Genç adam uzun süredir seyre daldığı karanlık sulardan bir başka uçsuz bucaksız derya olan gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Bulutlar arasından tek tük ışık noktacıkları halinde görünen yıldızları seyre daldı. Bu kadar yakın görünen yıldızlar nasıl olurdu da ulaşılamayacak kadar uzak olurdu? Halbuki çocukken o, ulaşılamayan gökyüzünün tek sorumlusunu yer çekimi sanmıştı hep. Saçlarını ve yüzünü yalayıp geçen, kimi zaman su damlacıklarını da beraberinde getiren rüzgar eşliğinde düşüncelerinin yavaşladığını hissetti, uzun zamandan beri ilk defa huzurun kollarında teselli buluyordu. Sol tarafından gelen adım sesleri, içinde bulunduğu huzur dünyasını yerle bir etmiş gibi hissettiğinden yüzünün buruşmasına engel olamadı ancak hemen toparlandı.
“Selam azizim.”
“Merhaba.”
Yanına gelen kişi otuz beş yaşlarında görünen iyi giyimli bir beyefendiydi. O da kendisi gibi ellerini yer yer beyaz boyası dökülmüş demirlere yaslayıp karanlık suları seyre daldı. Konuşmanın bu kadar kısa sürmesini beklemediğinden şaşırmıştı genç adam. Bir süre gözlerini yanındaki kır saçlı misafirinden çekemedi hatta bir aralık konuşmayı devam ettirmeyi bile düşündü ancak yapamazdı. Bugüne kadar hep başkaları onun dünyasında misafir olmak istemiş kendisi ise asla bir başkasının dünyasına dahil olma isteği duymamıştı. Gözlerini tekrardan gökyüzüne çevirdi. Kimi zaman denizi kimi zaman uzaktaki ışıklı noktaları ve artık ayrımı belli olmayan ufuk çizgisini seyrederek ve boyuna düşünerek yarım saat geçirdi. Yanındaki misafiri de tek kelime etmedi bu süre boyunca. Ancak uzun süre bu kasım gecesinin ayazında, açık denize karşı dikilmenin getirisi olarak ikisi de üşümüştü. İyice hızını arttıran rüzgar kalın paltolarını uçuruyor, sertçe gemiye vuran dalgalardan kopan su kütleleri kıyafetlerini ıslatıyordu. Genç adam kafasını az da olsa boşaltabildiğinden daha fazla beklemek istemedi, hem hasta olmak da istemiyordu. Odasına gidip hesaplaşmasına biraz da orada devam edecekti. Yanındaki kısa süreli misafirine iyi geceler dileyip arkasını döndü. Birkaç adım atmıştı ki omzuna dokunan el onu durdurdu.
“Size bir fincan kahve ısmarlamama izin verin, lütfen.” Genç adam bu teklifi beklemediğinden ziyadesiyle şaşırmıştı ancak bozuntuya vermedi.
“Tabii ki bu saatte kahve içmek istemeyebilirsiniz ancak..”
“Hayır hayır, seve seve eşlik ederim size. Sadece biraz şaşırdım.”
Teklifi kabul edildiği için duyduğu memnuniyet yüzünden okunuyordu kır saçlı adamın. Arkasını dönüp yavaş adımlarla yürümeye başladı. Genç adam da onu takip ediyor bir yandan da incelemeye vakit bulduğundan mümkün olduğunca çıkarımlarda bulunuyordu. İlk dikkatini çeken şey önünde yürüyen bu adamın az önceki kendinden emin duruşuna karşın attığı adımların çekingen niteliğiydi. Adeta ayaklarının altındaki zeminden kendisinin sebep olduğu küçücük bir ses çıksa utanç ve suçluluktan kurtulamayacakmış gibi yürüyor elinden gelse ortadan kaybolmayı dileyecek gibi duruyordu.
Güvertenin arka tarafında kalan kafenin kapısı önüne geldiler. İçeriye adım attıkları anda adeta yüzlerini okşayan bir sıcak hava dalgası ve yoğun kahve kokusu karşıladı onları. Kır saçlı yeni dostunun yönlendirmesiyle minik şöminenin önündeki masaya oturduklarında genç adam bacaklarını ince bir sızının yokladığını hissetti. Ne kadar süredir ayakta olduğunu kendisi de bilmiyordu. Bir süre ikisi de önünden çekmedi bakışlarını.. Garson geldi, kahveler geldi, hatta ilk yudumlar alındı. Sessizliğe daha fazla katlanamayan genç adam hayatında ilk defa bir konuşmayı başlatma gereği hissetti.
“Siz de mi Rusya’ya gidiyorsunuz?”
“Çok daha uzak bir yere gitmek için bindim bu gemiye.”
Aldığı cevap genç adamı tam anlamıyla afallatmıştı. O düşünceye saplanmış olan zihni mi oynuyordu bu oyunu, yoksa karşısındaki adam gerçekten de kendisinin çoktan girdiği yolda ona eşlik mi ediyordu?
Son cevaptan dolayı çoktan buluşmuştu gözleri. Ancak yüzünden hiçbir şey anlayamıyordu. Sanki hiçbir şey söylememiş gibi dümdüz bir ifade ile kaplıydı yüzü, dudakları ise mühürlenmiş gibi sımsıkı kapalı.
“Ne demek istiyorsunuz?” Belki daha açık konuşmasını sağlayabilirdi.
“Yüzünüzdeki ifade son günümde içimdekileri dökmek için doğru kişiyi seçtiğimi söylüyor bana.”
“Anlayamıyorum.”
“Hayır azizim, pek tabii anlıyorsunuz. Çünkü aynı amaçla bindik bu gemiye. Yahut siz zihninizi meşgul eden bu dürtüye karşı gelmeye çalışıyorsunuz ancak bir konudan eminim ki en az benim kadar yakınsınız ona yoksa bu kadar kesin bir şekilde anlayabilir miydiniz ne kastettiğimi?”
Genç adam ne diyeceğini bilemiyordu. Açık konuşmasını sağlamak istemişti ancak şimdi kafası büsbütün karışıktı. Zihnindekileri bir araya getirip diline dökemediğinden ağzında küçük bir aralıkla bakakaldı. Kır saçlı adam zaten bir cevap bekliyor gibi görünmüyordu. Fincanını alıp bir yudum daha aldı kahvesinden sonra kafasını çevirip etrafına göz attı. Söyleyeceklerini kafasında tartıyordu. Daha fazla beklemeden hafifçe öne eğildi ve anlatmaya başladı.
“Uzun bir süre düşündüm neden yok etmek ister insan kendini, kim bu yola girer, neden girer diye. Ancak tek bir cevabı yok bunun, biliyorum. Ben size kendi cevabımı vereyim siz bana sizinkini. İlla bir sebebi mi olmalı diye düşünüyor da olabilirsiniz. Yok. Cevabınız yoksa da amenna. Benim var ama siz beğenir misiniz bilmem. Sıkıldım, bıktım, bezdim artık. Sahte insanlardan, topluma uymaya çalışmaktan ama asla uyamamaktan, bir yere ait hissetmenin hayalini kurup asla ait olamamaktan usandım, anlıyor musunuz? Ancak en çok da umut etmekten sıkıldım, çünkü biliyorum, o ip çoktan koptu içimde. Ne bireyi suçlarım ne toplumu. Tek kabahatli benim, ben bu dünyaya ait olamadım.”
Genç adam bu konuşma karşısında büsbütün şaşırmadı tam tersine rahatladı. Şaşkınlık oyununu sürdürmesine gerek yoktu, açık açık konuşabileceği birini bulmuştu işte.
“Sizi teselli edecek, dönülmez yolunuzdan döndürecek cümlelerim olsun isterdim bayım ancak yok ne yazık ki. O yüzden anladığımı belirtmekten başka ne diyebilirim size bilmiyorum.”
“Benimle dürüstçe konuşmanız ve yargılamak yerine anladığınızı belirtmeniz yeterli benim için. Anlatmak isterdim size her şeyi, istikametimi değiştirmek için yaptıklarımı ancak bunun için zamanım yok, kusura bakmayın. Ancak anlatmak isterseniz dinlerim sizi.”
Ne söyleyeceğini bilemediğinden gözlerini kaçırıp etrafa göz gezdirdi. Ne anlatabilirdi ki? O yeterince denemiş miydi? Yine bir düşünce selinin içinde boğuluyordu. Ne kadar süre sessiz durduğunu bilemedi ancak karşısındaki hareketlilikle oraya döndü. Kır saçlı dostu ayağa kalkıp elini uzattı.
“Camus, gerçekten önemli olan tek felsefe sorununun intihar olduğunu söyler, ona göre felsefenin temel sorusu yaşamın yaşanmaya değip değmediğidir. Benim cevabım açık ancak herkesin kendine ait bir cevabı olmalı. Sizin cevabınızı ancak ve ancak siz verebilirsiniz. Kendinize iyi bakın genç adam.”
Kır saçlı dostunun arkasından o da kafeden çıktı ancak güverteye yönelmedi, az önce durdukları yerin aksi yönüne dönüp odasına gitti. Bu sahneye tanık olmak istemiyordu. Bir cevabı yoktu, bulmayı da denememişti. Nihai cevabı olmadıkça eyleme geçemezdi. Ayağa kalkıp pencereye yürüdü, kendini engelleyemiyordu. Odasının penceresinden az önce durdukları yere dikti bakışlarını. Ayın ışığı ile aydınlanan şimdi rengi kopkoyu, pasparlak deniz yüzeyinde yuvarlak dalgalar genişledi, genişledi..