TÜRKÇE

Babam Galatasaraylıdır. Ama televizyonumuzda maçları gösteren kanal olmadığından, onları eski, çift hoparlörlü, siyah radyomuzdan dinleriz. Her şeyi duyarız. Tribünleri, hakemin çaldığı faul düdüklerini, futbolcuların bağrışmalarını, tezahüratları ve gol olunca çıkan o uğultuyu duyar, hayal ederiz babamla. Top, Ergün’ün ayağındayken onun etrafındakileri düşünür, kime pas vereceğini tahmin etmeye çalışırız. Son çizgiye kadar inen topçular hep heyecanlandırır bizi. Hele ki topun direğe çarpma sesi… Çat! Bu kadar keyif başka bir ses duymamışızdır. 

Bazen, neden maçları televizyondan güzelce izleyemiyoruz diye sorarım babama. “Anten mi çekmiyor?” derim. Başını iki yana sallayıp, sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra “Hayır,” der, “para babası yayıncı kuruluş ve endüstriyel futbol yüzünden oğlum.” Anlamam dediklerini ama, cümle içinde kullandığı farklı kelimeleri duyunca, hak veririm. 

Annem Beşiktaşlıdır. Fakat yalnızca bizi sinirlendirmek için yapar bunu. Biliriz aslında futbolla bir ilgisi olmadığını. Atılan gollere sevinmez. “Beşiktaş ne zaman şampiyon olacak?” diye sorar sürekli. Bazen, spor haberlerinden kulağına çalınan şeyleri söyler konuya dahil olmak için. “Bir gün biz de yeneceğiz,” der, “Şifo Mehmet sakatmış, hele o bir iyileşsin.” Şifo’nun bu sene futbolu bıraktığını söyleyip, annemin bu mazeretini bozmayız babamla. 

Bir gün bana neden Galatasaraylı olduğumu sordu annem. Üzerine hiç düşünmeden “Babam sayesinde,” dedim. “Çünkü her çocuk, babasının tuttuğu takımı tutar.” Güldü. “Aman, ne marifet” dedi, “Sanki kazandıklarından size pay veriyorlar.” Sonra, sobanın ortasına koyduğu ıslak odunun etrafına bez parçaları doldurup gazeteyle tutuşturdu. Evin ışıklarını geç açtığımız için, akşam karanlığında, sobadaki ateşin duvarlara yansıttığı ışıkta oturduk bir süre. Annem çekirdek çitledi, önündeki dikiş nakış dergisini okurken. Bense ellerimi başımın arkasında birleştirip uzandım koltuğa. Sobanın üzerindeki aralıktan tavana vuran yansımaları bir şeylere benzetmeye çalıştım, hayvanlara mesela. Kabarık yeleli bir aslan keşfettim. Sonra, sobanın dikkatimi dağıtan çıtırtıları eşliğinde düşündüm. “Babam,” dedim kendi kendime, “keşke gelirken kestane getirse!” 

* * * 

O akşam eve çok geç geldi babam. Ben yemeğimi çoktan yemiş, meyve suyu içiyordum bulmaca çözerken. Yüzü simsiyah kesilmişti babamın. Epeyce sonra öğrendim, insan çok üzülünce böyle olurmuş yüzü. “Battık,” dedi anneme. “Dün akşam devalüasyon olmuş, dükkânın borcu dörde katlandı. Bir gecede! Ne kadar kumaş aldıysak, geri gönderdik.” Bu sefer, babamın kullandığı farklı kelimelerin hak verilecek türden değil, üzülecek türden olduğunu hissetmiştim. Annem hiçbir şey söylemedi, babam yemek istemeyince, mutfağa gidip çay koydu. Babamla konuşamadım. Soru sormaya nereden başlayacağımı bilmiyordum çünkü. Şu devalüasyon neymiş, ansiklopediden bakayım dedim, çok aradım fakat ansiklopedinin D cildini bulamadım. 

Babam bir hafta evden çıkmadı. Hep sigara içti pencerenin önünde. Galatasaray’ın bu haftaki maçından haberi bile yoktu. Televizyonu kapatmıyordu. Haberler bir kanalda bitince, hemen diğerini açıyordu. Artık sabahları sevdiğim çizgi filmleri izleyemesem de bir şey diyemiyordum. Evde durum böyleyken, sokağa çıkmak en iyisiydi. Belki biraz top oynarım diye düşündüm. Ama ortalıkta kimsecikler yoktu. Bahçede oturdum. Birkaç çocuğun daha sokağa çıkmasını bekledim. Hele bir de içlerinden biri top getirdi mi, keyfimize diyecek olmazdı. Biraz sonra, adımla seslendi biri. Dönüp baktım. Tolga, üzerindeki mavi önlüğü ve kolunun altına sıkıştırdığı topla bana doğru yürüyor, bir yandan da yakalığını açıp terini siliyordu. Mahallede üzerine topçu yoktu Tolga’nın. Gelip yanıma oturdu. 

“Ne yapıyorsun burada?” dedi. 

“Hiç,” dedim. “Oturuyorum öyle. Top oynamaya çıktım kimse yok.” 

“Okulda oğlum herkes! Gel paslaşalım biz, birileri gelince de maç kurarız.” 

Ben okula gitmiyordum henüz, Tolga ise bu sene ikiye geçmişti. Paslaşmaya başladık. 

“Sen pek dışarı çıkmazdın,” dedi.  

Sağıma doğru attı topu, kontrol edip kafamı kaldırdım. 

“Babam evde televizyon izliyor, o yüzden çıktım” dedim. 

Havadan attığım topu göğsüyle yumuşatıp önüne indirdi. Durdu. 

“Seninki de mi?” dedi. Topu atmadı. 

“Evet,” dedim soru soran bir sesle. 

“Ne oldu bunlara?” dedi, “benimki de evde.” 

“Bilmem!” 

“Aslında ben sanki biliyorum. Develi meveli bir şeyler olmuş, ondan işe gitmiyor.” 

“Eee? Neymiş ki o?” 

“İyi bir şey değil işte, çünkü annem dün Fatma Teyze’ye ‘işten çıktı’ dedi. Ben sordum babama, bana da ‘izin aldım’ dedi. Bir şey anlamadım.” 

Omuzlarımı silkip dudaklarımı büktüm. “Bilmem ki!” demekti bu, yeni öğrenmiştim. 

Tam o esnada sokağın başından dört çocuk daha göründü. Tolga takımları seçti, beni de kendi takımına aldı. Minarenin ışıkları yanıp da akşam ezanı okunmaya başladığında 4-2 önde olduğumuz için, bu skorla yenmiş sayıldık. Eve geldim. Soba çıtırdayarak yanıyordu yine. Annem mutfakta, babamsa bıraktığım gibi, televizyon önündeydi. 

* * * 

O akşam bütün televizyon kanallarında aynı haberden farklı görüntüler dönüp duruyordu. “Bir türlü baştan sona izleyemedik şunu,” diyordu babam kendi kendine. Sonunda kanallardan birinde durdu. Birden hızla yerinden doğrulup anneme seslendi. 

“Koş, çıktı!” 

Merak ettiğim için ben de dikkatle izlemeye başladım. Bir adam, elindeki kocaman makineyi hırsla yere atıyordu. Makinenin paramparça olmuş görüntüsü defalarca gösterilirken, adam hırsla bağırıyordu. Adamın birkaç adım ötesindeki takım elbiseliler, şaşkın bakışlarla arabalarına biniyordu. Polislerse adamı susturmaya çalışıyordu. Adam nefesi yettiğince bağırmaya devam ediyordu. 

“Sayın Başbakanım, ben bir esnafım!” 

Televizyon, bu cümleyi başa sardıkça babam her seferinde “Helal olsun be!” diyordu sevinçle. 

Sonradan öğrendim bu makinenin adının yazar kasa olduğunu. Ekrandaki görüntüler tekrarlandıkça, gözlerinin içi gülüyordu babamın. Bir süre sonra annem de “oh olsun!” diyerek babamın mutluluğuna katıldı. 

 “Sayın Başbakanım, ben bir esnafım!” 

“Helal olsun sana be!” 

“Başbakanlık bugün bir eyleme sahne oldu.” 

“İşte bu kadar ya!” 

“Eylemci gözaltına alındı.” 

“Helal olsun!” 

“Eylemcinin iflas eden bir esnaf olduğu öğrenildi. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.” 

“Bundan sonra fazla duramaz, düşer bu hükûmet!” 

Birilerinin düşecek olması babamı keyiflendirmişken, onunla konuşmaya karar verdim. “Baba,” diye söze girdiğim esnada telefon çaldı. Benim sözüm yarım kaldı. Babam önce telefonu açtı. Karşıdakinin sesini alamadığı için, telefonun antenini sonuna kadar yukarı çekti. Bir süre konuştular. 

“Sağ olasın kardeşim, yarın geliyorum o zaman!” 

Telefonu kapattıktan sonra neşeyle yerinden kalktı babam. 

“Çayın yanına bir şeyler alıp geleyim ben,” dedi. Annem de onunla beraber dış kapıya doğru yürüdü. Orada durup konuşmaya başladılar. Kulak kabarttım nedense. 

“Sana söz ettiğim arkadaş aradı,” dedi babam. “Yarın çağırıyor, sezonluk iş ama olsun, hiç yoktan iyidir.” 

“Allah’a şükür!” dedi annem gülerek. 

Babam çıkarken, bir şey hatırlamış gibi baktı bana. Ellerimi sobaya uzatmış, duruyordum. “Sen bir şey diyordun oğlum?” dedi merak eden bir sesle. 

Yaklaşıp kapıya yaslandım.  

“Baba,” dedim, “gelirken kestane de alsana.” 

ENGLISH

My father supports Galatasaray. But since we do not have the channel on our TV that
shows the games, we listen to them on our old black radio with two speakers. We hear
everything. My dad and I hear and imagine the stands, the referee’s foul whistles, the players’
shouts, the cheers and roars when a goal is scored. When the ball is at Ergun’s feet, we think
about the people around him and try to guess who he will pass to. The artillery that goes down
to the last line always excites us. Especially the sound of the ball hitting the post… Bam! We
have never heard any other sound that gives us so much pleasure.

Sometimes I ask my dad why we can not watch the games on TV. “Is the aerial not
working? He says, “No,” after shaking his head and taking a deep breath from his cigarette,
“it is because of the greedy broadcasters and industrial football, my son.” I understand
nothing of what he says, but when I hear the different words he uses in the sentence, I agree.
My mother supports Beşiktaş. But she only does it to make us angry. We know she has
nothing to do with football. She is not happy when goals are scored. “When will Beşiktaş be
champions?” she always asks. Sometimes she says what she hears on the sports news to get
involved in the topic. “One day we will win too,” she says, “Şifo Mehmet is injured, you will
see when he gets better.” My father and I do not spoil my mother’s excuse by telling her that
Şifo quit football this year.

One day my mother asked me why I support Galatasaray. Without thinking, “Thanks
to my father.” I said. “Because every child supports the team his father supports.” She
laughed. “Oh, what genius,” she said, “it is like they give you a share of what they earn.”
Then she stuffed pieces of cloth around the wet wood she had placed in the middle of the
stove and lit it with newspaper. As we had turned on the lights in the house late, we sat for a
while in the twilight, the light from the fire in the stove reflecting off the walls. My mother
cracked the seeds while reading a needlework magazine in front of her. I clasped my hands
behind my head and lay down on the couch. I tried to make the reflections on the ceiling
through the crack in the stove look like something, like animals. I spotted a lion with a fluffy
mane. Then, with the crackling of the stove distracting me, I thought. “My father,” I said to
myself, “I wish he would bring some chestnuts when he comes!”

* * *

My father came home very late that night. I had already eaten my dinner and was
drinking juice and solving a puzzle. My father’s face was black. I learnt a long time later that

this is what happens when a person is very upset. He said “We are bankrupt” to my mother,
“There was a devaluation last night, the shop’s debts quadrupled. In one night! We have sent
back all the fabric we bought”. This time I felt that the different words my father used were
not the kind to be justified, but the kind to be upset. My mother said nothing, and when my
father refused to eat, she went into the kitchen to make some tea. I could not speak to my
father. Because I did not know where to start asking questions. What is this devaluation, I
thought I would look it up in the encyclopaedia, I searched a lot, but I could not find volume
D.
My father did not leave the house for a week. He was always smoking in front of the
window. He did not even know about the Galatasaray’s match this week. He would not turn
off the television. When the news ended on one channel, he would immediately switch to the
other. I could not watch my favourite cartoons in the morning, but I could not say anything.
When things were like this at home, it was best to go outside. I thought maybe I could play
some ball. But there was no one around. I sat in the garden. I waited for some children to
come out. If one of them brought a ball, we would have a great time. After a while, someone
called my name. I turned and looked. Tolga was walking towards me in his blue school
uniform, the ball tucked under his arm as he opened his collar and wiped away his sweat.
Tolga was the best footballer in the neighbourhood. He came and sat down next to me.
He said, “What are you doing here?”

“Nothing,” I said. “I am sitting down. I am out playing ball, there is no one.”
“Everybody in school, man! Let’s pass and if anyone comes we will play a game”.
I was not going to school yet, Tolga was in the second grade this year. We started to
pass the ball.
“You would not go out much,” he said.
He threw the ball to my right, I controlled it and raised my head.
I said, “My dad watches TV at home, so I went out”.
He softened the ball I threw out of the air with his chest and landed it in front of him.
He stopped.
“Yours too?” he said. He did not throw the ball.
“Yes,” I said in a questioning voice.

“What happened to them?” he said, “mine is at home too.”
“I do not know!”
“Actually, I think I know. Something has happened to dev-something and he no longer
goes to work anymore.”
“Well? What is it?”
“It is not a good thing, because my mother told Aunt Fatma yesterday that she ‘he got
off work’. I asked my father and he said, ‘I have permission.’ I did not understand anything.”
I shrugged my shoulders and twisted my lips. It meant “I do not know!” I had just
learnt.

Just then, four more children appeared from the street. Tolga chose the teams and took
me on his team. When the lights of the minaret came on and the evening call to prayer began,
we were ahead 4-2, so we were considered to have won with that score. I came home. The
stove was burn with crackling again. My mother was in the kitchen and my father was in front
of the TV, as I had left him.

* * *

That evening, all the TV channels showed different images of the same news story.
“We could not watch it from beginning to end,” my father said to himself. Finally he stopped
at one of the channels. Suddenly he sat up quickly and called to my mother.
“Run, it is on!”

Out of curiosity, I began to watch closely. A man was furiously throwing a huge
machine to the ground. As the smashed image of the machine was shown repeatedly, the man
shouted with passion. A few steps away from the man, the suit-clad bodyguards got into their
cars with confused looks. The police tried to silence the man. The man continued to shout for
as long as he could breathe.

“Mr. Prime Minister, I am a shopkeeper!”

Every time the TV rewound that sentence, my father would say “Well done!” with joy.
I later learned that the name of the machine was a cash register. As the images
repeated on the screen, my father’s eyes lit up. After a while, my mother joined in my father’s
happiness and said, "Oh well!”.

“Mr. Prime Minister, I am a shopkeeper!”
“Bully for you!”
“The Prime Minister’s office was the scene of a protest today.”
“That is it!”
“The activist is arrested.”
“Well done!”
“It was learned that the protester was a bankrupt shopkeeper. The investigation into
the incident is ongoing.”
“It can not last much longer, this government is going to fall!”
To my father’s delight that someone was about to fall, I decided to talk to him. I said
“Dad”, but the phone rang as I spoke. My words were incomplete. My father answered the
phone first. Since he could not hear the other person’s voice, he pulled the aerial all the way
up. They talked for a while.
“Thank you, brother, I will come tomorrow then!”
After hanging up the phone, my father got up from his seat cheerfully.

“I will come and get something for tea,” he said. My mother walked with him to the
outer door. They stopped there and started talking. I pricked up my ears for some reason.
“That friend I told you about has called,” my father said. “He is calling me tomorrow,
it is seasonal work but take it, it is better than nothing.”
“Thank God!” my mother said with a laugh.
As my father left, he looked at me as if he remembered something. I stood by the stove
with my hands outstretched. “Did you say something, son?” he said in a curious voice.
I walked up and leaned against the door.

“Dad,” I said, “bring some chestnuts when you come back.”

 

Bunları da Sevebilirsiniz

Sanat toplum için midir? Sanat sanat için midir? Sanat niye bir şey için olsun ya? Bu kalp ameliyatı niçin? Ha? Birini yaşatmak için mi? Ya da öldürmek? Biraz düşünelim istiyorum, tek istediğim bu.. Ha? Tamam düşünmeyelim. Oturalım haydi! Yaşayalım.. Sadece yaşayalım öylece emi? Niçin? Haa.. bi evimiz olsun, bi arabamız.. Karımız olsun karımız, güzel olsun. …

Share

Suskunluğumu bozmak nedeniydi varlığın Neden yaptın? Bu düş uğruna ölmek neden? Engel olmalıydın bedeninin atılışına Tüm benliğinin yanışına Ama yapmadın Bak işte ne oldu? Önce sen, senden sonra ben… Kahroluşum sanma ki alevden Yükselen yanık et kokusuna, Kahroluşum ruhunadır! Atıldığı ateşte bin kere dirilip bin kere ölen Ruh, sanma ki artık yoldaşındır! Sen yanmadan yakmıştır …

Share
Önceki / Previous Dalga / Wave
Sonraki / Next Yüzüğündeki Şarkının Adı Serap  / The Song of his Ring is a Mirage