Deri yeleği tuz lekeleri içindeydi ve dört düğmesi eksikti. Sakalını sıvazladı, çatlamış dudaklarını yaladı, elini üst rafa uzattı. Aldığı şeyi nemli boyunbağına sardı ve uzaklaştı. Kürek kemiğinin altındaki yara tazeydi. Fazla hızlı yürüyemedi, garip yapraklı bir ağacın gölgesine oturdu, boyun bağını çözdü. Bir parça çavdar ekmeğiydi bu ve tadı bildiği hiçbir ekmeğin tadına benzememekteydi. Yaptığı en büyük kötülük bir fırıncıdan ekmek çalmak değildi. Çok boğaz kesmişti. Köle pazarlarında çok keşiş satmış, çok çocuğa üvey kardeş bırakmış ve bazı kadınları yanında götürmek istemişti. Rüyaları kılıçlarla bilenmişti ve o, hayatta kalmanın bedelini böyle ödemekteydi. Kırıntıdan başka bir şey kalmayınca boyunbağını cebine koydu, kalktı ve sarnıç aramaya koyuldu. Ayakları çıplaktı. Uzun, yeşil bir çayır boyu yürümüştü.
Durdu. Bahçelerdeki at arabalarına ve tezgahlardaki yabancı balıklara uzun uzun baktı. İyi bir binici değildi, en sevdiği yemekse balıkların kalbiydi. Yan yana sıralanmış hanları geçti, garip yapraklı ağaçları, tahta tekerlekleri, surları, balıkçılar çarşısını. Sayıkladı: Bu, bu… İnanılır gibi değil… Bunca insan bir şehre nasıl sığmış? Sözleri kendi dilindeydi ve bu yüzden hiç anlaşılmadı.
Temiz su kıymetli şeydi. Satıcılar da hane sahipleri de bedavadan bir bakraç su vermeyi kabul etmediler. Sahip olduğu son değerli eşya samur kürkünden eldivenlerdi ve onları da kendisini kıyıya geçiren yaşlı kayıkçıya vermişti. Vermiş ve dalgalara vuran kürekleri dinlemiş, sisler içinde taştan, ıslak bir heykel gibi öylece durmuş ve batmakta olan gemiyi izlemişti. Altın işlemeli direkler ve beyaz yelkenler sessizce gözden yitmişti. Kayıkçıysa aceleciydi. Yeni eldivenlerini takmış ve gerisin geri dönmüştü denizine.
İki saat önce kıyıya çıktığında ellerini birleştirmiş ve arkadaşları için tanrılarına dua etmişti. Bir kara büyü olmalıydı bu ve daha kötüsü, cennet elinde kılıçla düşenlere vaat edilmişti, boğulanlara değil. Kalbi bir kâşifin kalbiydi, en güçlü silahı gemisiydi, açık denizlerse evi. Şimdi neyi komuta edecekti? Eve nasıl dönecekti? Kurtulmuştu, hayattaydı ve bundan sonra tek başınaydı.
Bu insanların hiçbiri onun bir gemide bir grup güçlü denizciyle yirmi bin kilometre yolculuk ettiğini, yüzlerce kez halat bağlayıp halat çözdüğünü, geceleri Ay ve yıldızları izlerken savaş şarkıları söylediğini bilmiyor. Bu haline bakınca hiç anlaşılmıyor ama şafak sökerken Haliç açıklarına on dokuz hazine sandığı ve bir batık gemi bıraktı. Ve bütün bunlar son sevinç çığlığından –kara göründü!- , sisler içinde parlayan gözler kapanmadan, küt – kemikli- yayvan – basık burunlar suyla dolmadan önce olmuştu.
Hipodrom yakınlarında durup baş parmağında yürüyen solucandan ve birkaç diken parçasından kurtuluyor. Boyunbağını çıkarıyor, kırıntıları silkeliyor ve ıslatıyor. Bunu yaparken arkadaşlarını düşünüyor. Boğaz suyu tuzlu ve berrak. Alnındaki ve sağ kaşının üstündeki yarayı kolayca temizliyor; fakat kürek kemiği için bir çift ele ihtiyaç duyuyor. Kimden yardım isteyeceğini bilmiyor. Pembe kumaşı yıkıyor, taşa seriyor, yeleğinin iki düğmesini çözüyor ve taşa sırt üstü uzanıyor. Yeşil bir ormanın içinde ahşap bir kulübe görüyor, küçük bir mısır tarlasının önünde ıslak yanaklı bir kadını öpüyor, avcı bakışlı bir adama sarılıyor ve avcı bakışlı adam ağır elini onun omzuna koyuyor ve ona şöyle söylüyor: ‘’Bu kızıl sudur evlat, bizi birbirimize bağlayan.’’ Buzlu bir hendeği aşıyor, heybesini sağ omzuna atıyor, donmuş bir şelalenin yanından geçiyor, dağlarda kurtlar ulurken o, bir gemiye biniyor ve adadan ayrılıyor. Canı. Çok. Yanıyor.
Kalkıyor. Kanlı boyunbağını taşta bırakıyor. Eğilip yüzünü yıkıyor ve eksik tırnaklı parmaklarıyla çenesini siliyor. Mermer kaideli yol kalabalık bir meydana çıkıyor. Alkış sesleri ve tezahüratlar duyuyor, dövüşen beş çıplak adam görüyor, gözleri bulanıklaşıyor. Parfüm şişeli tezgâhları, baharat kokularını, ipek ve kadife tüccarlarını geçiyor. Alışverişler nakit yapılıyor, bankalar daha kurulmadı. Telgrafhaneler, telefon hatları, köprüler, tren istasyonları, tarifeli vapurlar, havalimanları, metrobüsler, metro hatları yok, yok padişahlar, cumhuriyet başkanları. Seyahat sepetleri ve seyahat sigortaları da satışa sunulmadı. Hiçbirinin kafatası araştırmacılar tarafından incelenmeye başlanmadı, henüz.
Çan seslerini takip ediyor ve sabah ayazından korunmak için kubbeli bir binadan içeri giriyor. En arka ahşap sıraya oturuyor. Hala yeşil ormanın içindeki kulübeyi düşünüyor. Müzik sesi ve mum alevleri biraz hoşuna gidiyor. Eve nasıl dönecek? Bilmiyor. Mutlu yüzlü insanlar güzel şarkılar söylüyor. Arkasını dönüyor ve üst kata çıkan merdivenleri tırmanıyor. Duvarda yan yana duran kral ve kraliçeye bakıyor. Kadının çok güzel saçları var ve elinde bir tas tutuyor. Susuzluğunu hatırlıyor. Boğularak değil ama susuzluktan ölürse bu, komik bir son olacak. Unutulacak. İç cebinden balon balıklarının dişleri kadar keskin, küçük çakısını çıkarıyor ve mermere ismini kazıyor.
Çakıyı cebine koyuyor ve dışarı çıkıyor. Un ambarlarında hamal, balıkçı teknelerinde zıpkıncı, buğday tarlalarında dilsiz bir çiftçi olarak çalışabilir, dilenebilir veya ticaret gemilerinde yerleri silebilir. O saatlerde hayattan üç şey istiyor. Kayıkhaneye bakan handa bir yatak, bir tas sıcak çorba, bir bakraç temiz su. Sırtındaki ağrı şiddetleniyor. Sendeliyor. Orman, diye düşünüyor orma…
MİKLAGARD
Translated by Irmak Ertaş and Halil Gediz
His leather vest had salt stains and was missing three buttons. He stroked his beard, licked his chapped lips, reached for the top shelf. He wrapped the item with his moist necktie and walked away. The wound underneath his shoulder bone was fresh. He couldn’t walk fast, so he rested underneath a tree with unusual leaves, unwrapped the necktie. There was a piece of rye bread in it and it didn’t taste like any of the breads he ate before. The worst thing he did was not stealing bread from a bakery. He was starving. He sold many monks in slave markets, left many children with half-brothers, and desired to force some women to be his. His dreams were sharpened with swords and that’s how he paid for his survival. When there was nothing left but crumbs, he put his necktie in his pocket, got up and started looking for a cistern. His feet were bare. He had walked across a long green meadow.
He stopped. He took a long look at the carriages in the gardens and the foreign fish in the stalls. He was not a good rider and his favorite food was the heart of fish. He passed by the side-by-side inns, the trees with strange leaves, the wooden wheels, the ancient city walls, the fish market. He was delirious: This, this… It is unbelievable… How did so many people fit into one single city? His words were in his own language and therefore no one understood him.
Clean water was precious. Both the sellers and locals refused to give him a cup of water. The last valuables he owned were sable fur gloves which he had given to the old boatman who took him ashore. He had given in and listened to the oars crashing into the waves, and stood like a wet stone statue in the mist and restlessly watched the sinking ship. The gold-embroidered masts and white sails had quietly faded out of sight. The boatman on the other hand was hasty. He had put on his new gloves and was back at the sea.
When he had come ashore two hours earlier, he had joined his hands and prayed for his friends. This had to be something to do with black magic or worse, heaven was promised to those who fell with a sword in their hand, not to those who drowned. He had the heart of an explorer, his strongest weapon was his ship and his home was the open sea. What would he command now? How would he return home? He was saved, he was alive, and he was on his own from now on.
None of these people knew that he traveled twenty thousand kilometers on a ship with a group of mighty sailors, tying and untying ropes maybe hundreds of times, singing war songs at night while watching the moon and stars. This is incomprehensible from one perspective but at dawn, he left nineteen treasure chests and a sunken ship off the Golden Horn. And all this happened before the last cry of joy –the land appeared!-, and before the eyes shining in the mist closed and the blunt -bony-splayed-flat noses filled with water.
He stands near the hippodrome and gets rid of the worm walking on his thumb and a few thorns. He takes off his necktie, shakes off the crumbs and wets it. While doing this, he thinks of his friends. The bosphorus is salty and clear. He easily cleans the wound on his forehead and above his right eyebrow; but he needs an empty pair of hands for the scapula. He doesn’t know who to ask for help. He washes the pink fabric, lays it on the stone, unbuttons his vest and lies on her back on the stone. He sees a wooden hut in a green forest, he kisses a wet-cheeked woman in front of a small cornfield, he hugs a hunter-eyed man and the hunter-eyed man puts his heavy hand on her shoulder and tells him, “This is red water, son, that binds us together.” He crosses an icy ditch, throws her saddlebag over her right shoulder, passes a frozen waterfall, gets on a ship and leaves the island as wolves howl in the mountains. He. is. in. pain.
He’s taking off. He leaves his bloody necktie on the stone. He bends down and washes his face and wipes his chin with his missing fingernails. The marble-pedested road leads into a crowded square. He hears applause and cheers and sees five naked men fighting; his eyes blur. It bypasses stalls with perfume bottles, spice scents, silk and velvet merchants. Shopping is done in cash, banks have not been established yet. There are no telegraph offices, telephone lines, bridges, train stations, scheduled ferries, airports, metrobuses, metro lines, no sultans, no presidents of the republic. Travel baskets and travel insurance are also not available for sale. None of their skulls has yet been studied by researchers.
He follows the bells and enters a domed building to avoid the morning frost. He sits on the back row. He still thinks about the cottage in the green forest. He likes the sound of music and candle flames. How will he return home? He’s lost. Grinning people are singing beautiful songs. He turns around and climbs the stairs to the upper floor. He looks at the king and queen standing side by side on the wall. The woman has beautiful hair and is holding a bowl in her hand. He remembers his thirst. If he dies of thirst, not by suffocation, it will be a funny ending. It will be forgotten. From his inside pocket he takes his little pocket knife, sharp as a blowfish’s teeth and engraves his name into the marble.
He puts the pocket knife back and steps outside. He can work as a porter in flour barns, a harpooner in fishing boats, a mute farmer in wheat fields, begging or mopping floors on merchant ships. At that very moment, he wants three things from life. A bed in an inn overlooking the boathouse, a bowl of hot soup, a bucket of clean water. The pain in his back is getting worse. He stumbles. The woods, he ponders the wo…