yarasa tarafından, barut kokusu!
Yürüyordum caddelerde, şapkalar bir çıkıyor bir iniyordu merdivenlerden. Vız vız arabalar düşman sanki, kim bu insanlar? Binaların tepelerinden yansıyordu güneş, cildimi yakıyordu gözler. Sakındım, saklandım, kaçtım, koştum, yorulunca durdum. Bir kafeye oturdum, ağzımda sigara elimde kalem. “Ben kimim?” yazmışım ilk sayfaya, kopardım kâğıdı, avuçlarımda ağaçların çığlıkları yankılandı, barut kokusu, koyu kahvenin sesi bastırıldı. Kalktım ayağa ve çıktım sandalyenin üzerine, kalabalık hayran kaldı cesaretime, uyandım.
Neredeyim? dedim kendi kendime. Kim bu insanlar? Hepsinin burada, tam da bu anda, bu şatafatı yağmalanmış şehirde, bu varoş kafede ve bu rezil zihinde ne işi vardı? Deprem kuşakları uyanıyordu uykudan, yanık bir ses ağıtlar yakıyordu, cenaze alayı siyahlara boyanmıştı! Barut kokusu. Bir şarkı çalıyordu, “umut,” diyordu yanık sesli bir İtalyan, “yarınlarda saklı.”
Delidolu zihinlerle doludizgin yaşamlar arasında bir köprü kurulmuş, yığınlar koşuyormuş o köprünün kucağına, alevler sarıyormuş dört bir yanını dünyanın. “İnsanlık kirletti ellerini cinayetlerle, şimdi ölüler kaplamakta gökyüzünü, şimdi ele geçirmekteler yaşamı ve intikam yemini etmekteler. Haberi yok fani hayatların.” Yazdım kara kapaklı defterin son sayfasına.
Defterim kirlendi, ben kirlettim! Çirkin cümlelerle hakarete uğradı ağaçlar, çiçekler soldu, bahar kayboldu. Hepsi o bıyıklının suçu! Çarmıha gerilecek kanaatler, ipe gidiyor bu yolun sonu. Barut kokusu. Kim durduracak beni? Yazmamalıyım dedim kendime, hava cansızdı sanki. Sıcak ama soğuk, güneşli ama yağmurlu, bahar gibi sanki kış. Evet dedim, “evet” dedi, evet demiştim dedim, “evet demiştin ama ben de evet demiştim” dedi, evet demiştin ama ben de evet demiştim dedin dedim, “dedim” dedi ve ben de dedin dedim. “O zaman” dedi, “konuşalım artık.” Olur dedim, “bugün günlerden hangisi?” dedi, cevap vermedim.
Görüşmeyeli ne kadar olmuş, parmaklarım terliyor, parmaklarım. Yok avuçlarım değil parmaklarım, yamuk yumuk, ezik büzük, parmaklarım. Çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç, kaba mı kaba, yorgun mu yorgun parmaklarım. “Bunlarla mı işliyorsun?” dedi, neyi dedim. “Anlamamazlıktan gelme!” dedi, kaşlarını çatıp gülümsedi. Kim? dedim, “dalga geçmesene!” dedi, oturdum kaldım.
Dünya dönüyordu hızla, ay kavuşuyordu sevgili otağına. Bir gün, bir saat, bir dakika ve saniye daha ölüyordu insanlığın ve canlılar aleminin kalıplardan habersiz zavallılarının huzurunda. Gülümsüyordu gözlerimin içine baka baka, gülümsüyordu sanki yavaşça ve sessizce yağan kar gibi, ve sessizce ve yavaşça gülümsüyordu sevda gibi. Alevlendi yüreğim, içim titredi. Korktum, sündüm, sündürüldüm, ezildim, büzüldüm. Çıkmadı lanet dilimden bir kelime, sökün etmedi cümleler peşi sıra. O konuştu ben dinledim. O sustukça daha çok sustum. Dayanamadı, ısrarla baktı gözlerimin içine. Kalbim vurdu göğsüme, üzerime yağan mermilerden kaçamadım. Yumdum gözlerimi konuştum.
Neredeyiz? Uzakta salınan ay soluk. Konuşma, bu sorular sana değil. Ne yapıyoruz? Kimiz? Ne demek biz? Hayatın anlamı el sallıyor maviliklerin arasında. Deniz mi mavi gökyüzü mü? Şehrimden uzaktayım, evimden uzakta. Gel bana, sorularım çirkin. Kaç yıl oldu? Hep bugünü bekledim, bu sırada bir aşk romanı okudum, hayallerim boğuldu güvertede. Son sözüm yok. Arkamdan yakılacak ağıtlara gülümsemek ister misin? Sen yak ağıtımı. Yanık sesi yankılasın duvarlarımda. Söyle onlara dönmeyeceğim, dönemem, kayboldum. Barut kokusu. Ruhumun peşinden gideceğim! Eşsiz mavilikleri aramak benim görevim. Göçeceğim fani dünyadan. Uzaklara gitmeyeceğim, izleyeceğim sizleri, aciz bedenlerinizin kül oluşunu, ihanetlerinizin yok edişini. Kıyametin nefesini omuzlarınıza üfleyeceğim dedim, irkildi. Su kenarında pusuya yatmış aslanı fark eden bir ceylan gibi, ölümün nefesini boynunda hisseden bir cüzzamlı gibi, benim gibi onun gibi ve işte gökyüzünü aydınlatan ışıklar gibi kaçtı. Yanağıma dudağını sürüp sonsuza değin uzaklaştı. “Elveda.” dedi, sustum. Bitti.
Bir çölde uyandım, vahalar nerede? diye bağırdım. Kimse dokunmadı koluma, kimse tutmadı ellerimden. Bir yanık, apaçık çürümüş bir toprak kokusu. Bıyıklar buruldu, silahlar ateşlendi, bir film bitmiş ötekisi başlıyordu. Sıkıldım.
Filler tepişiyordu daracık sokaklarda, asfalt çekildi ayağımın altından, kapaklandım yere kafa üstü. Ah! Yardım diye bağırdım, duymadı, duymamazlıktan geldi, aldırmadı.
Nedir bu sessizlik? Bunca soru? Bunca yanlış cevap. Tüketiyorum, yaşıyorum işte! Ses yok mu? Karanlık duvarların arasına kim koydu beni. Üzerime geliyor yel değirmenleri. Öleceğim…Ölmek istemiyorum. Şarap içer misin benimle? Yalan! Güneş nerede? Yoruldum. Güneyden esen rüzgâr, titretiyor diz kapaklarımı. Neredeyim ben? Ne demek cehennem! Liman nerede? Konuş benimle! Kendimden geçmişim, bir an cehenneme düştüm zannettim. Azrail. Gel ve al bedenimi uzanırken taşlıkta.
Saatler akıp geçmişti, geçiyordu, geçti, geçecek. Bahar yağmurları bittiğinde kente yalnızlık çökecek. Güneş yakacak genzimi, korkaklık! Düşünceler, düşünceleri ve ötesi. Kaybettim, affetmedi beni. Gitti, gelmeyecek, son şansımda tükendi. Sırtımda Atlasın eşsiz yükü. Önümde bir bomba, ya patlamazsa? Seni yok etmeyen güç, eritiyor her yüzyılda. Soğuk rüzgarlar çarpmıştı göğsüme. Memur yaklaştı yanıma, iki koluma yapıştılar. Tarihi sordular söyledim, saati sordular elimi sallayıp tik tak dönen taka tiki yelkovanı gösterdim. Zincirlediler beni, kapana kısıldım. Soydular beni ulu orta, oysa sadece kafamı çarpmıştım. Önümde yürüyen adama seslendim: “Ve tanrı öldü.” Kaçtı benden. Uyanırım sandım birazdan, gözlerim açılmadı. Toprağı kokladım, yanmış, yakılmış toprağı. Yenmiş, çiğnenmiş, yutulmuş, tükürülmüş toprağı. Çok sevdim, yattım üzerine, çağlayanlar akıp gitti ayak ucumda. Enfes ve doygun, pır pırlı parlak ve çın çınlı cıvıldak barut kokusu. Ah!
Daldırdım çirkin parmaklarımı göğsüme söküp aldım gönlümü, kaldırdım göğe. Başımda bir silah sayfaların üstü kan! Bin dokuz yüz altmış sekiz senesinin mayıs ayında, günlerden salı, saatlerden dört. Sarılmış dört bir yanım kısraklarla. Koştum yirmi dört dilden beş kıtaya! Affedecekti beni, çekti gitti. Kaldım bir başıma kafenin ortasında.
Yaşasın Ölüm.