İkindi


Ayakta etrafına bakınıyor, her zaman yaptığı gibi eteğinin üzerinde birleştirdiği ellerinde başparmağıyla oynuyordu. Gözlerinin ışıldıyor olduğu doğruydu, fakat zihninin sisi o ışıltıyı bulandırıyordu. Odaya doğru birkaç adım attı. Burası mutfak ve oturma odasının bir arada olduğu kullanışlı evlerdendi. Ellerini çözdü ve parmaklarını ağır ağır sandalyelerde, masada, tezgahta hissederek gezdirdi. Demek kızı burada bu sandalyede oturuyor, bu masada yemeğini yiyordu. Hangi yemekleri yapmasını biliyordu acaba? Koltuklara ve perdelere göz gezdirdi. Hiçbiri eski veya bakımsız durmuyordu. Bir kimlikten yoksun, bütünüyle izsiz bir yaşam sürdürülüyordu burada.

Pencerenin altında, koltuğun kenarında gözden kaçabilecek ufak bir kitaplık, üzerinde tek tük okuma kitapları, birkaç plaket ve çerçevelenmiş fotoğraflar vardı. Fotoğraflardan birini eline aldı. Her birinin bir hikayesi olmalıydı. Hepsini işitmeyi nasıl da isterdi! Bunun hikayesi neydi peki? Kıyafetlere bakılırsa bir çeşit mezuniyet hatırası olmalıydı. Üstelik kızı da yüzünde ne eskisine bütünüyle yabancı ne de eskisinin tıpatıp aynısı bir tebessümle oradaydı.

“Çantanı arkadaki ufak odaya koydum.” Fotoğrafa öylesine dalmıştı ki kızının birden sesi annesini ürküttü. Genç kadın daha rahat bir kıyafet giymiş, kucağında sarı bir kediyle dönmüştü. “Seni tanıştırayım. Bu Lipton, evdeki her şeyin zabıtası.”

“Soğuk çayı çok mu seviyor?” dedi fotoğrafı usulca yerine bırakıp doğrulurken.

“İsmini ben koymadım aslında. Bana sahiplendirenler ona böyle sesleniyordu, ben de sürdüreyim dedim.” Annesi sempati duyduğunu gösteren yapma gülümsemenin ardından ellerinin utangaç birer hareketiyle odadaki eşyaları gösterdi. “Başının çaresine bakıyor gibisin.”

“Yani… evet.” Genç kadın kucağındaki kediyi sevecen azarlarla yere bıraktıktan sonra mutfağa yöneldi. “Aç mısın? Dünden kalan biraz yemek var, onu ısıtacağım.” Buzdolabından çıkardığı tencereleri ocağa koyup altını yaktı, karıştırmaya başladı. Isınan yemeğin kokusu hızla odaya yayıldı. “Bu taraftan tek bir otobüs hattı geçiyor, bulabilmene şaşırdım.”

“Şehir hem çok değişmiş, hem hiç değişmemiş. Garip şey. İnsanlar hala çok yardımsever. Bu Lipton beni sevdi herhalde, yanaklarını bana sürtüp duruyor.” Kediyi kucağına alıp pencerenin önüne geçti. Camdan içeri giren ışık her dakika daha iç karartıcı bir hal alıyordu. Şu güneşsiz ikindi rengi, her hücresinde yaşamın sorgulandığı bu beyaz blokların en büyük laneti olmalıydı. “Hep yalnız… mıydın?”

“Ev arkadaşım vardı ama kovdum. Onun yerine Lipton’u aldım. Kötü niyetli bir kız değildi aslında, yalnız kimyamız tutmadı. Bir türlü sağlıklı bir iletişim kuramadık.”

“Kedi… Harika. Senin yaşında kendime söz vermiştim, bir gün kendi evim olursa kedilerle yaşayacaktım. İsimleri bile önceden belliydi: Latte ve Vanilya. Zihnimde onları o kadar çok kez canlandırdım ki sokakta görsem tanıyabilirdim. Sonra ne mi oldu? Şu yaşıma geldim ve tek bir kedim olmadı. Sanırım bazı düşler zamanın merhametine kalmamalı.” Kediyi koltuktaki yerine bırakıp masaya geçti. Yemek hazırdı.

“Taze fasulye ve pilav var. Umarım seversin.”

“Senin yaptığın her şeyi…” diyecekti anne, fakat dili varmadı. Severek yiyeceği bu yemek yalnızca biyolojik ihtiyaçların karşılandığı kupkuru bir yiyecek olarak kaldı. Genç kadın bulaşıkları yıkamaya koyuldu.

“Tek başına kalabildiğine göre çalışıyorsun değil mi?”

“Burs alıyorum.”

“Peki gerçekten yetiyor mu?”

“Evet.” İşi bittikten sonra ellerini tezgahta duran beyaz havluya sildi. “İzninle ben biraz ders çalışayım.” Biraz sonra ışıklar yandı, genç kadın odasına geçti. Onun yokluğuyla genişleyen oda saat tıkırtılarıyla doldu. Kızının varlığı sayesinde biraz olsun tanışık hissettiği bu oda, o olmayınca anneye tekrardan yabancılaştı, hatta düşmanca gelmeye başladı. Hiçbir eşya onu burada istemiyor, o da hiçbir eşyaya dokunmaya yetkisi yokmuş gibi hissediyordu. Şimdi kalp kırıcı düşüncelerden kaçmak isteyen bir zihnin ikiyüzlü odağıyla pürdikkat saati seyrediyordu. Gözleri önce alevlendi, sonra yaşardı. Burada içinden gelen isteğe karşı koyması gerekirdi belki de. Fakat bir defa hıçkırınca sükunetini kaybetti ve kendini bıraktı.

Bunları da Sevebilirsiniz

gölgelerin kıvrımlarında kalmış makûs maskeler  dirilmeden, kavi ruhun intihallerine uğramadan düştüler  düştüler çünkü harbin son sireni esaretle çaldı  insanlık bunu ipek böceklerine sarılırken anladı  sarıldılar ipeği diri bir kadının boynuna  o an harp, özlemi oğlundan çevirecek aklı andırırdı  vicdana iman etmiş aklı  yurdu, ufku, kuşku pusulalarından arınık bir aklı    bilgeler sarp sapaklıkların seçkin tayları  gittikçe sığınak erbablığı yapan uzun ve iri …

Share

PEN merkezleri her ay genç yazarlarımızı dünyaya tanıtıyor.Nisan ayı yazıları için sıra PEN Güney Afrika Merkezi’nde… İlkyaz olarak sitemizin “Yazılar” bölümünde her ay üç genç kalemi tanıştıracağız sizlerle. Bu eserleri İngilizce’nin yanısıra her ay dünyanın farklı yerinde konumlanan bir PEN merkezi o ülkenin diline çevirip üyelerine ve ülkelerine tanıtacak. Bu sayede, edebiyatımız uluslararası alanda yeni …

Share
Önceki / Previous “Kitleler Faşizmi Neden Arzular?” Sorusu Üzerine Düşünceler
Sonraki / Next George Saunders on the Power of Kindness (Animated)