Babamın her gece uyumadan önce yatağında uzanıp düşlediği en büyük hayal, kendisine ait bir arabaydı. Bu pek dillendirmediği hayal, belki onun çocukluk hayaliydi belki de gençlik hevesi… Yıllar boyunca çalışıp didinip para kazansa da ev geçindirme mücadelesinden başını hiç kaldıramadığından elinde avucunda araba alabilecek imkan da olmadı. Bu, gözlerinde hep parıl parıl parlayan bir hayal olarak kalmıştı. Ta ki o sabaha kadar…   

Babam o sabah, şoför mahallinde kendisinin oturduğu külüstür denilebilecek eski bir arabayla ardı ardına kornalar çalarak evimizin önüne geldiğinde annemle kendimizi camda buluverdik. Camdan arabayı görünce benim gözlerim gün ışığı gibi parlak bir alev topuna dönüşürken annemin gözlerineyse puslu bir karanlık çökmüştü. Onun cama yansıyan silüetinden anlayabildiğim buydu. Evimizle aynı sokağa bakan ve iki yan evde oturan komşumuz, babamın getirdiği bu arabayla yakın zamanda birkaç ufak kaza yapmış, eşinin de söylenmesiyle kazaları arabanın uğursuzluğuna vererek arabayı satılığa çıkarmıştı. Babam da o akşam kahvehanede komşumuzun uğursuz arabasının yok paraya satılık olduğunu öğrenince heyecandan yerinde duramamış, kahvehaneden özgürlüğüne kavuşur gibi koşar adım çıkmış, geç vakit de olsa umursamadan komşumuzun kapısına dayanmıştı. Kapının ağzında allem etmiş kallem etmiş komşumuzu ikna ederek araba için sözleşmişti. O geceyi -muhtemelen gözüne bir damla uyku girmeden- yüreği titreyerek geçirmiş, sabah da gün ışığıyla evden çıkmış, bu külüstür arabayı borç harç alıp evimize getirmişti. Babamın böyle sonrasını hiç düşünmeden para harcaması görülmüş şey değildi hâlbuki. Böyle borçlanmak bir kenara, babam bakkala yazdırdığı veresiyeyi bile eve gelince evdeki defterine de özenle nakış gibi işler, o ay masraf biraz arttıysa bakkala daha fazla veresiye yazdırmak ayıp olur der, en lazımlar dışında alışveriş etmeyin diye de tembihlerdi. Onun bu huyunu da yine babamı en iyi tanıyan annem biliyordu. Ben babamın hayaline ortak olurken annem, hemen arkamda durmuş, camdan babamın kornasına bastığı sarı renkteki bu eski arabaya bakıyor, gözlerinde dolaşan nem, camı buğuluyordu. 

Annemi öyle kendi hâlinde bırakarak kendimi evin önüne atıverdim. Sanki arabayı saracakmış ya da babam arabayı sanki bana hediye almış gibi kollarımı iki yana açarak, terliklerim ardıma vura vura koştum. Peşimden de isteksiz ve düşünceli adımlarla annem geldi. Söyleyecek çok şeyi vardı belli ki ama söylemeye mecali yoktu. Belki olan oldu diye geçiriyordu içinden ya da içten içe babamı bu işten vazgeçiremediği için hayıflanıyordu. Ben babamın dünyanın en nadide çiçeğiymiş gibi seyrettiği bu sarı arabanın yanına vardığımda babam arabadan henüz inmişti. Bir elini arabanın açık şoför kapısına usulca dayamış, yüzünde gururlu bir babanın mağrur ifadesi, gözlerindeyse hayalini gerçekleştirmiş bir çocuğun saçtığı ışıklarla bana bakıyordu. O güne değin onun hiç bu kadar büyükçe güldüğünü görmemiştim. Babamın ağzı kulaklarındaydı. Hem de tabiri caizse değil, karşımda duruyor, etli dudaklarının uçları yanaklarını geçip kulağına değiyordu. O artık hayalini gerçekleştirmiş bir adamdı. Benim kollarımı açıp geldiğimi görünce babam da hemen bir dizini yere koydu ve benim ona sarılmam için upuzun kollarını iki yana açtı. Kollarını öyle hevesle açmıştı ki dünyada ikimizden ve sarı arabamızdan başka ne varsa kollarını açarken arkasında kalmıştı.  

Koşumu babamın kollarında sonlandırdım. Öyle sıkı sarmıştı ki beni, kolları çevremde dört tur atmıştı sanki. Yuvasından düşmüş bir kuş gibi avcunun içindeydim. Biz böyle sarılırken annem, iki elini içe doğru kıvırmış, sonra ikisini de belinin iki yanına dayamış, babam sanki sarı bir araba getirmemiş de dünyanın en güzel sarışınını ona kuma getirmiş gibi kıskançlıkla önümüzde dikiliyordu. Onu görünce içime kor ateşten bir korku tanesi düştü. Annemin birazdan al bunu geri götür diyebileceğini bile düşündüm. Küçücük kalbim sanki doğdum doğalı hiç bu kadar hızlı atmamıştı. Her kalp atışımda göğsüm sallanıyordu. Şehrimize, mahallemize, sokağımıza, evimize hatta üstümüze başımıza dolan sabah güneşinin ışınları, arabanın kaputuna da vuruyor ve onun sarı rengine karışarak güçleniyordu. Babamın arabası öyle parlıyordu ki sanki az sonra araba dile gelecek ve annemi kalmaya ikan etmek için merhaba diyerek seslenecekti.  

  Necmi beylerin arabasını buraya neden getirdin? diye sordu annem, içinde parçalanmış umutlarını elinden geldiğince toplayıp tek bir soruya sığdırmıştı. Bu araba, sarı küheylan, artık bizim derken babam, elinin altındaki sarı küheylanını usulca okşadı. Arabasını yıllar önce kaybetmiş de şimdi bulmuş gibi yıllardır ona duyduğu özlemini oluk oluk akıtıyor, adeta arabasını öpmemek için kendini zor tutuyordu. Annemin içinde kaynayan cümleler, dilinden dökülmek için hücum etse de annem, herhâlde bu saatten sonra yapacak bir şey olmadığını düşünmüş olacak ki babamın cevabının üstüne tek kelime etmedi. Babamın arabayı almamış olmasına dair bütün umutlarını da bir çırpıda serbest bıraktı. Kanat çırpan umutlarının göğe yükselip uzaklaşmasını izledi. Babam, üçümüzün ortasındaki sessizliği haydi diyerek dağıttı. Binin de bir tur atalım. 

Arabanın önünden kocaman adımlarla dönüp içimde o yaşıma kadar duyduğum duyacağım en büyük heyecanla sarı küheylanın ön kapısından babamın hayaline bindim. Annem de babamla ikimizin heyecanına kapılmış olacak ki isteksizliğini çıkardığı bir elbise gibi olduğu yerde bırakarak çabuk hareketlerle gelip arka koltuğa oturdu. Babam, yüzünün yarısını kaplayan kocaman gülümsemesiyle önce bana sonra da başını çevirip anneme baktı. Heyecanını paylaştığımızı görmek hoşuna gitmişti. Arabanın anahtarını takmadan önce yüzünün yarısı gülümseme, diğer yarısı da parlayan kocaman gözlerinden ibaretti. Usulca besmele çekerek arabayı çalıştırdı ve bize mahallede bana yıllarca sürmüş gibi gelen bir tur attırdı. Arabasının sokaklarda salınışı babamın rüyalarının gerçeğe dönüşmesiydi. O kocaman adam, öyle hevesliydi ki gözümde sanki yaşıtımdı. Babamı sarı küheylanın şoför koltuğunda gören komşular bir yandan el sallarken bir yandan da hayırlı olsun dileklerini ilettiler. Babam camdan bakışlarını uzatarak her birinin selamını tek tek aldı. Yetmedi hepsine ayrı ayrı ne kadar mutlu olduğunu ve şükrettiğini anlattı. O komşuları selamlarken benim arkadaşlarım da arabanın geldiğini görünce yol kenarına koştular ve önlerinden geçerken onlara hava atışımı ağızları açık izlediler. O gün her şeyin ve herkesin en gerisinde kalan değildim. Her zaman en son sahip olan değildim. Her zaman arkadaşlarımın abilerinin eskilerini giyen değildim. Ben artık onlardan biriydim, ben artık bu mahallenin efendisiydim. O gün benim hayatımın en mutlu günüydü. 

O günden sonra babamın sarı küheylanı sık sık arızalandı. Arabanın başında toplanan komşulardan kimi arabanın uğursuzluğuna verdi kimi arabanın eskiliğine kimi bakımsızlığına… Ardı arkası gelmeyen sözler silsilesi… Babamsa duyduklarını hep kulak ardı etti, üşenmedi, erinmedi, tamirciye götürdü her seferinde. Araba, tamirciye her gittiğinde masraf çıkarıyor, babamı ayrı annemi ayrı düşündürüyordu. Annem, arabayla ilgili pek sık laf etmese de çok sıkıldığı zamanlarda bir heves uğruna deyip kenara çekiliyor, babamı arabasıyla baş başa bırakıyordu. Benim içinse sarı küheylanın tamir olup gürül gürül sesiyle evimizin önünde çalışır hâlde olması yeterliydi. Gerisi bu yaşımda benim meselem değildi. 

Babam bir akşam, mahalleden pek tanımadığım birkaç adamla birlikte arabayı iterek evin önüne getirdi. Sarı küheylan mahalleye çıkan yokuşta yine teklemiş, babamı yolda bırakmıştı. Babam, ona yardım eden mahalleliye tek tek teşekkür ederek onları yolculadıktan sonra kırk yıllık eski bir dostuymuş gibi arabasının önüne geçti ve sanki arabasının gözleri varmış da ona mahcup mahcup bakıyormuş gibi gözlerini arabasının gözlerine kilitledi. Olanları camdan izlediğim için ben yanlarına gelene kadar ne konuştular duyamadım ama babamın hesap sorar bir hâli vardı. Ah dedi, ben az uzaklarında durduğumda. Neyin var senin? Bana mı kızdın? Bana mı küstün? Yoksa çok mu yaşlandın be küheylanım? Naz ediyorsan et. Güzelin nazı çekilmez mi elbet çekilir. Ama rezil etme artık beni mahalleye. Komşular arkamdan güler oldu. Haydi barışalım artık! diye dert yandı babam benim onu dinlediğimi fark edene dek. Beni görünce de ufacık bir telaşla kaşlarını çattı. Onun mahremine girmişim gibi hissederek çekindim. Küstünüz mü? diye sordum çocuk hâlimle, korkumu bastırmak için. Güldü babam, kocaman güldü. Sarı küheylanın biraz morali bozulmuş dedi, yanağımdan öperken. Belli ki o gün arabayı tamirciye götürecek parası yoktu. Belki tamirciden de umudunu kesmişti.  

O günden sonra bir hayli zaman geçti. Belki birkaç hafta, belki birkaç ay… Sarı küheylan umutsuz bir hastalığa yakalanmış ve tedavisi Fizan’daymış gibi öylece garip garip yatıyordu. Okula gitmek için evden çıktığım her sabah morali düzelsin diye hâlini hatırını soruyordum ama bana hiç cevap vermediği gibi üstüne vuran güneşi de ilk günkü gibi yansıtmıyor, adeta utanarak yutuyor, kendini karanlığa mahkum etme telaşına kapılıyordu. 

Babamın bir sonraki izin gününde uyandığımda evde sadece annem vardı. Mutfak tezgâhına her zamanki gibi dayanmış, elindeki bıçakla salatalığın kabuğunu ince ince soyuyor, eni konu yapacağımız pazar kahvaltısını hazırlıyordu. Ona babamı sorduğumda arabaya gitti dedi, yüzünü bile çevirmeden. Arabanın varlığını bir türlü kabullenememişti. Ben mutfaktan çıkarken kahvaltı birazdan hazır diyerek arkamdan seslendi. Bu oyalanmayın demekti. Babamın arabayı tamir ettirdiğini düşündüğüm için bulutların üzerinde yürüyormuş gibi evden koşar adım çıktım. Babamın sarı küheylanı günlerdir olduğu yerde ama bu kez kaputu açık şekilde yol kenarında duruyordu. Babamın yanına vardığımda üzerimde yataktan çıktığım yazlık pijamalarım vardı. Babam, arabanın açık kaputundan içeri başını uzatmış, ellerini de iki yana dayamış, bir film izler gibi dikkatle kaputun altına bakıyordu. Baba diye seslendim heyecanla. Başını çevirip gülümsedi. Pijamalı hâlim aklıma gelmediği için arabanın çalıştığını ama babamın bana oyun olsun diye kaputunu açtığını düşündüm o sırada.  

Nasıl tamir edeceğiz bu arabayı biliyor musun dedi. Yüzü düşmüş, o çaresizliğin bilinen ifadesi gelip gözlerine yerleşmişti. O an babamın bana oyun oynamadığını anladım. Bilmiyorum dedim. Bilmeyi çok isterdim ama bilmiyorum. Babam, bana şimşek gibi gözleriyle baktı. Gözlerinden yansıyan çaresizliğin ifadesi giderek siliniyor, cesaret yükleniyordu. Öğreneceğiz dedi, ellerini ovuştururken. Belki yarım saat, belki bir saat kaputun altına baktık beraber, hiçbir şeyden anlamadan. Hangi boru nereye gidiyor, hangi vida neyi neyle bağlıyor öğrenmeye çalıştık babamla. Babam konuşup duruyordu ama benimle mi konuşuyordu sarı küheylanıyla mı ayıramadım. Önemli de değildi çünkü konuştuklarından bir şey anlamıyordum. Sadece babamın anlatması hoşuma gidiyordu. Bilmediğim bir lisanda bile konuşsa, onu böyle baş başa saatlerce dinleyebilirdim.  

Sonraları her hafta babamın izin günlerinde bazen akşama kadar, bazen öğlene kadar arabanın başında buluşup tamiri için uğraştık. Komşularımız her seferinde sözleşmiş gibi bir bir yanımıza akıl vermeye geldiler. Kimi uğraşma, ver bu arabayı müzeye diyordu kimi Bahri seni kazıkladı, dayan kapısına diyordu. Kimileri de çeşit çeşit arıza bilgisi veriyor, kendince buldukları tamir yollarını anlatıyorlardı. Babam da hepsini sabırla dinliyordu. Hiçbirine sana ne dediğini duymadım. Herhangi birini artık yeter deyip kovduğunu görmedim. Öylece onları dinliyor, dinliyor, usanmadan dinliyordu. Onlar gidince de yine kendi bildiğini yapıyordu. Annem de babamın izin günlerinde kahvehaneye gitmesindense evin önünde arabayla uğraşmasından memnun gibi duruyordu. Arabaya karşı olan ilk zamanlardaki sertliği yerini acımayla karışık bir şefkate bırakmıştı.  

Bir zaman sonra babamın eline bir yerden para geçmiş olacak ki bir izin gününde uyandığımda babam da evin önündeki arabası da yoktu. Aklıma ilk en kötüsü geldi ve babamın arabayı sattığını zannedip hüngür hüngür ağladım. Arabanın haftalardır durduğu yere oturup bir daha o kaputunun altında babamla yan yana duramayacağız diye ağladım. Artık o sarı araba, babamın hayali olmaktan çıkmış, babamla benim en mahrem buluşma yerimiz olmuştu. Kendimi o kaputun altına bakarken ilk kez büyümüş gibi hissediyordum. Annem yanıma gelip beni babamın arabayı satmadığına ikna edene kadar akla karayı seçmişti. Adeta sürükler gibi de eve geri getirdi. 

O gün öğleden sonra babam, sarı küheylanını tamir ettirmiş, yine ilk günkü gibi kornasına basa basa evin önüne geldiğinde kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim. Sabah beri gözümden akan ne kadar yaş varsa gözüme geri dolmak için peşim sıra koşuyordu sanki. Küçük dünyamın geri kalanını evin içerisinde bırakarak arabaya koştum. Ben yanına gelir gelmez babam sarı küheylanın kaputunu açtı, öğrendim dedi hevesle. Gözleri tazelediği hayaline bakarken yine ışıldıyordu. Ben daha bir şey soramadan şöyle yapılması gerekiyormuş, o koparsa da şu takılacakmış diye başladı ve arabanın böyle bir arıza yaptığında nasıl tamir edileceğini uzun uzun anlattı. Sekiz dokuz yaşlarında olduğum için anlattıklarından hiçbir şey anlamasam da babamın o gün anlattıkları dünyanın en güzel masalıydı benim için. O günden sonra birçok gece uyumadan önce gözlerimi kapatıp babamın kaputun altında bir yerleri göstererek bana hevesle anlattıkları tekrar tekrar dinledim. 

Aradan güle oynaya iki hafta geçtikten sonra sarı küheylan yine bozuldu. Bu kez yokuşta da kalmadı. Babam, sabah işe gitmek için evin önünde arabayı çalıştırmak istediğinde çalışmadı. Yine hızlıca açtık kaputu beraber, ötesine berisine baktık. Babamın önceki arızayı yaptırırken öğrendiğine hiç benzemiyordu. Bu yepyeni, bilmediğimiz, tanımadığımız, alışık olmadığımız başka bir arızaydı. Annemin evin camından çocuk okula geç kalacak sonra bakarsınız diye seslenmesiyle kendimize geldik ve babam, kaputu usulca bir bıkkınlıkla kapattı. Sarı küheylan babamın bir sonraki izin gününe kadar yine öylece evin önünde yattı.  

İzin günü gelip çattığında babamla birlikte kaputun altında buluşacağımızı umarak erkenden kalktım. Salona da mutfağa da uğramadan kendimi evin önüne attım. Sarı küheylan olduğu yerde duruyor ama kaputu çoktan açmış olması gereken babam, arabanın etrafında gözükmüyordu. Kazara evden çıkmış gibi koşarak gerisin geri eve girdim ve babamı içeride televizyonun başına oturmuş, haberlere bakar hâlde buldum. Baba dedim, arabaya bakmayacak mıyız? Ben böyle sorunca usulca başını çevirip bana baktı, ilk defa babamı bana öyle bakarken görmüştüm. Bana o kadar uzun baktı ki artık cevap versin diye onu elimle dürttüm. Baba, iyi misin dedim. Yüzüne yerleşen umutsuzluğu gizlemek ister gibi yalandan gülümsedi önce. İçinde yanan ateşi söndürmüştü ama bir kıvılcımlık canı vardı işte. O kıvılcım da benim sorduğum soruydu. Gözlerinin yine şimşek gibi çaktığını görünce ben de gülümsedim. Oturduğu yerde doğruldu, yapabilir miyiz dedi. Yaparız! diye bağırdım heyecanla, boynuna atlayıp sarıldım babama. İki ateş kavuşmuştuk. Bir daha sönmeyecek büyük ve tek bir alevdik artık. O izin günü ve sonraki izin günlerinde de hep sarı küheylanın kaputunu açıp baktık. Tamir edemedik elbette ama babamla bir olup uğraşmaktan da hiç usanmadık.  

Sonraları bir gün okuldan geldiğimde evde kimse yoktu. Annem komşuda olduğunu yazdığı bir kağıdı, içeri girer girmez göreyim diye kapının hemen içine yere bırakmıştı. Bu benim için bulunmaz bir fırsattı. Çantamı duvarın kenarına bırakarak vestiyerde asılı duran arabanın anahtarı aldım ve içimde biriken deli cesaretiyle bir hayalet gibi sessizce arabaya gittim. Babamdan gördüğüm şekilde açtım kaputu, dayama demirini de güçlükle de olsa yerine yerleştirdim. Hayal ettiğim şuydu ki, babamla bakıp bakıp yapamadığımız tamiri tek başıma yapacaktım, arabayı çalıştıracaktım ve babamın gözünde bir kahraman olacaktım. Babam benden gururla bahsedecek, anneme bak, gördün mü diyecek, beni bir babam öpecek bir annem öpecekti. Bu hayalimi gerçekleştirmek için arabayı kurcalamaya başlamıştım ki komşudan dönen annem, beni arabanın kaputunun altında tek başıma görünce önce güzel bir azarladı sonra da sağlam bir kulağımı çekti. Çok tehlikeli işlermiş bunlar ve ben parmaklarımı, elimi hatta kolumu bile kaybedebilirmişim. En sonunda beni babama şikayet edeceğini ve onun da çok kızacağını söyleyince ağlamaya başladım. Babam kızarsa bir daha beni arabaya baktırmaz diye ağladım. Ne azarlanmak ne kulağımın çekilmesi, beni ağlatan sadece babamın bana kızacak olmasıydı. O akşam televizyonun karşısında otururken annem babama hiçbir şey söylemedi ama ben her an söyleyecekmiş gibi diken üstündeydim ve gözlerimdeki damlalar dökülmek için annemin birkaç kelimesini bekledi. Annem, o akşam salonda, benim yanımda babama hiçbir şey anlatmadı.  

Babam ertesi akşam işten biraz erken geldi ve daha eve girmeden kapıdan seslenerek beni çağırdı. Bugüne kadar olanın aksine ürkerek gittim. Babam, ben küçük adımlarla ona yaklaşırken arabanın karşısına geçmiş yanına gelmemi bekliyordu. Ben başımı önüme eğerek beklerken arabanın anahtarını bana doğru uzattı. Aç bakayım kaputu dedi. Ben şaşkınlıkla gözlerimi kaldırıp ona baktığımda gülümsüyordu. Aç haydi aç, annen söyledi dedi, anahtarı burnumun ucunda sallarken. Kanatlanan heyecanımla babamın uzattığı anahtarı alıp bir çırpıda sarı küheylanın kaputunu açtım, dayama demirini de bu kez pek zorlanmadan yerine yerleştirdim. Babamın o an ağzından çıkacak ilk kelime benim bu anı nasıl hatırlayacağımı belirleyecekti. Babamla böyle yan yana durup onun ne diyeceğini merak ederken birden dizinin üstüne eğildi ve sımsıkı sarıldı bana. Bir daha hiç kimsenin sarılmayacağı gibi sarıldı. Yanağımdan öptü, canım oğlum dedi.  

Ertesi akşam camda babamın işten dönmesini bekliyordum. Annem mutfaktan seslenerek acıktın mı, baban geç kaldı dedi. Acıktıysan yemek koyayım sana. Hemen atıldım, arabaya vida alacak, somun alacak dedim. Babam gelince yeriz. Annem lavabonun önünde durmuş, elindeki kıvırcığı musluğun altında yıkarken söylediğime güldü.  

Aradan bir saat kadar geçmişti ki ben camda beklerken evin önüne bir polis arabası yanaştı. Sarı küheylanın hemen karşısında durdular. Sirenleri çalmıyor, mavi kırmızı ışıkları da yanmıyordu. İçinden iki memur indi ve ayaklarını sürüyerek evimizin kapısına geldiler. Daha ben anneme seslenemeden kapı çaldı. Baban geldi dedi annem, bakmadan alışkanlıkla. Yok dedim, babam değil, polis. Annem elinde her ne varsa oracıkta bıraktı ve çalan kapıyı açmaya koştu. Ben de arkasından yetiştim ve onun arkasına gizlenerek polislere baktım. Polisler benim varlığımdan habersiz anneme yekten kocan öldü, başın sağ olsun dediler. Annem onların söylediğini duyar duymaz sağ tarafındaki duvara doğru düşüp bayıldı. Annem düşünce ben de öyle az önce çakılmış kocaman bir kazık gibi kapının önünde kalıverdim. Annemi bayıltan haber, beni de olduğum yere çivilemişti. Ne ağlayabildim ne de ağzımı açıp tek kelime edebildim. 

Ertesi gün defnettik babamı. Annem cenaze dönüşünde komşuların kolları arasında eve dönerken babamın sarı küheylanının yanında durdu. Kocamın tabutu oldun dedi arabaya. Sadece bu kadar. Ne öfkelendi ne saydı ne sövdü ne de eline bir taş alıp camlarını kırdı. Sonradan öğrendim ki babam o akşam işten çıkınca arabayı tamir etmek için bir şeyler almaya sanayiye gitmiş, sanayinin içinde yürürken sarhoşun biri arabasıyla gelip vurmuş alacakaranlıkta.  

Sarı küheylan o günden sonra öylece durdu evimizin önünde. Birkaç ay ne ben arabayı elledim ne annem arabadan bahsetti. Anahtarı hâlâ vestiyerdeki aynı yerinde babamı temsilen asılı duruyordu. Annemle eve her girip çıktığımızda gözümüzün ucuyla bakıyorduk babamın sarı küheylanına. İkimiz de baktığımızda ne hissettiğimizi birbirimize söylemiyorduk. Aynı anda yutkunup bakışlarımızı aynı anda arabadan çeviriyorduk. 

Okuldan geldiğim bir gün, babamın arabasının yanından geçerken içimde biriken huzursuzluktan kurtulmak istedim. Eve girer girmez attım çantamı kapının önüne, vestiyere uzandım ve anahtarı aldım. Anahtarı alırken annemle göz göze gelsem de ne o yapma dedi ne de ben yapacağım dedim. O öyle arkamdan bakarken koştum, açtım babamın arabasının kaputunu. Dayama demirini yerine yerleştirirdim ve iki elimi babam gibi yasladım arabaya. Ben böyle dururken babam, yanımda belirdi. Şimşek gibi parlayan kocaman gözleri ve kulaklarına değen dudaklarıyla kanlı canlı yanımda durdu. Hayal miydi rüya mıydı bilmiyorum ama babam yanımdaydı. Canım oğlum dedi. Sesi tüylerimi diken diken etmişti. Baba dedim. Canım babam! 

Sonraları ne zaman babamı özlesem kendimi kaputun altında buluverdim. Annem de hiç karışmadı, hiç ses etmedi. Beni babamla baş başa bıraktı. Ben her kaputu açtığımda babam yine yanıma geliyordu çünkü. Yine bana gülümsüyor, yine şimşek gözleriyle bakıyor, yine bana canım oğlum diyordu. O gün babamın sarı küheylanını tamir ettirmeyeceğime yemin ettim. Tamir edilirse bir daha kaputu açtığımda gelmeyeceğinden korkuyordum. Aradan yirmi sene geçti, hâlâ ilk günkü gibi korkuyorum. 

 

Bunları da Sevebilirsiniz

  İçgörü. Dağlar bıraktım ardımda Geçip şu bataklık üç gölü. Elimde bir avuç darı. Göğsümde bir avuç ölü. Sevdim dolaysız, duru. Gül ettim toprakta kanı, Bir ettim çoğu. Buldum anahtarı.   Kanatlarım düş gücü Bu göç derin. Göz kırparken değişti mevsim Karanlık beton ormanda yollarımız kesişti. Suya karıştı mürekkep Havada şiirimin külleri O artık senin.

Share

Kaynak: Semih Öztürk, Artfulliving.com Julio Cortazár’ın 1980 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nde kurmaca üzerine verdiği derslerin dökümünden oluşan Edebiyat Dersleri geçtiğimiz yılın son aylarında Süleyman Doğru çevirisiyle Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Toplam sekiz dersten oluşan bu kitapta, fantastik öyküden edebiyatta, mizah, oyun ve müzikalite konularına uzanan geniş ve ayrıntılı bir anlatım yer alıyor “Kendim için, yazı için, edebiyat için, …

Share

İlkyaz ile her ay öncelikli olarak üç genç yazarı tanıtıyoruz sizlere. Bir öykü veya birkaç şiirden oluşacak bu eserleri İlkyaz gönüllüleri olarak İngilizce’ye çeviriyor ve dünya kamuoyuyla tanıştırmak için çabalıyoruz. Ağustos ayından seçilen yazarları ve yazılarından alıntıları aşağıda bulabilirsiniz! Seçtiğimiz isimlerin yazılarını her ay dünyanın farklı bir yerinde konumlanan PEN merkezinden birinin o ülkenin diline …

Share
Önceki / Previous Antika Bir Sonbahar / An Ancient Autumn
Sonraki / Next Siyah Oda