Kaynak: İlişkisel Medya, 27 Eylül 2022

Ailelerarası bir toplantıda her ailenin bir başka ailenin çocuğunu veya çocuklarını görmezden geldiğini hayal edelim. Hatta bunu daha da ileri taşıyarak ailelerarası ilişkilerde ailelerin kendi çocuklarını da belli bir ölçüde yok saydığını farz edelim. Aslında kulağa oldukça kaotik gelen bir denklemle karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz, değil mi? Çocuklar, bütün bu ilişkisel ağda kendi istek ve arzularının, keyfi davranışlarının bir rolü olması gerektiği önkabulüyle önce kendi aile fertlerini tutup çekiştireceklerdir. Kendilerini bütünüyle bu ilişkisel ağın dışında bırakmış olan ailelerinden bir karşılık göremeyen çocukların sinirlenmesi, ağlaması, yerde yuvarlanması ve ilgi çekmeye, bütün bu iletişime kendilerinin de dahil edilmesine yönelik çeşitli “çocuksu” eylemlerde bulunması kaçınılmazdır. Ancak bu “görmezden gelme” meselesini bir süreç olarak ele alırsak, bu eylemlerin çocuksu, keyfi, emprovize ve zararsız yönünü terk ederek organize, şiddetli, amaca dönük ve kötücül bir nitelik kazanması işten bile değildir. Çünkü burada giderilmemekte ısrar edilen bir ihmalin etkisiyle “neden beni görmüyorsunuz?” sorusu “neden sizi göremiyorum?”a dönüşür ve görmek için yakınlaşmaya çalışan ihmal edilmişlerin davranışları artık tahmin edilemez irrasyonel bir boyut kazanmıştır.

Bu denklemde, dinin ihmal edilmesi de tıpkı bir çocuğun ihmal edilmesine benzer. İçinizden “Din olgusunu benzetecek başka bir şey bulamadın mı?” diye sorabilirsiniz ve kendi perspektifinizden haksız sayılmazsınız. Ancak gerçekten de din tarih boyunca toplumların yaşayışlarında kilit bir rol oynamıştır ve ailelerin soy kütüğünde bir “fert” olarak yer alabilmeyi becermiştir. Şahsen dindar biri olmasam da bu etki zincirini görüyorum ve öne sürdüğüm bu alegorik denklemde bana katılmanız için gerçek sebeplerim var. Bir çocuğa sahip olma gerekliliğinin kökleri derinlere uzanır ve esasında var olma, varlığını devam ettirme meselesidir. Postmodern sonrası dönemde “çocuklu aile” metaforu büyük yara alsa ve çocuk yapmayan ailelerin sayısı artmış olsa da, bu, toplumları yaşlanan nüfus gibi sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Konuya ısrarla ıskaladığımız başka bir yönden bakalım: Yetişkinler kendi ailesi içerisinde dilediği gibi kavga edebilseler de çocuk, her ne yaparsa yapsın daimi bir dokunulmazlığa sahiptir ve bu dokunulmazlık etik kodlara dayanan sistematik bir nitelik taşır. Din de kendi içerisinde ne söylediği neyi önerdiği önemli olmaksızın ahlaki bir dokunulmazlığa sahiptir ve üstelik dine yönelik herhangi bir saldırı kendi savunucularını yaratır. Yani çocuğa bağırıp çağıran taraf anneyse, onun savunucusu babadır. Tersi durumda ise, anne onu savunan tarafa dönüşür. İletişim kanalları bloke edilmiş ve iletişimsel ağın dışında tutulmuş bir çocuğun kişisel gelişimini yaşaması veya elde ettiği modern iletişim becerilerini elinde tutması olası değildir, ilkel dürtülerle var olur ve humanitarian niteliklerini elde edemez. Esasında din ve mezhep olgularının da uluslararası ilişkiler ekseninin tamamen dışına itilmesi dinlerin ve mezheplerin örtündüğü modernizasyon örtüsünün sıyrılarak primitif kodlarına geri dönmesini tetiklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim şöyle düşünelim: Dinlerin ilahi boyutu onun tek boyutu değildir; sandığımızdan daha derinlere uzanan, kültürel repertuarımızda öyle veya böyle bulunan, eylemlerimize, söylemlerimize yerleşmiş bir sistemler bütünüdür. Daha basitçe söylemek gerekirse dinimiz olmayabilir, gerçekten inançlı olmayabiliriz ama Deleuze’ün de öne sürdüğü gibi bir köksap (rhizom) biçiminde türeyen ve toplumu kavrayan din olgusunu toplumsal eğilimlere bu derece bağlı akademik sistemlerimizden dışlayamayız. Uluslararası İlişkiler disiplininin kendi kuramsal örgüsünde dine yer verilmemesi disiplinin doğal bir gereği olarak cereyan etmemiştir; Batı merkezli Aydınlanmacı görüşün ve Fransız Devriminin etkileriyle verilmiş “kasıtlı” bir karardır ve bu dinsel köksapların merkezsiz bir biçimde paralel genişlediği gerçeği akademik olarak ıskalanmıştır. Bu kısa bir hikaye değil ve bana kalırsa Aydınlama fikriyle oldukça bağlantılı. Çünkü Aydınlanma, kültürel ve edebi zenginlikleriyle bütünleşmiş olarak öylesine uzlaşmaya dayalı bir miras bırakmıştı ki, artık hiç kimse bu mirasın üzerine yeniden düşünmek istememişti. Gelinen noktada Aydınlanmanın bir zamanlar bir “mücadele” olduğunu anımsamak için hayal gücünü gerçekten zorlamak gerekiyordu; öyle ki, 20. yüzyılın sonunda artık Aydınlanmanın rakibi bile kalmamıştı. Bu bakış açısıyla Aydınlanmanın, dönemin bizzat kendisi haline gelinceye kadar o döneme derinlemesine kök saldığı söylenilebilir. Peki sonra ne oldu? Dünya gözlerimizin önünde değişti. Seküler bir nitelik kazandığına inanan toplumlarımız, dinin, hatta onun en hoşgörüsüz ve şiddetli biçimlerinin dirilişine tanık oldular. Aşırı sağ hareketleri, milliyetçilikler ve yabancı düşmanlığı, liberal demokrasinin tarihi kalelerinde bir kez daha önemli siyasi güçler haline geldiler. Bütün bunlara ilgisiz bırakılmış, dışlanmış, sisteme dahil edilmemiş, sosyal’in önemli bir basamağını oluşturmasına rağmen sosyal bilimlerden uzak tutulmuş, görmezden gelinmiş ve en önemlisi bunlara gelişim, uyumlanma çağında maruz kalmış bir çocuk sebep oldu: Din.

Size ihmal ettiğimiz bir başka şey daha söylemek istiyorum: Bizler dini, sınırları çizili, çerçevelenmiş bir olgu olarak görme eğilimindeyizdir; kuralları vardır, değişmezdir, uygulamakla yükümlüyüzdür vs.; oysa onun canlı bir organizma olduğu fikrini atlıyoruz; yaşıyor, gelişiyor, yer yer uyumlanıyor, kimi zaman öfkeleniyor, hem bireylerde hem de toplumlarda yaşayabiliyor, ideolojilerin içerisinde kümeleniyor, barışıyor, savaşıyor ve en önemlisi görmezden gelinmek istemiyor. Buradan tekrar çocuk metaforuna dönelim; çünkü hiçbir çocuk, çocuk olarak kalmaz ve erginleşirken yaşadığı deneyimler onun karakterinde etkin bir rol oynar. Dışarıda bırakılmış ve iletişimsel ağda hiçbir pozisyona sahip olamamış, hiçbir disiplinde danışılmamış, hiçbir misyonda başı okşanmamış bir çocuk “var olduğunu” kanıtlama ihtiyacıyla erginleşir. Ve şüphesiz bu yoksunluk onu daha sert ve acımasız kılar. 11 Eylül de esasında bu erginleşmiş çocuğun bu duygularla sebep olduğu tabloyu bize anlatır. Öte yandan bunu bir intikamdan ziyade hazırlayıcı koşulların etkisiyle cereyan eden bir olay olarak almak daha makul olacaktır. Bu yağmur bu iklim koşulları için sürpriz değildir ancak yine de bazılarını şaşırttığını görüyoruz: Aydınlanmacı akademisyenleri. Nitekim üniversite kampüslerinin konforunda yürüttükleri karmaşık çalışmalarda dine asla yer yoktu; bu bakımdan bunu yeniden düşünmek ve hatta Aydınlanma kavramını muhafazakarlaştırmak, onu yerel bir miras olarak almayı kabul etmek onlar için ölümcül sayılırdı.

Değinmek istediğim bir konu daha var ve dini bir çocuk olarak sembolize ettiğim örnek bu konu için iyi bir model olabilir. Konuşmamın başında bahsettiğim o ailelerarası toplantıya geri dönelim ve oradaki ailelerin çocuklarını bütünüyle görmezden gelmenin bir sistem haline geldiği bir yapıyı aklımıza getirelim. Ancak o da ne? Bir başka aile sahneye çıkıyor ve onları anlamak ve onlarla temasa geçmek için çocuklarını anlamamız, onları dikkate almamız, onlara belirli bir özgürlük alanı açmamız gerekiyor. Nasıl yapacağız? Nitekim oyun alanı olmayan bir çocuk bir süre sonra sıkılacak ve büyük olasılıkla sizin inşa ettiğiniz “yapıları” oyun alanı olarak kullanmaya çalışacaktır. Burada bahsetmek istediğim şey bellidir; günümüzün uluslararası ilişkiler kuramları ve prensipleri, Batılı devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerin dışında kalan bir dünya tarihini anlamak için yeterli olmayabilir. Avrupa devletleri kendi aralarındaki ilişkilerde din konusunu ilişkilerin dışında bırakmış olsalar da bu, söz konusu sistemin dışında kalan devletlerle, örneğin Orta Doğu devletleriyle olan temaslarda dinin herhangi bir rol oynamadığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmayabilir. Bu bakımdan, Avrupa-merkezli bir uluslararası ilişkiler anlayışı 20. yüzyıl boyunca tüm dünyada kabul gören bir düşünce sistemi haline gelmiş olabilir; ancak yaşadığımız dünyaya dönüp baktığımızda bunun hiçbir anlamı olmadığını görüyoruz. Çünkü dinin siyaset üzerinde etkisi hala çok güçlü. Doğu bir yana, Batı toplumlarında bile dini temaların ve ilkelerin özellikle iç siyasette giderek daha sık referans noktası haline geldiğini görüyoruz.

Reklamlar
BU REKLAMI BİLDİRGİZLİLİK

Bu kısa konuşmayı yavaş yavaş sonlandırırken Uluslararası İlişkiler ve din arasındaki ilişkinin nasıl yapılandırılacağı sorusuna saçmalayacak bile olsam aynı modelle bir şeyler söylemeyi çok isterim. Çocukların davranışları sizi şaşırtabilir, olmadık bir zamanda sarılabilirler, onlardan sevgi görürsünüz; hiç beklenmedik bir zamanda da olmayacak şeyler duyabilirsiniz, şaşırmış bir halde “Bunu nereden duydun sen?” dersiniz, her konuda, her kararda olmak isterler ve gerçekten de ilgi çekicidirler. Bir oyuncağı makul bulup diğerini fırlatabilirler. Bazen belirsizlerdir, karmaşıklardır, kabul etmek gerek, ama her şeye rağmen basit denklemlere tutunurlar. Düştüğünde ağlarlar, oyuncak hediye edildiğinde sevinirler, masalları ve efsaneleri severler, görünür şiddeti ve tehlikeyi belirli bir ölçüde anlayabilirler, kötü ve iyi ayrımını metodik olarak yapabilirler; ancak ne yazık ki istismar edildiklerinde bunun farkına varamazlar. Din de bundan çok farklı değildir. Ve çocuklarını ihmal eden ve iletişimsel ağdan yoksun bırakan aileler, onların zararlı ve yıkıcı fikirlerin/örgütlerin içerisine düşebileceği riskinin farkında olmalıdır. Uluslararası İlişkiler kendi prensipleri içerisinde din olgusuna bir hareket alanı tanımalı ve din ve uluslararası ilişkiler arasındaki etkileşim güçlendirilmelidir. Bu alan dinin özgül yapısına izin vermeli, din olgusu toplumsal dinamiklerde işlediği haliyle natürel boyutlarıyla yer almalı ancak onun kontrolü ele almasına ve belirleyici bir rol kazanmasına da olanak tanınmamalıdır. Böylelikle hem Uluslararası İlişkiler disiplini kendi kuramsal modelinde din gibi bir olguyu da hesaba katarak daha bütüncül ve sağlıklı bir sisteme kavuşacak hem de bu olgunun çemberin dışına itilmesinden doğabilecek olası krizler en aza indirgenecektir. Nitekim daha iyi anlamak her zaman daha iyi anlaşılmak demektir.

Siteden alınan yazılar, telif hakları yasası gereği izin alınmaksızın veya kaynak gösterilmeksizin kopyalanamaz ya da başka bir mecrada paylaşılamaz.

Bunları da Sevebilirsiniz

İlkyaz ile her ay öncelikli olarak üç genç yazarı tanıtıyoruz sizlere. Bir öykü veya birkaç şiirden oluşacak bu eserleri İlkyaz gönüllüleri olarak İngilizce’ye çeviriyor ve dünya kamuoyuyla tanıştırmak için çabalıyoruz. Nisan ayı boyunca seçilen yazarları ve yazılarından alıntıları aşağıda bulabilirsiniz! Seçtiğimiz isimlerin yazılarını her ay dünyanın farklı bir yerinde konumlanan PEN merkezinden biri o ülkenin …

Share

Edebiyat tarihine adını yazdıran Günter Wilhelm Grass’ın 32 yaşında yazdığı ilk romanını ve hayat hikayesini detaylandıran bu metin, www.insanokur.org adresinde yayımlanan bilgilerden derlenmiştir. Tamamına buradaki uzantıdan ulaşılabilir. Teneke Trampet (İngilizce: The Thin Drum, Almanca: Die Blechtrommel) Günter Grass’ın 1956 yılında Paris’te kaleme aldığı 1959 yılında yayımladığı ilk romanıdır. Sinemaya uyarlamasıyla 1979’da Oscar kazanan, dünyada büyük …

Share
Önceki / Previous Temsilci Yazarımız Uğur Akkaş'ın Dosyası: Baraka ve Ahmet Abi
Sonraki / Next Temsilci Yazar Binnaz Deniz Yıldız: ÇOCUĞUN RÜYASI