Eski, tahta kapının demir kolunu çevirerek odadan içeri girmiştim. Parkeler çok gıcırdadığı için adımlarıma dikkat ederek ses çıkarmadan ilerlemeye özen gösteriyordum. Işığı açma zahmetine girmemiştim. Masada duran iki tane kırmızı küçük mumu yakıp bırakmıştım. Böylece düşüncelerimle daha kolay baş başa kalıyordum. Yatağa uzandım. Oda küçük olduğu için kışları çabuk ısınıyor, sıcacık oluyordu. Zaten sıcak olduğu için yorganı üzerime örtmedim. Kafamı yastığa dayadım ve gözlerimi tavana diktim. Başımın arkasındaki duvarın ardındaki sesleri sanki odanın içerisindeymişçesine işitiyordum. Adeta kulaklarımda çınlıyordu. Sesler gündüz durulur, akşam oldu mu yavaş yavaş yükselirdi. Duvarın ardındaki, bazen ardındakiler, zaman zaman ders çalışıyor, zaman zaman kahkahaların eksik olmadığı sohbetler çeviriyor, zaman zaman da sadece müziğe odaklanıyordu. Şahit olduğum kadarıyla odaya sürekli birileri girip çıkıyordu. Sadece 50 santim ötede bir duvarın ardında bambaşka bir, hatta birden çok, hayat vardı. Bu durum zaman zaman ne kadar ilgincime gitse de artık yadırgamıyordum. Gündüzleri müzik açıp kendi kendime takıldığım bazı zamanlar duvara çarpma sesleri geliyordu. Müziğin sesinden mi rahatsız oluyor yoksa kolunu mu çarpıyor anlayamıyordum. Gözlerim kapalıyken istemsizce bunları aklımdan geçirmeye başladım. Bundan tam bir hafta önce o duvarın ardında ben de vardım. Kafamı her yastığa koyduğumda aramıza giren bir beton yığınının ardındaki parmak uçlarımızla birbirimize yaptığımız ufak dokunuşları özlüyordum. Dudaklarımızın buluşması, nefesinin sıcaklığının bedenimi sarması ve her şeyden önemlisi ruhlarımızın birliği… Evet, belki fiziksel olarak aramızda sadece bu beton yığını vardı lakin mental olarak bundan çok daha fazlasıydı. Tekrar ve tekrar bunları kafamdan geçirirken gelen gürültü beni düşüncelerimden sıyırmıştı. Refleks olarak yerimden sıçrayarak sanki bir şey görecekmişim gibi arkamı beton yığınına döndüm. Her zamanki sakarlığı bu sefer en sevdiği kupasına bedel olmuştu. Söylenmelerini işitirken istemsizce kıkırdadım. Aklım tekrar geçen haftaya geri döndü. Sanki bilinmez bir masalın çıkmazındaydım. Kafamın içinde tekrar alınmış bir çalma listesi gibiydi düşüncelerim. Birbirimize karşı hislerimiz bile yokken neden bu çalma listesi sürekli tekrardaydı? Burcunu bile bilmiyordum. Bunu sormaya fırsatım olmamıştı henüz. Burcunu, doğum tarihini bilmemin bir şeyleri değiştirip değiştirmeyeceğini düşünmeye başladım. Saçma sapan günlük burç yorumları okuyan biri değildim. Kedileri severdi, kiremit renkli siyah çizgili basketbol topuna hayatını adamıştı ve küçük kardeşi ile de arası iyiydi. Şimdilik bu bilgiler yeterliydi. Bir az daha fazlasını bilmek istemediğim kanısına vardım. Bir insanı tanımıyorken onunla aranda bağ kurman mümkün olabilir miydi, tabii üç madde onu tanımak sayılmıyor ise? Her ne kadar insanlar senin söylediğin bir iki cümleden seninle ilgili tüm hayatını çıkarabildiklerini sansalar da ben bunu doğru bulmuyordum. Onunla aramdaki en büyük hata da bu olsa gerekti. Belki de buna ‘hata’ demek için bile birbirimizi yeteri kadar tanımıyorduk ya da tanımak istememiştik. Şu ana kadar 40’ı aşkın kez bir ara gelmiş bazı zamanlar birlikte olmuştuk. Konuşmuyorduk. O kadar vakit geçirdiğimiz halde onunla ilgili sadece üç özelliğini bilmemin biraz şaşırtıcı hatta tuhaf olduğunu düşünmeye başlamıştım. Son zamanlarda benim ne istediğimi, ne düşündüğümü önemsemeden kafasında kurduğu düşüncelere dayanarak benimle ilgili yargılara varıyor ve kararlar alıyordu.  Vardığı yargıların pek de olumlu olduğunu düşünmüyordum. Eskilerde bizim için önemsiz ve görünmez olan bu beton yığını bu kanılarla artık somut haline geri dönmüştü. Söylenmeleri bitmiş,  yerdeki cam kırıklıklarını topluyordu. Sesi duyunca yan odadan arkadaşları da gelmişti. Aralarında espri döndürüp gülüşmeye başladılar. Gülüşünü duyunca onu yeniden arzuladım. Bir an önce kapının açılıp kendimizi birbirimizin kollarına bırakır ve kendimizi yatağa atmak için sabırsızlanırdık. Siyah beyaz film şeridiydi artık bütün bu olanlar. Benim varlığımdan haberinin olup olmadığını merak ettim. Eve çok fazla uğramazdım. ‘Aramızdaki betonu en azından bir geceliğine tekrar soyutlaştırabilir miyiz?’ düşüncesi ile dirseğimi ‘yanlışlıkla’ duvara çarptım. Biraz bekledim, geri bir ses gelmedi. Evde yalnız olduğum zamanlar bu fırsatı değerlendirir, bir an olsun kaçırmazdık- şimdiye kadar-Bir iki kere daha dirseğimi çarptım. Artık evde olduğumu biliyordu. O sırada kapının çaldığını işittim. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Sakince ayağa kalkarak kapıya doğru ilerledim. Gözetleme deliğinden baktığımda ise hayal kırıklıklarım da beraberinde gelmişti. Sürekli kendime bir beklenti içinde olmadığımı hatırlatmama rağmen bir beklenti içindeymişçesine davranmam sinirlerimi bozuyordu. Kapıyı açtım. Gelen yakın arkadaşımdı. Onu içeri aldım. O, gününün nasıl geçtiğini anlatırken ben ise iki kadeh çıkarmış şarapları dolduruyordum. Şarap her zaman rahatlatırdı. İçki kokmasına rağmen ona uzattığım şarabı aldı ve aralıksız birkaç yudum içti. Gelmeden içmişti belli ki, şarabı uzatırken elim geri geri gitse de kibarlık huylarımdan ve misafirperverliğimden olsun ikram etmeden duramıyordum. Gözlerini bana dikmişti. Boş bakıyordu. Oturduğum kanepeyi açtım. İçeri gidip temiz çarşaf ve yorgan getirdim ancak onu yatırmaya çalıştığımı anlayınca bunu yapmamam için yalvardı, daha uykusunun olmadığını söyledi. Anlayışla karşıladım. Aramızda geçen sohbet koyulaşmış, fazla samimi olmaya başlamıştı. Alkolden olacaktır ki daha önce onun hakkında bilmediğim özel şeyler anlatmaya başlamıştı. Bense sadece gülümsüyordum. İçeri gitmek adına bu sefer benim uykumun geldiğini söyledim. Beklediğim sinyal ben buradayken gelmiş olabilirdi. İçeriye gideceğimi duyduğu anda üzerini teker teker çıkarmaya başladı. Ta ki bembeyaz teni ortaya çıkana kadar… Ellerimle gözlerimi kapadım. Görmek istemiyordum. Ellerimi gözlerimden çekmemi istedi. Çektim, fakat sadece gözlerine bakıyordum. Gözlerimin aşağıya kayması bile söz konusu olamazdı. Kafası güzel olduğu için beni bu durumun normal olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Bense hala bakmak istemiyor, o sırada gözlerimi çıkarmak istiyordum. Üzerime yürümeye, iyi ki onun en iyi arkadaşı olduğumu söylemeye başladı. Ben yavaş yavaş geri geri yürüdükçe o da üzerime yürümeye devam etti. En son köşede kısılıp kaldım ellerimi yanaklarıma götürüp dirseklerimi göğsümün hizasında birleştirdim. Gözlerimi sıkıca yumdum. Bembeyaz teni baştan aşağı üzerime değiyor, kolları ile de sıkıca belimi çevreliyordu. Elleri yavaşça göğsüme kayar gibi oldu. O an önce kendimden ve sonra ise ondan iğrendim. Gözlerim yaşlarla dolmuştu, ağlayamadım. Buz gibi bir şehirde soğuktan donan bir çocuk gibi köşede öylece kalıverdim. Birkaç saniye sonra kendini geri çekse de o birkaç saniye bana bir saat gibi gelmişti. Mırıldanarak ‘iyi geceler’ diledim. Duyup duymadığı konusunda bir fikrim yoktu. Yüzüne bakamamıştım. Salonun kapısını kapatarak odaya geçtim. Yaktığım mumun çoğu erimişti. Şoke olmuş bir biçimde yatağa oturdum. Başım dönüyordu. Az önce ne yaşamıştım? Neden bunu yaşamak zorunda kalmıştım? Olaylar bir bir zihnimde çınlıyordu. Bacaklarımı karnıma doğru çektim, ellerimle de dizlerimi sarmıştım. İki büklüm oturmaya devam ettim. Bir süre ne tepki verebildim ne de kımıldayabildim. O şimdi içerde huzurlu bir şekilde uyuyor, bense yerimden bile kımıldayamıyordum. Bir süre sonra haykırırcasına ağlamaya başladım. Çok ses çıkardığımı fark ettiğim anda elimle hemen ağzımı kapadım. Bir de odadan içeri girip neler olduğunu sormasına dayanamazdım. Kendimi hiç bu kadar bilinmezlikte hissettiğim olmamıştı. Onu eve aldığım için kendimi suçlamaya başladım. Daha sonra kafamı sağa çevirerek duvara baktım. ‘Burada olsaydı belki de bunların hiç biri yaşanmazdı’ diye düşünmekten alamadım kendimi ve onu suçlamaya başladım. Şu anki durumda olmamın sebebi, nedensizce aramayışları, bana geri dönmeyişleri ve soğuk davranmasıydı. İçerdeki dışında herkes suçlu olmalıydı. Ağlamamı durduramaz olmuştum ama artık sessizce ağlıyordum. Beni duyamazdı. Peki ya beton yığınının ardındaki beni duymuş muydu? Öyle olsaydı herhalde duvara tıklardı. Belki de duymuştu ama umurunda değildim. Bu seçenek daha makuldü. Dayanamadım. Yapmamam gerektiğini biliyordum, etik değildi. Dizlerimi tuttuğum ellerimi çözdüm ve iki büklüm halimden biraz da olsa çıkarak dikeldim. Gözyaşlarım otomatiğe bağlamış gibi yanaklarımda geziniyordu. Bir an başım döndü. Kendimi toparlayıp ayağa kalktım. Kafamı duvara yasladım, ardından kulağımı değdirdim. Dinlemeye başladım. Ufak tefek sesler duyuyordum ancak o her zamanki gürültülerden, konuşmalardan eser yoktu. Duyduğum seslerin ne olduğunu anlamaya çalışırken kendi nefes sesimin buna engel olduğunu fark ettim ve elimle bir kere daha ağzımı kapattım. İşittiğim sesin nefes sesi olduğuna yemin edebilirdim. Yoksa aynanda birbirimizi mi dinliyorduk? Bunun mümkün olup olamayacağını düşündüm. Sol elimle ağzımı tutarken sağ elimi duvara koydumOnun da koymuş olmasını diledim. Duvarın soğukluğu bütün elimi esir almıştı. Yine de ses çıkarmamaya çalışıyordu. Onun bana gelmesini bu denli engelleyen faktörlerin ne olabileceğini bütün içtenliğimle merak ediyordum doğrusu. Her şeyden önemlisi kendimizi birbirimize açmadığımız halde beni ne denli kendine çeken neydi? Gözyaşlarım hala akmaya devam etse de içeride yatan yaratığı bir an için unutmuş, duvarın ardındaki elin elime değdiğini düşünmek beni saniyelik de olsa huzura erdirmişti. Fakat artık bunun bir önemi yoktu. Ayakta duramayacak hale geldim. Dizlerimin üzerine çömdüm. Elim hala duvardaydı lakin beton yığınının ardındaki diye biri kalmamıştı benim için. Öyle bir geceydi ki başka hiçbir şey canımı acıtamamıştı.  

Bunları da Sevebilirsiniz

Aralık ayı için ünlü yazar Özgür Mumcu’ya ulaştık ve sebepleriyle birlikte genç yazarlara tavsiye edeceği kitapları sorduk…  1. Kemal Tahir / Kurt Kanunu –İktidar oyununun acımasızlığını kavramak için ““Kurtlukta düşeni yemek kanundur” korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, Kurt Kanunu’nda. Cumhuriyetin en …

Share

Ev sıcak olunca dışarıyı da öyle sanıyor insan, İncecik giyinip, inmeye başlıyorum apartman merdivenlerini, En sevdiğim melodi yok kulaklarımda, Mırıldandığım sözcükler yok, Ben yokum. Kırmızı atkımı sarıp boğdum kendimi, Haber veremedim affet, Sen, çıkaramadığın tencerenin kiriyle meşguldün –yüzünü dönmedin- Sev beni, Büyütemediğim çiçekler için özür dilerim, Kendi kökümü sulamakla meşguldüm, Affet –yüzümü dönemedim- Dedim en …

Share

İlkyaz ile her ay öncelikli olarak üç genç yazarı tanıtıyoruz sizlere. Bir öykü veya birkaç şiirden oluşacak bu eserleri İlkyaz gönüllüleri olarak İngilizce’ye çeviriyor ve dünya kamuoyuyla tanıştırmak için çabalıyoruz. Şubat ayından seçilen yazarları aşağıda bulabilirsiniz! Bir seneyi aşkındır seçtiğimiz isimlerin yazılarını her ay dünyanın farklı bir yerinde konumlanan PEN merkezinden birinin o ülkenin diline …

Share
Önceki / Previous ÇARPIK MODERNLEŞME SORUNLARI
Sonraki / Next 12 Eylül Sabahı Babam Öldü